YAZARLAR

Anti hukukun ilk durağı: Kul hukuku

Türkiye bir “istisna hali, başka ifadesiyle olağanüstü hal” yaşamıyor. Mevcut durum istisna halinden zaman-mekan sınırsızlığı ve kapsam belirsizliğiyle ayrılıyor. İnsanların kurallara değil, insanların insanlara tabi olacağı bir gelecek bekliyor bizi, şimdilik bu gelecekteki hukuka bir isim verebiliriz: Kul hukuku…

Hukuk nereye gidiyor? Profesör Kemal Gözler soruyu sorup, bir hukuk bilimcisi olarak temel gözlemini paylaşıyor:

“Burunun üstüne yumruk yemiş gibi.”

“Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasal ve hukukî mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı hâline dönüştü.”

“Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler hâline geldi.”

“İktidarı sınırlandırmakla görevli organlardan birincisi olan Anayasa Mahkemesi, iktidarı sınırlandıran bir unsur değil, tersine onu tahkim eden bir unsur hâline dönüştü.”

Gözlemlerin temelini “tersine dönüş” oluşturuyor.

Haklar ve yetkiler yer değiştiriyor, kurulu mekanizmalar kuruluş amaçlarının tersine çalışıyor.

ANAYASASIZLAŞTIRMA

Kemal Gözler bu son yazısından önce, “anayasasızlaştırma süreci” yaşadığımızı dile getirmişti, bir iktidar hukukçusunun demecine dayanarak.

İbrahim Kaboğlu da aynı terimi tercih etti süreci tanımlamak için.

Gözler, “anayasasızlaştırma süreci”nin tipik belirtisi olarak “insanın kurala” değil, “insanın insana” tabi hale geleceğini ifade etti. Doğal olarak öyle bir ülkede atmosfere “korku”nun hakim olacaktı. Kemal hocanın tespitlerinin ve hukuk talebinin gerektirdiği cesarete içten saygımızı dile getirdikten sonra manzaraya bakmaya devam edelim:

Anayasızlaştırma demek, anayasanın silinmesi demek. Anayasa siliniyor, hem de “anayasal kurumlar”ın orkestrasyonuyla: Anayasa Mahkemesi ve diğer mahkemeler başta olmak üzere bürokrasi, iktidar partisi ve destekçi partiler başta olmak üzere siyasetçiler, hukukun burnunun üstüne yumruk üstüne yumruk vuruyor. Giorgio Agamben ve Judith Butler’ın yıllar önce gördüğü gibi “olağanüstü hal” ya da “istisna hali”, olağan hal, yönetimin olağan hali haline geliyor ilk bakışta. Bunun “küresel bir kalıcılık” eğiliminde olduğunu Mithat Sancar da dile getirmişti yıllar evvel, iki düşünüre paralel olarak. (Birikim dergisi sayı 151, Kasım 2001)

KALICI İSTİSNA HALİ

Kalıcı olağanüstü hal? Kalmışsa, kalıcılaşmışsa o artık “olağanüstü hal” diye adlandırılabilir mi? Nazilerin olağanüstü hali, yıkılana kadar sürmüştü, yıkılmasa, savaşta yenilmeseler kalkacak mıydı?

Türkiye’de yakın zamanda “kaldırılan” olağanüstü hal, “olağan hal”in içine monte edilmedi mi? Ki zaten kuruluşundan itibaren bir “olağanüstü hal” bölgesi hep var olmadı mı Türk kamu hukukunun içinde? Bu nedenle mevcut durumun “olağanüstü hal” ya da “istisna hali/hukuku” olarak tanımlanması ancak geçici olarak işe yarayabilir. “Geçici” olmaya niyeti olmayan, kalıcı olma azmetmiş bir istisna hukuku, kendisine izafeten istisna denilen olağan/kural hukukun artık var olmadığı bir alan yaratır. Türkiye’deki “hukuk”la bağlantılı, “hukuk”la anlaşılacak işlemlerin tamamının anti-hukuk, yani hukuka karşı bir savaş, hukuku imhaya (askıya almaya değil) yönelmiş gibi görünmesinin sebebi bu.

Böyle görünüyor, çünkü istisnanın da tanımlanmasına yol açacak “olağan” hukuku askıya alma değil, imhaya yöneliyor. Askıya alma, dönüşü ihtimal olarak dahi olsa, ortada bırakır, örneğin bir “istisna hukuku” olan 12 Eylül faşistlerinin yaptığı buydu, yeniden “olağan” bir hukuk kurulana kadar darbe anından önceki hukuku askıya almışlardı. Gittiler. Elbette hayli daraltılmış, “hukuk” denilmesi hayli zor bir hukuk üreterek gittiler. Fakat ana normun, kuralların, hukukun işlemesi için gerekli prensiplerin, kurumların işleyişi bıraktıkları berbat mirasın “hukuki mekanizmalar” etrafındaki mücadelelerle düzeltilmesi, iyileştirilmesi imkanını yok etmemişlerdi, isteseler bile. 12 Eylül bir hukuk ihlaliydi, bir istisna hali yaratmıştı, fakat bir anti-hukuk değildi, tüm sorunlarına rağmen.

Şimdiki muktedirler, o berbat hukukun düzeltilmesi ve demokratikleşmesi umudunu taşıyan kesimlerin desteğini “hukukun üstün olacağı” günlere inanç nedeniyle almıştı vaktiyle. Gelinen noktada artık “düzeltmeye” ihtiyaç yok, yeni bir iktidar biçimini kalıcılaştırmak için mevcut hukuku silerek yol alıyorlar. Buna “kurucu iktidar” diyorlar fakat ne kuruluyor, nasıl kuruluyor bu bilinmiyor.

Şimdilik görebildiğimiz, mevcut hukuku başta anayasa ve anayasal ilkeler olmak üzere adım adım silmek.

İKİ TEMEL GÖRÜNÜM: BELİRSİZLİK VE SINIRSIZLIK

Anti-hukuk, olağanüstü hukuk (ya da istisna hukuku) ile sınırsızlığı açısından ayrılıyor. Çünkü istisna hukuku, ister anayasal istisna hukuku olsun ister anayasasız istisna hukuk olsun, daima kendi sınırlarını göstererek var olur, ilan etmese bile gösterir. Anayasa ve yasalar askıda olsa da neyin askıda olduğu neyin askıda olmadığı belirlidir, en azından kısa sürede belirlenebilir haldedir. Demek ikinci ayrım, belirliliktedir.

Yine istisna hukuku, kapsamayı hedeflediği topluma ve o toplumun bireyine dair bir açıklığa sahiptir: Örneğin, sokağa çıkma yasağı ilan ettiğinde, seyahat yasağı getirdiğinde yasağa uyacak ve uymayacak kimseleri ya ayırmaz ya da nasıl ayırdığını açıklar.

Anti hukuk, sınırsız ve belirsizdir. Oluşturulan hukukun hakim ilkeleri, normlar bağıntısı ve hiyerarşisi, uygulama prensipleri nedir bilmiyoruz, ne olacak onu da bilmiyoruz. Bireylerin, grupların hak süjesi olarak tanınıp tanınmayacağını bile bilmiyoruz.

Şu anda bilebildiğimiz sadece yıkım ve onun yol açtığı manzara. Bireyin bireye tabiyetinin esas olduğu, bu tabiyetin tek bir isim esas alınarak şekillendiği görebildiğimiz tek şey. Birey ve topluma dair hukuksal kurgu belirsizse, değerler alanı da dönüşüyor demektir. Başta adalet olmak üzere, ahlak, iyilik, yardımseverlik, dayanışma, örgütlenme ve ifade özgürlükleri, nezaket, zarafet sınırları bilinmeyen ve neye neden yöneleceği belirsiz bir gücün ürettiği korku ikliminde aşınacaktır.

Gelmekte olanın ne olduğunu bilmiyoruz.

Şimdilik, kesin olan tek şey, Kemal Gözler’in hatırlattığı kuralın geçerli olacağı bir yere gittiğimiz: insanlar normlara tabi olmayacaksa, insanlara tabi olacak demektir. İnsan insana tabi ise, gelecek hukuka bir ön isim verebiliriz: Kul hukuku.

Osmanlı’da “örfi hukuk”, şeri hukukun önüne “kulluk” mekanizması ile geçmişti. Egemen gücün kilit taşı sultan, kendisine bağlı kullarla birlikte oluşturduğu idare aygıtını, kişilerin kişilere bağlı olduğu bir iç hukuk sistemiyle çalıştırıyordu. Ne zaman şeriatın ne zaman örfi olanın işletileceğini karar verme yetkisi yine egemende/sultanda ya da sultanı elinin altında tutandaydı!