YAZARLAR

Muktedirin müstehcen dili

Hep konuşmak, hep dolaşımda olmak arzusuyla yanıp tutuşmaktadır müstehcen dil. Hiç susmayan, her vesileyle vara yoğa hep konuşan günümüz muktedirlerini hatırlayalım, çoğu bu müstehcen dile özgü tüm biçimleri seferber ederek konuşuyorlar, yazıyorlar.

Vurdumduymazlık, umursamazlık, fütursuzluk, her sözcüğe, sözcük bağlantılarına sirayet eden, boşluğa, ama kara delik benzeri bir boşluğa düştüğü halde, ancak böylece kendini kuran bir dil. Kendinin sürekli olarak duyulmasını dayatan, bunda ısrar eden söz veya konuşma. Yani duymak ile dinlemek arasındaki farkı görmezden gelen, biteviye buna itiraz ederek ortaya çıkan bir söz aşırılığı, bir konuşma aşırılığı. Söz aşırılığı ile sürekli duyulmak, sürekli çınlamak arzusuyla tutuşan, her sözü, her sözcüğünü küfre tevil eden bir dil kullanımının adı müstehcen dilden başkası değildir. Bu bahisle gerçekleştirdiği dilin felce uğratılmasıdır. Dilin felç edilmesi, dillendirilen sözün yalnızca kendisine yanıt vermek üzere sefer edilmesi, ancak murad edilen yanıtın da sadece dillendirilendeki biçimi ve içeriğiyle sınırlandırılmasıdır, yanıt sözün sadece burada, bu sınırlar içinde oyalanmasına izin verilmesidir. Yani dilin dillendirilende hapsedilmesidir. Öyle bir hapsedilmedir ki bu, müstehcen dilin sahiplerine muhalif kanatlar bile bundan kolayına kaçamazlar.

Sadece kendine kulak verilmesini arzulayan bu müstehcen dil, hitap ettiklerinin ezberlerine hitap eder, o ezberleri harekete geçirir. Asıl olarak da uyaranlarla iş görür, kışkırtır. Akla değil, tutkulara hitap eden yapısıyla akıl yürütmenin neredeyse ortadan kaldırıldığı, imkânsız hale getirildiği, aynı anlama gelmek üzere “düşünmeye vakit bırakmayan” bir dil kullanımıdır. Sadece duyulma ihtiyacında olan, kendisi ile kulak arasında düşünmeye imkân tanıyan bir mesafeye izin vermeyen bir konuşma müstehcenleşmiştir. Düşünmeye imkân tanımak müstehcen dil için kâbustur bir bakıma, düşünmek razı olmayı değil ikna edilmeyi gerektirir çünkü. Sözü iknadan uzaklaştırmanın garantisi aklın yükünü sırtından atıp duygusallıkla mezcetmektir. Üstelik bu, sözün “halkça” olmasını sağlamakla kalmaz, fazlasına da meydan verir, “demogojiye ve halkı ayartmaya geçişin eşiği aşılır”.

Böylesi bir işleyişle kulak kabartanları tatmin edeceğini bilmenin rahatlığındadır müstehcen dil, pervasızdır. Kullanılan sözler, söz kalıpları kadar kulak kabartanların, duyanların duyduklarına inanacaklarını, duydukları biçimde ‘bileceklerini’ garantileyen bir üslûbu seferber eder. Kullanılan dilin yönlendirilmesi ve denetlenmesi demek olan bu kullanım, duyanları, ‘dinleyenleri’ edilgenleştirir. Dolayısıyla içeriğinin işaret ettiği kişiler kadar, hitap ettiklerini de nesneleştirir. Hitap ettiklerine biteviye hatırlattığı ve dolayısıyla dayattığı, ‘konuştuklarıma ses çıkarmadan dudaklarınla eşlik et’ demekten başka bir şey değildir. Sıklıkla din vurgulu sözcelemelerin yedeğiyle vaaz benzeri bir yapıya sahip olan müstehcen dil, hitap ettiklerini mümince bir razı olamaya çağırır.

Müstehcen dil, söze dökülen sözcüklerin, her nasıl dillendirildiyse o çıplaklık içinde olduğunun ifadesidir. Sözcüklerin arkası boştur, bir boşluğun gösterenidirler sanki, ama dolu olduğu yanılsaması yaratırlar ve bu yanılsamalı doluluk müstehcen dile kışkırtıcılığını kazandıran hususiyetlerden başta gelenidir. Bu bütünüyle bir teşhirdir, ardında aslında hiçbir şey olmayan o sözcüklerin varoluşlarına hak talep eden bir teşhir. Sadece dile gelmiş olmaları yeterlidir haklı olmaları için. Dile gelmiş olmaları bir şeyi dışa vurduğunun teminatı olmak için yeterlidir.

Hep bir çağrı, çığırtkanlık içerdiğinden, haykırarak söylendiğinden susmaya, sessizliğe izin vermez. Bol nida hemen kolayca fark edilebilecek bir özelliğidir müstehcen dilin. Zaafa uğramış bir dil yetisi alâmet-i fârikası olduğundan, fakir bir söz dağarının imdadına yetişir bu nidalar. Nidalar, vurgularıyla iştahı kamçılamanın en uygun dil öğelerindendir. Gündelik dil kullanımında iletişimi tehlikeye düşüren gaf, müstehcen dilin kendisi için ‘harbiliğin’ hanesine yazılır. Bu dilin sahipleri için patavatsızlık diye bir şey yoktur olsa olsa “kendileri olabilme gibi bir maharetle kutsanmış olduklarının” göstergesi olabilir. Bu da ‘siz hiçsiniz bense her şey’ demeye gelir.

Sözle gücün kesiştiği zemin müstehcen dilin ortaya çıkabilmesinin ilksel koşulunu oluşturur. “Her türlü güç kazanımı aynı zamanda söz hakkı kazanımıdır” diyor P. Clastres, bizlerin düşünce yapısına neredeyse tümüyle yabancı söz ile gücün birbirinden ayrıldığı toplumlarda “Konuşma Görevi” üzerine yazarken. Ancak güç üzerinden söz hakkı elde edebilmenin her biçimi müstehcen dil kullanımına yol açmaz ya da onu olsa olsa sadece prematüre olarak içerebilir. Dolayısıyla yaptırım gücünü bulunduran her iktidar tarafından söylenen söz muktedirin sözüdür, evet, ama zorunlu olarak müstehcen sıfatına haiz değildir. Sözün müstehcenleşmesi iktidarın sözü gasp etmesinin özgül koşulları dolayısıyla olur. Otoriter bir yönetim yapısı demokrasiye göre çok daha kolayca müstehcen dilin seferber edilmesine uygun koşullar yaratır. Demokrasinin kurumsal mekanizmaları, hukukî nizamı, müstehcen dilin güçlenmesini engeller elbette, ancak onu tümüyle ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla bu dil, demokrasi için, deyim yerindeyse uykuya yatmış bir tehdit olarak varlığını sürdürür.

Despotik bir yönetim yapısı müstehcen dilin serpilebileceği en uygun koşulları sağlar görünüyor. Ama hemen eklemeli ki yurttaşları ‘alım gücü’ gibi sıfatlarla ‘müşteriye’ dönüştürüp kısa süreli tatmine karşılık uzun soluklu tatmin arayışı içinde arzuları kışkırtarak işleyen bir sosyo-ekonomik yapının yedeğinde, sözün dolaşımını en yüksek hıza ulaştıran gelişkin teknolojilerin varlığı olmazsa olmaz bu dilin gelişimi için. Müstehcen dili besleyip güçlendiren “zihni sise boğan” dezenformasyon, iştahı kabartan ve teslimiyeti kökleştirip yaygınlaştıran “olanaklı uydurma”, böylesi teknolojiler olmaksızın pek de mümkün olamazlar. Hep konuşmak, hep dolaşımda olmak arzusuyla yanıp tutuşmaktadır müstehcen dil. Hiç susmayan, her vesileyle vara yoğa hep konuşan günümüz muktedirlerini hatırlayalım, çoğu bu müstehcen dile özgü tüm biçimleri seferber ederek konuşuyorlar, yazıyorlar.

Bugün yoğun olarak maruz kaldığımız bu dilin silip süpürmeye çalıştığı ve maalesef kısmen de olsa başardığı “özgürce eyleyen bir dil”. V. Klemperer’in sözcükleriyle “özgürce eyleyen her dil, tüm insanî ihtiyaçlara hizmet eder, akla olduğu kadar duyguya da hizmet eder, havadis vermektir ve sohbettir, kendi kendine konuşmadır ve duadır, ricadır, emirdir ve yemindir” ve kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımız bu dil için yapılabilecek belki de ilk şey, duymak ile dinlemek arasındaki mesafeyi yitirmemek için çaba göstermektir.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.