
Rabia: Siyasal bir simgenin başarısızlığı
AKP’nin 3’üncü Olağanüstü Büyük Kongresi’nde parti tüzüğünün dördüncü maddesinde bir değişiklik yapıldı. Değişiklik ile birlikte, Rabia işaretince temsil edilen değerler, parti örgütü tarafından da resmen benimsenmiş oldu. Rabia darbeyle devrilen Mursi’nin taraftarları ile karşıtları arasındaki simgesel mücadele esnasında doğdu. Râbia El-Adeviyye Meydanı’nda toplanan Mursi taraftarlarının, kendilerini Tahrir Meydanı’nda toplanan insanlardan ayırt edecek bir simge ararken geliştirildiği söyleniyor. Tahrir’dekiler siyasal amaçlarını zafer işareti olarak bildiğimiz V-işareti yapmak suretiyle ortaya koyuyorlardı. Buna karşın, Mursi taraftarları Arapçada dördüncü anlamına gelen “Rabia” kelimesine gönderme yapacak şekilde, bir elin dört parmağını havaya kaldırarak kendi tarafını belli etmeyi seçmişti. Mısır ordusu ile Müslüman Kardeşler militanları arasındaki çatışmanın bir katliama dönüşmesiyle beraber, Rabia bu katliamın yarattığı travmanın bir sembolü olarak öne çıktı.
İslam kültürü içinde bir işaret veya bir simge olarak Rabia’nın evveliyatı yoktur. Bu husus, Müslüman Kardeşler örgütünün simgeyle kurduğu bağın dini değil, siyasi olduğu görmek açısından önem taşır. Ancak İslam adına yürütülen siyasi mücadelelerin dolaşıma soktuğu diğer tüm simgelerde olduğu gibi, Rabia da bu dünyevi anlamının ötesine geçip kısmen teolojik bir karakter kazandı. İslamın siyasi ilahiyatına göndermeler, Kubbetü’l Sahra’nın sarısını zemin, Kabe’nin siyahını çizim rengi olarak kullanan Rabia afiş ve posterlerinde açıkça görünüyor. Yalnız Müslüman Kardeşler militanlarının bedensel bir performans ile dışavurduğu bu simgeyi, bugün bilindiği şekliyle dünyaya tanıtan, teolojik fırça vuruşlarıyla stilize eden ve bu haliyle sahiplenen asıl gücün AKP olduğuna dikkat edilmelidir. AKP, adeti olduğu üzere, tüm siyasi ilahiyat karmaşasını, simgenin anlamını milli iradenin darbeciliğe ve vesayetçiliğe karşı verdiği demokrasi savaşımı biçiminde sadeleştirdi.
AKP’nin Rabia işaretinin bir mücadele ve direniş simgesi olarak tanıtılmasındaki payı son derece belirleyici olmuştur. Önce Kahire’ye giden havuz medyasından gazeteciler, göstericilerin toplu olarak Rabia işaretiyle poz vermiş halini fotoğraflıyor, sonra da AKP’nin propaganda makinesi bu fotoğrafları bütün dünyaya yayıyordu. Bu yoldan Rabia işareti, demokrasi ve özerklik arayışında olan bir halkın mücadele ve direniş simgesi olarak yeniden takdim edildi. İktidarı kaba kuvvet yoluyla gasp eden ordu karşısında, egemen gücün asıl tezahürü olan sivil halk bu mücadelenin öznesi olarak tanıtıldı. Râbia El-Adeviyye Meydanı’ndaki toplululuğun Tahrir Meydanı ile olan tarihsel ve güncel bağlarını ve dünyada yürümekte olan özgürlük mücadeleleriyle bağını keserek, yüzünü sadece İslam dünyasına dönmesi öz savunma ihtiyacından kaynaklanan bir direniş refleksiyle gerekçelendirildi. Fakat yine de, Rabia’nın simgesi olduğu kampanya, sadece İslam coğrafyasıyla sınırlı tutulmadı ve özel olarak Avrupa Müslümanları da hedef alındı. Gel gelelim Mısır’daki darbenin yarattığı status qou istikrar kazandıkça Rabia seferberliğinin yarattığı heyecan dinmeye ve sembolün görünürlüğü de giderek azalmaya başladı.
İslam coğrafyasında Arap Baharı ile beraber ortaya çıkan siyasi fırsatlar ve risklerin oluşturduğu zemini, Rabia’nın bir simge olarak gelişimi üzerinden de okumak mümkündür. Halk hareketlerinin ilk aşamasında Arap kentlerinin sokaklarına taşan demokrasi coşkusu, sonradan gelişen iki evrede iki farklı iktidar odağının hamleleriyle kuşatıldı. İlk evrede, İslamcıların kitlelerin demokratik taleplerini, halkın çoğunluğunu kapsayan İslami değerleri siyasete hâkim kılınma vaadi üzerinden kendi projesine eklemlediğini görüyoruz. Sonraki evredeyse, Müslüman Kardeşler’in siyasi başarısını, bölge üzerindeki denetimi açısından sakıncalı gören küresel güçlerin sürece müdahil olarak, Mısır ordusuyla beraber halkın demokratik enerjisini betonladığını görüyoruz. Kitlelerin iki evrede boşa çıkartılan özgürlük arzularından geriye, sadece Rabia Meydanı’ndaki ölüler kalmadı. Bir de seçimle iş başına gelen Mursi ve taraftarlarının, Arap Baharı’nın bir paydaşı olarak vaat ettiği değerlere arkasını dönmesiyle hayal kırıklığına uğrayan insanlar topluluğu var, Gayrımüslim azınlıklar, toplumun seküler hayat tarzına sahip kesimleri, kadınlar, sosyalist devrimciler bu topluluğun mensuplarından sadece bazıları.
Rabia’nın neden zafer işaretine alternatif olarak belirlendiğini de bu aşamada daha net olarak anlıyoruz. Zafer işareti, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana kullanılan evrensel bir simge. Arap dünyasındaki popülerliğini Yaser Arafat’ın onu Filistin davasının sembolü haline getirmesine borçlu. Son dönemlerde Arap Baharı ile ortaya çıkan kitle hareketlerinde tekrar görünürlük kazanan işaret, farklı yerlerde ve farklı taleplerle harekete geçmiş kalabalıkları aynı dinamiğim paydaşları olarak bütünleştirmede önemli bir işlev gördü. Aynı zamanda, Arap Baharı’nın araçlarının ve siyasi taleplerinin dünyanın geri kalanı tarafından anlaşılmasını ve kabul görmesini sağlayacak bir ortaklık unsuru gibi de anlaşılması mümkün. Dünyanın farklı merkezlerinde eylemde olan kitlelerin bildiği ve sahiplendiği bir simgeyi kullanarak, dünya genelinde yürütülmekte olan özgürlük mücadelelerinin genel akışına katılmış oluyordu. Rabia simgesini tercih eden topluluk, V-işaretiyle bir arada gelen bu türden bir dizi siyasi imkana da arkasını dönmüş oluyordu. İlk olarak, Müslüman Kardeşler örgütü, Arap Baharı ile olan bağlarını kopararak, kendi dışındaki toplulukları demokratik iktidar mekanizmalarından dışlayıcı bir sembolü benimsediğini gösteriyordu. Sonraysa, kendini küresel özgürlük dinamiklerinden ayırarak onlara karşı konumlandırmış oluyordu.
Maruz kaldığı katliam ve şiddet zeminini oluşturan topraklardan kopup dünya geneline yayıldığında, bir mücadele ve direniş sembolü olarak tanıtılan Rabia’nın temelindeki saldırgan ve dışlayıcı yan bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bir siyasal sembol olarak Rabia’nın başarısızlığının kaynağı, açığa çıkan bu gerçekte yatmaktadır. Başarısızlık sadece ifade ettiği değerlerin gereğini yerine getirememekle sınırlı değildir. Zafer işaretinin bir sembol olarak gösterdiği yaygınlık ve dayanıklılığa kıyasla, ortada büyük bir pratik başarısızlık olduğu da su götürmez. Katliamı duyurmak, şiddeti engellemek ve Mursi taraftarlarıyla dayanışmak gibi gerekçelerle AKP’nin bu simgeye yapmış olduğu siyasi yatırımın büyüklüğü ve elde ettiği sonuç, sadece fiyaskonun boyutları hakkında başka bir gösterge oluşturmaktan başka bir anlama gelmiyor. Çünkü, Rabia’yı dünya çapında bir simge olarak popülerleştirme girişimini, Erdoğan’ın imajını bir dünya lideri olarak yeniden kurma iddiasından ayrı olarak ele alınamaz. İddianın büyüklüğüyle karşılaştırınca elde edilen sonucun AKP açısından pek de iç açıcı olduğu söylenemez. Bugün gelinen yerde Erdoğan, Müslümanlar adına Batı karşısında konuşan ve mazlum milletlerin hamisi olan güçlü adam imajının çok uzağına düşmüş gibi gözüküyor. Rabia, küresel iktidar mücadelesindeki takımlar arasına girmek için göreve koşulmuş bir semboldü. Oysa dünya ligine çıkamayan AKP, halen yerli ve mahalli ligde top koşturmaya devam ediyor.
Erdoğan’ın simgeden söz ederken artık “Bizim Rabia’mız” demeye başlamasını bu çerçevede anlamak mümkün. AKP’nin tüzüğünde benimsenen işaretin, dört parmağın her birine ayrı bir anlam yükleyen şu ilkeleri simgelediği söyleniyor: Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Bu yoldan simgenin içeriğini sadece yerli ve milli siyasetin sınırlarına geri çeken, başarısızlıktan doğan hasarı giderecek bir bakım ve onarım çalışması yapılmış olmuyor. Aynı zamanda, bir süredir Türkiye’de siyasi mücadelenin yeni ekseni olarak takdim edilen yerli ve milli oluş anlayışının ilkelerine de kısmen açıklık kazandırılmış oluyor. Yolculuğuna bir mücadele ve direniş sembolü olarak başlayan bir simgenin, vardığı yerde bir saldırı ve tahakküm simgesine dönüşmesini bu ilkelerden daha iyi özetleyecek hiçbir şey yoktur. Çok kültürlü, çok inançlı ve çok dilli bir toplumda, böylesine tekçi bir mantığı sembolik alışverişin düzeni içinde dolaşıma sokmanın sonuçlarını öngörebilmek için, herhalde kahin olmaya gerek yok.
Bu durum, başarısızlığın sadece konjonktüre özgü nedenlerden kaynaklanmadığını, aslında köklerinin daha derinde olduğunu gösteriyor. Tekçi bir siyaset mantığını demokratik bir toplumun kurucu unsuru olarak sunmak, sadece demokrasinin seçimci ve çoğunlukçu bir yönetim biçimine indirgenmesi koşuluyla mümkün olabilir. Türkiye’de farklı görüşlerin, farklı kültürlerin ve farklı hayat tarzlarının hayat hakkı üzerinde kurulan baskının, Rabia işaretinin bize mal edilmesiyle kazandığı yeni içerikle tam olarak örtüştüğünü görüyoruz. Diğer yandan, seçimle iktidara gelen Mursi’nin, haklar ve özgürlükler konusundaki kayıtsızlığı, çoğunlukçu ve seçimci bir demokrasi anlayışına dayalı AKP modelinin İslam ve demokrasiyi uzlaştıran bir örnek olarak pazarlamanın sınırlarını da göstermiş oldu. O halde simgenin siyasal başarısızlığının, temelde Ortadoğu coğrafyasında AKP eliyle yaygınlaştırılmaya çalışılan seçimci ve çoğunlukçu demokrasi anlayışının başarısızlığı olduğunu söylemek yanlış olmaz. İslam ve demokrasinin nasıl bir arada var olabileceği, liberal demokrasi teorisinin önündeki en büyük meydan okumalardan birini temsil ediyor. Bu meydan okumaya, 2002’den beri yaşanan Türkiye deneyimi üzerinden verilen cevap, Rabia süreciyle beraber açık bir başarısızlığa uğramıştır.
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sandıktaki hayalet ve seçim bıkkınlığı üzerine
Adına ister “cumhur” deyin ister “millet”, genel iradeyi veya yararı belirleyen karar odağının sadece oylama süreçlerinde bir görünüm veya varlık kazanabileceği gerçeğine itiraz edilemez. Buna rağmen, seçim hikayelerinin biraz da hayalet öykülerini andırdığını söylemekten kendimi alamıyorum. Çünkü hayaletler de varlığını, tıpkı halk iradesi gibi, mekanda kapladıkları yere göre değil, gerçek dünya üzerinde bıraktıkları etkilere borçludur.
Kemalizm İslamofobik midir?
“Kemalizm İslamofobik’tir” önermesinin bir ucu, yaşam tarzı kaygılarıyla gündelik ilişkilerini düzenleyen bireylere, diğer ucuysa Türkiye’yi bir ulus devlet olarak inşa eden söylemler ve uygulamalar bütününe çıkar. Kısacası, kısa bir süre öncesine kadar resmi ideoloji muamelesi gören bir öğretinin tüm tarihsel tezahürleri ve ilişkileriyle ilgili bir bağlama da yerleşmiş olursunuz.
Kimlik mücadeleleri ve politik fobi eleştirisi
Kabul görme arzusunun temelinde, bir gruba ait olmakla elde edilen bazı özelliklerin, insanların benlik ve onur algıları açısından vazgeçilmez önemde olması yatar. İşte bu aşamada bir kimliğin tanınması için verilen mücadele ile her insanın eşit saygı ve değer görme hakkı arasındaki bağ çok belirgin şekilde açığa çıkar.
Erdoğanofobi: Beceriksiz bir adlandırma girişimi
Türkiye’de milleti devlete, devleti meclise, meclisi AKP’ye, AKP’yi de Erdoğan’a indirgeyen eşdeğerlik zincirinin aynısı, ümmeti Türk milletine indirgeyen bir ara kanıt yoluyla İslam topluluğunu Erdoğan figürüne indirgemek için de kullanılıyor. Erdoğan karşıtlığını İslamofobi olarak adlandırmak da bu sayede mümkün hale geliyor.
Bir kıyaslama: İslamofobi ve antisemitizm
İslamofobi, belli bir Avrupalılık ve Avrupalı ol(a)mama karşıtlığına dayalı olarak tesis edilmiş bütün iktidar dillerinin tabi olduğu ortak grameri kullanır. Amerika’nın yerlisi, Afrika’dan taşınan siyah köle, modern Yahudi gibi figürlerle olan aile benzerliklerini görmek, onun genel bir iktidar eleştirisinin mantığı dışında kullanıldığı durumlarda nasıl bir hal alacağını kavramak açısından belirleyici olacaktır.
İslamofobi: Aynı oyun, ayrı kurallar
İslam zaten belli, yanına da “fobi” gelince sanki anlam kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi bir varsayım var. Böyle bakılınca, İslam ile olumsuz bir bağ kuran veya dine hayır diyen her şeyi kolaylıkla İslamofobi torbasına atabiliyorsunuz. Gazete köşelerini dolduran ciddiyetsiz ve sığ İslamofobi eleştirilerinin sayısındaki artış, bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Belirsiz düşman kimdir, nasıl öldürülür?
Urla’daki dolmuşçular arasındaki kavgalar, Tarlabaşı’nda farklı gruplar arasındaki hâkimiyet mücadelesi, Çanakkale’de halkın inşaat işçilerini bir binada kıstırması, Beypazarı’da bir ilçenin topluca mevsimlik işçi çadırlarının üstüne yürümesi türünden olaylar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar yerli halkın Kürtlerin aksanından, şivesinden, yüksek sesle konuşmasından, kılık kıyafetinden duyduğu rahatsızlığın, nasıl hedef büyütüp toplu bir arınma ve kurban ayinine dönüşebildiğini de açıkça gösteriyor.
Bu kaza hiç olmayabilir miydi?
Siyasi geçmişimize bakınca, tüm tarih sanki bir zincirleme kazanın eseriymiş gibi görünüyor. Her kaza, bir önceki kazanın doğru ve yeterli tahlil edilmemesinden doğmuş, önceki bir kaza daha sonrakinin nedeni olmuş...
Kitlesel protesto: Sarı Yeleklileri nasıl anlamalı?
Sokak dili evrensel bir iletişim aracı olup, esasen bedensel performansa dayalı olmasıyla ayırt edilir. Bu ayrım, kitle hareketlerinin bulaşma veya tetikleme gibi mekanizmalar aracılığıyla bir “dalga” niteliği kazanabilmesinin en temel sebebini oluşturur. Bir toplumda ortaya çıkmış kitle hareketleri, etkilerini başka yer veya zamanda var olan toplumlara aktarmak suretiyle kendini aşan dalgaların parçası haline gelebilmektedir.
AKP’nin estetik başarısızlığı ve ahlaki mizaç sorunu
Her toplumun kültürel üretimi, etik ve estetik değerler arasında kurulan denge yoluyla şekillendirilir. Ahlaki mizaç derken kastettiğim şey, bu dengenin estetik aleyhine bozulmasıyla ortaya çıkan değer yozlaşmasıdır. Bozulmanın arkasında insanları sadece ahlaki bağlar yoluyla bir arada tutabileceğine duyulan güven ve gerçekten yaşanmaya değer bir hayatın estetik değerlere duyduğu ihtiyacı görmezden gelmek yatıyor.
'Şehit Menderes' ile 'rahmetli Özal' arasında
Günümüzde siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP, kendini bir yandan Menderesçi millet ve halk zıtlığının, diğer yandan Özalcı teknik ve özerk “prensler yönetiminin” mirasçısı olarak görmektedir. AKP’nin popülizm ile olan imtihanının sonucu, “şehit Menderes” ile “rahmetli Özal” söylemleri arasında sıkışmış parti siyasetinin yarattığı problemleri çözebilme kapasitesi tarafından belirlenecek.
Demokratik yapılar çözülürken Türkiye
Seçkinlere karşı demokratik iktidarın gerçek sahibi olarak sunulan halk, Türkiye’de sağın eğilimlerine uygun olarak “millet” veya “milli irade” şeklinde tanımlanmıştır. Halk adına, halk için yönetecek ve halkın diliyle konuşacak güçlü lider olarak ise yerine göre “reis”, “uzun adam” veya benzeri sıfatlarla tarif edilen Erdoğan’ın ismi öne çıkmıştır.
Rektörün gösterdiği: Lider mi takipçi mi?
Rektörün ifadesine göre, kendisi güya ülkenin içinde bulunduğu koşullarda lidere itaatin önemini vurgulamanın ötesinde bir maksat gütmüyormuş. Buna rağmen, kötü niyetli insanların Erdoğan’ı ve üniversitesini yıpratmak için kolları sıvadığını görünce, daha çok zarara sebep olmamak için istifa etmiş. Belli ki, kendini Müslümanlar için farz olan cihat görevinin heyecanına kaptırmış bir “nefer takipçi” gibi lanse etmek istiyor.
Oy pazara düşerse
Yakacak kömürü olmayan insan, çevre kirliliğinin yaratacağı felaketler için endişelenmekten önce, çok başka şeyleri hesaba katmak durumundadır. Aynı şey makarna için oy veren insanlar için de geçerlidir. Emekçileri ve yoksulları, “makarnacı” diye hor görmeden önce, onları oy hakkına bu kadar yabancılaştıran nedenler üzerinde durmak daha adil olur.
İttifak siyaseti ve hoşnutsuzlukları
İttifakın kırılgan yanını, devleti yeniden inşa eden yerli ve milli anlayışının içeriğinin ne olduğu hususu oluşturuyor. AKP, yerli ve milli olmanın anlamını, farklı ve değerleri birbiriyle çatışan kesimlerden oy toplama beklentisiyle kasten belirsiz bırakmaktadır. Erdoğan, büyükşehirlerde MHP’lilerin oyuna duyduğu ihtiyacı, kayyumların hizmetiyle kazanacağına inandığı oylarla uzlaştırabilecek bir stratejik muğlaklık siyaseti izlemektedir.
Af dilemesi gerekenler af ilan edemez!
Af önerisinde çiçeği burnunda başkanlık sistemi için temiz bir sayfa açmak ve toplumsal barışı yeniden tesis etmek gibi gerekçeler zikrediliyor. Böylelikle mesele devletin ceza politikasının bir unsuru olmanın ötesine, yüksek bir moral davranış olma seviyesine çıkarılıyor. İşte, af dilemesi gerekenler affedemez görüşünün anlam kazanmaya başladığı yeri de burası oluşturuyor.
'Medeniyet çınarı'nın bir dalı olarak AKP
Medeniyetçi siyaset, görünüşte AKP’nin inşa ettiği “yeni Türkiye” için dünyada bir alan açan, dış ve iç siyasette bağımsız davranabilme kudreti kazandıran bir ideolojik çerçeveydi. AKP’li Türkiye, kendini tarih boyunca İslam’ın kılıcı olmuş bir devlet geleneğinin devamı olarak sunduğunda, İslam dünyasına aitmiş gibi durabiliyordu. Ancak kendi deneyimini İslamcı gruplara laik ve demokratik siyasetin bir modeli olarak önerdiği oranda da, o dünyanın dışına çıkmış oluyordu.
Muhafazakâr demokrasi aslında neydi?
AKP, taşıdığı ideolojik “işlevleri” sistemin koyduğu kurallara uyarlamada büyük bir maharet sergiledi. Milli Görüş hareketinin içinden bir oy makinesi olarak çıktı. Kendisi dönüştü ve dönüştükçe sistemi de kendi siyasi tarzının gereklerine uygun bir şekilde dönüştürdü. Bugünkü otoriter süreçlerin yapılabilirlik koşullarını elde ettiği seçim başarılarıyla inşa etti.
Stratejik muğlaklık: AKP ideolojisinin evrimi
Aslında muğlaklık, bir açıdan siyasetin “fıtratında” var olan bir şeydir. Eldeki imkanlar kullanıldığında, başta hedeflenen sonuca götüreceği kesin olan hiçbir yol yoktur. Geleceğin belirsiz olması, siyasetçilere her zaman için beklenmedik olayların yaratıcılığına güven duymayı öğretir. Bundan dolayı, her siyasi konjonktür, bazen tezat da teşkil edebilecek, birden fazla ihtimali bağrında taşır. Stratejik muğlaklık, AKP için bir yandan hem o hem bu olmayı, diğer yandan ne o ne bu olmayı işine geldiği şekilde savunmayı mümkün kılmıştır.
Emanetçi başbakan olmanın önemi
Türk usulü başkanlık tartışmasında kendini sürekli tekrar eden bu modelin mekanizması yaklaşık olarak şöyle betimleyebiliriz. İlk önce güçlü ve özerk bir başbakanlık pratiğinden geçen siyasi lider, belli bir aşamada cumhurbaşkanı seçilir. Artık cumhurbaşkanı olan eski başbakan, bir süre sonra başkanlık sistemine geçişin gerekliliğini ve yararlarını tartışmaya açar. Başkanlık tartışmasının yumuşak karnı, halef olarak belirlenecek başbakanın tutumudur. Bu yüzden, başkan olmak isteyen cumhurbaşkanının en zorlu meselesini, halef olacak başbakanın tayini oluşturur.
Yıkıcı iyimserlik
Yıkıcı iyimserlik, beklentilerin boşa çıkmasıyla yaşanan bir hayal kırıklığından çok daha fazlasını anlatır. Sadece bu olsaydı, taktik veya stratejik değişiklikler, iyimserlik eğilimini tekrar ayakları üzerine oturtmak için elverirdi. Oysa seçim sonuçlarının yaşattığı derin sarsıntı, durumun böyle olmadığını açıkça gösteriyor. İyimserlik, bizi iyimser olmaya sevk eden gayenin kendisi, varılmak istenen sonucun önüne bir engel olarak dikildiğinde yıkıcı olur.
Siyasetin ikili sarmalı
Öncelikle, tek parti dönemine özgü parti ile devlet bütünleşmesi türünden bazı patolojilerin bugün farklı biçimler içinde nasıl yeniden üretilebildiğini anlamamız gerekmektedir. Sonra “çok partili hayatın” farklı evreleri ve bunlara denk düşen mantıklar arasındaki geçişlerin demokrasi üzerindeki etkisine daha fazla önem verilmesi gerekmektedir. Parti sistemlerinin iktidarı paylaştırma ve kullanma biçimlerinin gösterdiği süreklilik ve değişim, ancak siyasi hayatı çevreleyen bu “ikili sarmalın” toplam etkisini gözettiğimizde tüm boyutlarıyla görünür olabilecektir.
Aşırı 'hâkim parti sistemi': Parçalanmadan kutuplaşmaya
Erdoğan tarafından “ustalık dönemi” olarak adlandırılan evrede, siyasi rekabetin koşulları giderek sertleşmeye, muhalefet ve protesto kriminalize edilmeye başlanmıştır. Siyasi iktidarın rekabet ve çoğulculuğu mümkün kılan özgürlükler üzerindeki denetimi bu yoldan artmış ve rejim nispeten otoriter bir karakter kazanmıştır. Belki de, bu otoriter eğilimini belirginleştirecek bir “aşırı” sıfatını, “hâkim parti sistemi” başlığının önüne getirmek, günümüz parti sistemini anlatmak açısından en uygun yoldur.
Cumhurbaşkanının iki şapkası
Cumhurbaşkanı, biri parti mensubu olarak yapıp ettikleriyle, diğeri yürütmenin başı ve devletin manevi kişiliğinin temsilcisi olmasıyla ilişkili olan iki karşıt konumu aynı anda işgal etmektedir. Henüz bu konumların cumhurbaşkanının davranış ve sözlerine uygulanabilecek objektif kriterlerle ayırt edilmesini sağlayacak bir düzenleme yapılmış değil. Böylelikle, “partili cumhurbaşkanı” statüsü kendi içinde çelişkili hale geliyor...
Oy vermek demokrasinin iman etme biçimidir
Artık siyasal ajitasyon, oy vermeyi kılınacak namazların sevabını belirleyecek bir iman davranışıyla eş tutan demagojilere açık hale gelmiş durumda. Tüm bu gelişmeler bizi seçimlerin kazandığı bu yeni vasfa eleştirel bir bakışla yaklaşmaya yöneltiyor. Siyasal seçimleri, ait olduğu yere, yani dünyevi kullanım alanına tekrar iade etmemiz lazım.
Özgürlükçü bir laiklik için
Kendinden ayırmaya, mesafe koymaya çabaladığın şeye dönüşmek elbette derin bir bunalımın göstergesidir. Bu bunalım Türkiye’deki kurumsal ifadesini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığında bulur. Bu kurum, Kemalist çevrelerce “zararlı” veya “gerici” din anlayışlarının denetim altında tutulması, dindar çevrelerce “sapkın” veya “zındık” anlayışların önüne geçilmesi açısından yararlı bulunur. Birbiriyle çatışan bu iki anlayışın, böyle bir bunalım kavşağında buluşabilmesi, sadece sözünü ettiğim bu indirgeme göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Cezasızlık: Bir sistem sorunu
Geçmişte işkencede öldürülmüş bir öğrencinin, diyelim Birtan Altunbaş’ın hesabının adalet tarafından mutlaka sorulacağını söylerler. Bir insan hakları savunucusunun, diyelim Tahir Elçi’nin kameraların önünde katledileceğinden sanki habersizmiş rolü oynarlar. Sürgünde ölmüş bir sanatçının, diyelim Ahmet Kaya’nın mezarında duaya açtıkları elleriyle vicdan pozları keserler. Lakin tüm bu öğrenilmiş sözlerin, rollerin, pozların arkasındaki gerçek buz gibi açık ve ortadadır. Failler ne kovuşturulmuş ne de cezalandırılmıştır, bilakis maddi ve manevi, her açıdan ödüllendirilmiştir.
Tarz-ı hayat siyasetini anlamak
Hukuki ahlakçılığın baskıcı etkilerini hayatın her alanında hissediyoruz. Bu etkileri “açık giyimli” bir kadın veya Ramazan’da oruç tutmayan bir insan örnekleriyle somutlaştırabiliriz. Çoğunluğun bu insanlardan temel beklentisi “ahlaki” değerlere saygı göstermeleri ve kışkırtıcı olmamaları yönündedir. Ancak kapsamı ve ölçüsü belirsiz olan bu beklenti sıklıkla çoğunluğun galeyana gelmesini açıklayan bir bahane olarak ileri sürülür.
Vesayetçilik ve çoğunlukçuluk kıskacındaki insan hakları
“Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır.” Bu cümleyi, yerli ve milli türden bir nihilizmin kurucu ilkesi olarak okumak da mümkün. Çünkü nihilizm, tüm değerlerin değersizleşmesini anlatır. Türkiye’de nihilizm süreci yerli ve milli değerler adına, insanlık değerleri hakkında kuşku yayarak hayata geçirilir. Sanki bu ülkede yaşayanlar, öncelikle insan değilmiş ve bu değerlerden hiç pay almamış gibi, insanlık değerleri şeref ve şerefsizliği ayırt etmenin ölçütü olmaktan çıkarılır.
Belleği şiddet inşa eder
Şiddet yoluyla insanların zihninde açılan yaralar, sanki bir tür zihinsel mutasyona yol açıyor ve sonraki kuşaklara devrediliyor. İnsan bellekleri, doğrudan kendilerinin deneyimlemediği, aktarılan bir şiddetin bıraktığı sızıyla şekilleniyor.
Yerinden edilen Kürt sorunu
Zorla göç, Kürt sorununu deteritoryalize ederek ülke sathında etkisi hissedilen bir mesele haline getirdi. Bundan sonra Kürt meselesi, devlet aklı tarafından sadece Türkiye’den toprak koparmaya dönük sorun olarak değil, bir bütün olarak toplumu yönetebilme kapasitesiyle ilgili bir mesele olarak görülmeye başlandı.
İşkence: Egemen karşısında insan
12 Eylül söz konusu olduğunda işkence, “devlet otoritesi ve varlığını” sağlamak amacıyla yaygın ve sistematik bir şekilde uygulanmıştır. Şiddet, insan doğasını dönüştürmenin, onları sadık vatandaşlar olarak yeniden yaratmanın aracı olarak uygulanmıştır. O halde, işkence 12 Eylül için özdür ve onun temel yönetme biçimidir. İşte 12 Eylül’ü sadece insanlığa karşı işlenmiş suçlarla bir arada ele aldığımızda gerçek anlamını kavrayabiliriz.
Haklar şiddete karşı
İhlalin olduğu yerde mutlaka savunu da olacaktır. Savunu hakkın gerçek değerini açığa çıkarır ve onu tamamlar. Esasen hakkın savunulmaya olan ihtiyacı, insanın suya ve havaya olan ihtiyacından farksızdır. Çünkü biz bir hakkın somut anlamını, ancak onun içeriğini ihlal eden şiddetin özürleriyle mücadele içinde kavrayabiliriz.
İnsan haklarını savunmak
Herkesin bir diğerinin hakkına duyarlı olduğu bir “insan hakları uygarlığında” yaşasaydık, savunuculuk gibi özel bir uğraşa gerek kalmayacaktı. O halde, çoğunluk ile belirlenen milli iradenin duyarsızlığını, savunuculuğu gerekli kılan etmenler arasında saymak yanlış olmaz. Çoğunluğun bazı durumlarda ihlalleri mecburi, düpedüz yararlı bulmasından ötürü, o topluluğun içinden çıkmış, ama onların dar çıkarlarının ötesine geçmiş savunucuların varlığı paha biçilmez bir değer kazanır.
Beka koşullarında siyaset
Beka siyasetinin, Türkiye siyasetinde, monarşik ilkeye demokratik ilkeden daha çok güç kazandırdığı bana çok açık görünüyor. Bununla egemenliğin soydan aktarıldığı bir devlet biçimine geçmek üzere olduğumuzu söylemek istemiyorum. Aksine beka söyleminin asıl başarısı, cumhuriyete özgü kurumların ve organların varlığına rağmen, iktidarın monarşik bir kullanımını mümkün kılan mekanizmaları işletebilme becerisinden ileri geliyor.
KHK'lı olmanın hakkını vermek
KHK'lı olma deneyiminin hakkını vermek, insanların KHK'lı olmama hakkını temel bir siyasi talep olarak geliştirmekle mümkün. Bu talep, haksızlıkları giderecek bütünlüklü bir sosyal ve siyasal hak mücadelesi paketinin ana ilkesi olarak belirlenmelidir. Sadece o zaman bu deneyimin hakkını vermek mümkün olacak ve kişisel hikayelerimiz de sesini ve değerini bulacaktır.
‘Terörist’ modern siyasetin korkuluğudur
Terör, ilk başta insan doğasını devlet eliyle değiştirmenin bir aracı olarak benimsenmişti. Açık alanlarda, bizzat devlet tarafından uygulanan öldürme eyleminin kolektif duygu rejiminde yarattığı etkiye verilen isimdi. Daha sonraları duyguların siyasal yönetimdeki bu olanaktan, hem devlet erkanı hem devlet karşıtları yararlanmak istemiştir.
Direnişin sıfır noktası
“Sıfır noktası” her şeyin tükendiği yer değildir sadece. Yeni olan her şeyde işe sıfırdan başlamak esastır. Dönemin ruhuna özgü direniş pratikleri bu mantık içinden yeniden inşa edilebilir. Bunun için usta avcılarla ilgili anlatılan hikâyelere kulak kabartmakta yarar var.
Alevlerin ucundaki nilüfer
Bu eylemi yapan insanların nihai amacı kendini öldürmek, yani intihar etmek değildir. Eğer böyle olsaydı pekâlâ, bu işi gizli saklı da yapmaları mümkün olabilirdi. Söz konusu eylemle asıl başarılmak istenen kamusal bellekte yaşayacak kalıcı bir imge yaratmaktır. Böylelikle ilk adımı kendini öldürmek olan bu eylem, son adımda bir protesto davranışına dönüşür
Şehitlik makamındaki hakikat
Şehitlik insan varlığının en uç düzeyde araçsallaştırılmasıyla ilgili bir siyaset unsurudur. Bu siyaset, insan bedenlerinin ve bu bedenlerden oluşan halk topluluklarının imhasıyla ilgili bir ölüm siyasetidir.
Rüya âlemindeki devlet
Devletlû tarihçilere bakacak olursak bu hükümdar tipi görev aşkıyla yanıp tutuşan biridir. Güya halk rahat uyusun diye, o nöbet tutmayı seçmiştir.
Devletle sırdaş olmamak
Midas'ın efsanesinde ciddiye alınması gereken bir paradoks var. Son tahlilde hikâyede dile gelen sır saklamanın imkânsızlığıdır. Bu paradoks, devlet sırrının ne menem bir şey olduğunu anlamanın kapısını aralıyor.
Komploya inanma, komplosuz kalma
Günümüz Türkiye’sinde komplo teorilerine duyulan açlığın nedeni Türkiye’nin yaşadığı “siyasi temsil krizinde” aranmalıdır. Kriz, esasen tek siyasi meşruiyet ölçütünün seçim olarak belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Siyasette sadizm üzerine
Mevcut belirsizlik ortamında insanlarla eğlenmeye doyamayan tüm “şakacı” zulüm teknisyenlerine şu tavsiye olunur: Daha çok Sade okuyun. Bugün siyaset veya adı her neyse, yaptığınız işlerin başkalarının haklarına karşı işlenen suçlara ortak olmak dışında bir anlamı olmadığını göreceksiniz. Devam mı etmek istiyorsunuz? O halde daha çok çabalayın, daha çok suç işleyin. Mutlaka takdir görecektir.
Direniş menekşe kokar
Kuvvet kullanımı olarak güç, belli bir anda gerçekleşir. Bu yüzden efendilik uğraşı hep sürate ihtiyaç duyar. Oysa adalet belli bir süre ister. Hatta adalet için uzun süren bir sabırdır dense yeridir.
Bir vatandaşın arabı
Artık milyonlarca Türkiye arabı var. İnanın her biri başka bir Türkiye’nin arabı. Boş verin atasözü görünümündeki o sahte bilgeliğin arkasından koşmayı. Sadece dikkatle bakın o insanların yüzlerine.
Irkçılar şamata yapar
Türkiye’de siyasal çatışmanın boyutları derinleştikçe, “kavgada olsa söylenmez” dediğimiz sözlerin kullanımında ciddi bir artış oluyor. Felaketler için biçimsel, törensel dayanışma jestleri veya sözleri bile bazen bir tarafa itilebiliyor. O zaman, “bırakalım gebersinler” önerisi, sanki siyasi bir fikirmiş gibi, sanki özel bir duyarlılıkla çıkarılmış bir sesmiş gibi arzı endam edebiliyor.
Bir Türk'ü nereden tanırsınız?
Yerlilik, yerel topluluğu temsil edebilecek siyasal kimlik biçimlerinden sadece biri olarak görülmelidir. Topluluğun güçlerinin yabancılara karşı harekete geçirilmesi yoluyla ortaya çıkan bir sonuçtur yerlilik.
Adaletin bağrındaki boşluk
Yalnızlığın sınırlarının, belki de en koyu çizgilerle vurgulandığı bir deneyim söz konusudur burada. En fenası da sınırlanmış olma bilincini takip edecek olan güçsüzlük yahut yoksunluk hissidir. Bilirsiniz siz de bu hissin sonuçlarını...
Türkiye’nin kötülük sorunu
Türkiye’de kötülüğün nasıl üretildiğini, kullanıldığını ve yayıldığını anlamak için dindarın masumiyetini esas alan bir başlangıç noktası değil ihtiyaç duyduğumuz. Kötülük, günahın baştan çıkartıcılığıyla değil, siyasal olarak birikmiş hıncın, farklı olana, itiraz edene veya kendine uymayana yönelttiği saldırganlıkla karakterize ediliyor.
Korku ikliminde insan olmak
Herkes bilir ki, mesele bir veya beş kişiyi asmak değildir. Bin beş yüz kişi veya yüz elli bin kişiyi ihraç etmek veya birkaç yüz barış akademisyeninden “medeni ölüler” yaratmak da değildir. Asıl mesele bu uygulamaların timsali olduğu şeyi anlamaktadır.