YAZARLAR

Kaotik dış politika

Türkiye demek Erdoğan demek, Türkiye’nin başdiplomatı da Erdoğan, başkası değil. Hariciye bir yazmanlıktan ibaret, Erdoğan dışındaki oyuncular da yardımcı rollerde.

Diplomasi astrofizik ya da estetik cerrahi gibi değil. Herkes yapabilir. En azından İngilizce bilinse iyi olur tabii, iletişimi kolaylaştırır. Yapa yapa öğrenilen de bir meslek diplomasi. “Harika Çocuk” gibi lakaplar hariciyede vardır, yok değildir ama, yirmi beş yaşında Vaşington yahut Moskova Büyükelçisi olunamaz. Olunamamalıdır da. Fakat, bunlar politikaların yürütülmesine dair meseleler.

Hasbelkader benim de Irak görevlerimden tanımak fırsatım olan BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura* tam bir “diplomatlar diplomatı”. Burnunun üzerindeki “pince-nez”, serçe parmağındaki asilzade yüzüğü, göğüs cebindeki mendil, Akdeniz’de gezdiği tarihi yelkenlisi, özenle pomatlanmış gümüşi saçlarının yanı sıra genizden ses tonuyla bihakkın konuştuğu yedi dil, zor görevler üstlendiği kırk yıllık BM geçmişi göze çarpan özellikler. Bizim deyişle “haza beyefendi”. Ancak de Mistura’nın 1600 günü aşan Suriye görevindeki performansı o görevi 1600 gün sürdürebilmiş olmaktan ibaret.

Staffan de Mistura – BM Suriye Özel Temsilcisi

Devir De Mistura’ların devri değil belki. Politikaların yapımı, üretimi ise ayrı konu. Güncel bazı örneklere bakalım: “Sisi gitmeden Mısır’la ilişki yok.” “Karabağ sorunu hallolmadan Ermenistan’la kapılar açılmaz.” “Esat gitmeden Suriye’deki askeri mevcudiyet sona ermez.” “MbS, Kaşıkçı cinayeti emrini verdiğini üstlenip, veliahtlıktan feragat etmeden Suudi Arabistan’la aramız düzelmez.” Hatta: “PKK silah bırakıp, geri çekilmeden barış süreci başlamaz.” Bunların tümü “ağızdan dolma”** yaklaşımlar.

Söz konusu diplomasi türü, Türkiye’nin tek başına da kalsa, kendi önceliklerini tüm diğer ilgili oyunculara yani devletlere dayatabileceğini, kendi çözümlerini dikte ettirebileceğini varsayıyor. Bu ve benzeri yaklaşımlar, önce siyasi çözüm, ardından ülkenin ulusal güvenlik ilkeleri olarak adeta taşa kazılı hale getiriliyor. Türkiye’nin dediklerini zorla, kanırtarak yaptırması ise haritada biricik konumu ve Ortadoğu’daki tüm çatışmalara müdahalelerin vazgeçilemez müttefiki olduğu savına dayandırılıyor.

Ayrıca günümüz dünyasında diplomasi, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişim nedeniyle giderek hızlanıyor. Öte yandan, yine giderek, “bir numaralar” çoğunlukla “başdiplomat” olarak sahne alıyor. Türkiye’de bu durum, geçtiğimiz tek adam-tek parti rejimi bağlamında, daha da çarpıcı biçimde gerçekleşiyor. Türkiye demek Erdoğan demek, Türkiye’nin başdiplomatı da Erdoğan, başkası değil. Hariciye bir yazmanlıktan ibaret, Erdoğan dışındaki oyuncular da yardımcı rollerde.

Bu durum olumlu anlamda değerlendirilirse, top yıldız oyuncunun ayağındayken rakip takımın far görmüş tavşan gibi ipnotize olacağı belirtilebilir. Öte yandan, keza bu durum, top yıldız oyuncu dışındaki takım üyelerinin birinin ayağındaysa karşı takımın, sahneyi paylaşan diğerlerinin elleri belinde, esneyerek bekleyecekleri de demek olabilir. Ayrıca tek yıldızla maçı almanın köhne bir taktik olmasının ötesinde, o yıldız oyuncunun menecer-futbolcu da olması bizdeki durumu daha iyi tanımlıyor gibi.

Maradona, Belçika’ya karşı (1986 Dünya Kupası yarı finali – Meksika)

Türkiye NATO üyesi. Yönü son yüzyıllarında Batı’ya yönelmiş Osmanlı devletinin devamı. Türkiye’nin, bir yandan yukarıda değinilen haritadaki konumunun deyim yerindeyse “ekmeğini yerken”, aynı zamanda dünyadan yalıtılmış bir ada, dünyayla kavgalı bir ülke olarak davranması tutarlı değil. Bizim cihet-i askeriye ta Tannenberg’i Sarıkamış’a uyarlamaya kalkışmaktan beri öngörülemezliğe savaş alanında bir avantaj olarak iman edegelmiş. Hariciye de, öngörülebilirliği dış siyasette itibarın temel taşı olarak benimseyegelmiştir.

Dış siyasette caydırıcılıkla, öngörülemez kabadayılık aynı şey değil. Kabadayılık, “rough state” olmak demek. Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Kim’in Kuzey Kore’si gibi. İçeride hesap verme yükümlülüğü olmayıp, bölgesinde yeraltından at oynatan İran bu tanıma uymuyor. Ancak herhalde İran’ın da Türkiye için model olamayacağı açık. Sanki kimliksel burulma; Batı’dan topyekun palamarları çözebilme, NATO zincirlerinden, AB üyeliği hedefinden kurtulmak gibi olanaksız erekler peşinde enerji kaybı sonucunu doğuruyor. Bu çaba, kulağa hoş gelen ancak örtüyü kaldırıp baktığımızda altı boş, “dünya beşten büyüktür” gibi sloganlarla kendini dışa vuruyor.

Ulusal itibarın, bir ayağı öngörülebilirlik ise, diğeri tutarlılık. Hem söylem ve eylem tutarlılığı, hem bugün dediğinizin yarın aksini söylememek, hem söylediğinizin gerçeği yansıtması. Sorarsanız Türkiye sürekli saldırı altında ve Türkiye hep haklı, hep niyeti salih. Diğer güçler yağma ve talan için bölgemizde; biz insani yardım, İslam kardeşliği, organik tarihsel bağlar, dayanışma adına. Tek istisnası Kürtler: Eh, onlar da zaten aldatılmış, satılmış vatan haini bölücüler kısmen.

“Nasıl” kısmı da üsluba dair. Belki esasa müteallik değil ama o da işin bir başka parçası. Örnekse, MbS’nin Arjantin’de yapılacak G-20 Zirvesi’nde görüşme talebine “bakarız” yanıtını verdiğini Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Süddeutsche Zeitung gazetesine verdiği mülakatta doğrudan aktarıyor. Bu üslup, hem tribünlere oynama yani dış siyasetin iç kamuoyuna tüketim malzemesi yapılması, hem takımın menecer-futbolcusuna “beni de gör” demek dışında diplomatik etkinlik anlamı taşımıyor.

Cumhurbaşkanının “bakarız” demesi sorunlu değil, Dışişleri Bakanı’nın bu ifadeyi doğrudan Alman gazetesine aktarması sıkıntılı. Bu biçimde Çavuşoğlu, Erdoğan’ın kademesine girmiş olmuyor. Belki CIA de Trump’ın önüne MbS’nin Kaşıkçı’nın öldürülmesi talimatını bizzat verdiğine ilişkin kanıt koymuş olabilir. Ama çok belli ki Trump, MbS’ye rehabilitasyon yolunu, ABD’nin belirli somut taleplerinin karşılanması karşılığında açık tutmak istiyor.

Eski Türkiye’de “kanlı” konularda “la” sesini MGK sütresi gerisinden askeriye verir, hariciye güftenin bestesini yazar, hükümet de eseri icra ederdi. Ortada bir ahenk olurdu da yapılan müzikten hayır gelir miydi, geldi mi, orası ayrı soru. Şimdiki daimi kakofoni haliyse kulakları tırmalıyor. “Ne atarsam gider, ne verirsem yerler” kafası belki içeride iş görüyor görmesine de, dışarıya Türkiye’nin herhalde iş yapılacak bir ortak görünümünden ziyade, zoraki idare edilmesi gereken dengesiz bir hısım olduğu izlenimi sunuyor. Maalesef, çizilen eskiz ile zihinde canlandırılan portre birbirini tutmuyor.

*David Kenner’in The Atlantic’de yayımlanan De Mistura makalesini konuyla ilgilenenlere öneririm.

**“Ağızdan dolma” eski tüfekler, toplar için kullanılan bir terim: “Front-loaded approach” anlamında.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.