YAZARLAR

Demirören grubu bir şey istiyor!

Medyanın kadim günahlarını sayıp döken, okura, medya çalışanlarına ve internet sitelerine kızgınlığını açıklayan Mehmet Soysal, serbest rekabete de hayli öfkeli: “Her önüne gelen, bilen ve bilmeyen medya sahibi olmaya çalışıyor…” Anlaşılan, Demirören grubunun “siyasetten ve devletten” bir isteği var.

Mehmet Soysal’ın, Demirören medya grubunun en üst yöneticisinin 11 Kasım tarihli yazısıyla devam edelim, başlık, “Kaybedenler kulübü mü?” İlk iki yazıdaki “pahalı içerik ücretsiz erişim” teması sabit. Bu hale nasıl düştük diye soruyor ve “medyanın günahları” listesini uzatıyor: Reklam ve piar (PR böyle yazılmış, iyi tercih) ajansları, geleneksel medya kuruluşlarını neredeyse esir almış. O kadar ki, “Paranın efendileri ajansları üzerinden medyayı dizayn ediyor.”

El-hak, doğru. Üstelik bu sadece Türkiye’ye ait değil, medyanın (birçok başka kurum gibi) küresel dönüşümünün altında yatan neredeyse evrensel diyebileceğimiz sorunlarından biri. Soysal’a göre gazeteciler de “şirketlerin lansmanlarıyla, gezileriyle, hediyeleriyle” şirketlerin arzuladıkları noktaya taşınmış. El-hak bu da doğru.

İNTERNET SİTELERİNE KIZGINLIK

Medyanın, “olması gereken yeri terk ederken olmaması gereken yerde durmaya ısrar ettiği” de doğru. Kendi haklarını savunamaz hale gelmiş bu yüzden. Neyi kast ediyor? İktidara karşı bir hak dile getirmediğine göre, muhalefete karşı hakları mı söylüyor? Ve “Yedi düvele meydan okuyan, akıl veren, eleştiren medya, internet sitelerine içindeki gelişmeleri de ihbar etmeye başladı.”

Ne diyor bu cümle? Yerel ve küresel ölçekte geçerli tespitlerden ve eski medya eleştirisinden, birden bire “medyanın içindeki hainler”e mi geçiyoruz? Medya, “kendi içindeki gelişmeleri”, “internet siteleri”ne ihbar etmeye başlamış? Gazeteciler, hani şu çalışan yoksullar kendi hallerini haberleştirmeye çalışmış da ona mı kızıyor? Ve “internet siteleri”ni medya olarak görmediğini bir daha vurgulamak için mi böyle bir cümle kuruyor? Kol kırılsın yen içinde kalsın mı diyor? Belirsiz.

Fakat her şey o kadar belirsiz değil, devam edelim.

UÇURUMLARDAN UÇURUM BEĞEN

Serinin devamı 13 Kasım Salı günü geldi, başlık “Uçurumların kıyılarında.” Bir uçurum yok yani, çok uçurum var ve kıyısındayız. İlk üç uçurumu görmüştük: Okur-izleyici uçurumu, reklam veren uçurumu, medya çalışanı uçurumu…

Yazıya, telif haklarıyla giriliyor: “Sanatçıların telif hakları yasalarla koruma altına alınırken, yazılı ve görsel medya kurumları ve emekçilerinin hakları konusunda aynı durum geçerli değil.”

“Emekçi hakları”nı bu kadar gözeten bir medya yöneticisi her gazetecinin hayalidir. Fakat, devamında iki yere kızıyor: Bir, kes kopyala yapıştırcı sosyal medya korsanlarına ve bir de “internet medyası”na. Korsan korsan olarak kızılıyor da internet medyası? Kes, kopyala yapışır yapana korsan dediğimize göre, bir korsanlar var bir de “internet siteleri.” Şunu anlıyoruz ama: Emekçi hakları derken, emekçinin ürettiği teliften çok, o telif işi tepe tepe kullanan şirketin çıkarlarını diyor. Aynı grup içinde bir mecrada istihdam edilen gazetecinin bir işini diğer mecralarında bedava kullanıyor oluşu değil derdi, misal. “Hak”ların tuhaf yer değiştirmesi dönemin en önemli özelliği.

HAYDİ BİR ARAYA GELELİM!

Bir de öneri: “Geleneksel medya kuruluşları ve yönetimleri bir araya gelerek, stratejik ortak kararlar almaya başlamalı.” Hangileri, “kronik muhalif” olanlar mı yoksa toplantılarına iktidar üyeleri katılanlar mı? Hepsi birden mi?

Kızgınlık sürüyor: “Her önüne gelen, bilen ve bilmeyen medya sahibi olmaya çalışıyor ve bu sahipliği de çok küçük maddi risklerle üstleniyor.”

Bir uçurum daha: Her önüne gelen niye medya sahibi olmaya çalışıyor ki! Olacak şey mi? Şaka bir yana, ne denildiği önemli burada, kimin medya sahibi olacağı kimin olamayacağına dair bir “lisans” düzenlemesi mi isteniyor?

TEKEL Mİ LAZIM BEYİM?

Devamdaki cümle: “Güç sahibi olmak, yerelde siyaseti dizayn etmek uğruna elde edilen bu güç pozisyonları aslında siyaseti ve devleti terörize ediyor...”

Her önüne gelenin medya sahibi olmaya çalışması, “serbest rekabet”ten yararlanmak istemesi mi “siyaseti ve devleti terörize ediyor” acaba? Ve “çok küçük maddi risk”ler neye göre küçük? Elbette, Demirören’in devasa gücü karşısında örneğin Sözcü, örneğin Cumhuriyet, örneğin Evrensel, örneğin Birgün, örneğin Karar filan “küçük” sayılacak “maddi riskler” görünebilir amiral gemisinde otururken, fakat bundan size ne? Belli bir ekonomik gücü olmayan piyasaya girmesin demek için lafı bu kadar dolandırmak gerekli miydi? Alınacak maddi riskin boyutuna göre siyasal bir karar, yani kanun kararname filan istemeyen biri böyle bir cümleyi niye kurar?

Demirören grubu bir şey istiyor, “devletten ve siyasetten.” Okura, internet sitelerine, reklam verene, hasılı medyaya giren “küçük” dediği sermayelere vs. ilişkin bir şey istiyor.

Son yazı onunla ilgili olacak.

NOT:

Başlı başına bir yazıyı hak eden bir mesele var ama bu diziyi bölmek istemedim. Mesele hem anti-hukuk ve hem de uygulayıcılarının arzuladığı “medya”nın niteliklerini çok iyi sergiliyor.

Yeni Şafak Gazetesi dün bir haysiyet cinayetine girişti. CHP’li Beşiktaş Belediyesi, “Beşiktaş Kent Okulu” oluşturmuş ve burada anti-hukuk kararnamesi ile atılmış akademisyenlerin de bulunduğu bazı isimlere “ders” verdiriyordu. Tebrik etmek gerek. CHP’yi, böyle işleri ya da ders verenleri sevmiyorsanız da susarsınız olur biter.

Yeni Şafak, hem atılan isimleri hem de CHP’yi “terör”le eş tutuyordu. Başlık bile ceza hukuku açısından suç oluşturacak nitelikteydi, çünkü “terör”den filan atılmadı hiçbiri. Bir gazetenin böyle bir ifade kullanabilmesi için Mehmet Soysal’ın sözünü ettiği hastalık ve günahlarla enfekte olmuş olması gerekir. Gerçi Soysal “iktidara karşı” yapılan şeylerde hastalık görüyor sanki sadece ama teşhis doğru: Mahkeme kararı olmadan insanları suçlu ilan etmek, suçtur.

Anlaşılan, seçimden önce CHP’yi “terör” kompleksine sokmak hedefleniyor. Suçlanan isimler arasında Gazete Duvar (ve Diken) yazarı Murat Sevinç ile Gazete Duvar yazarları İlhan Uzgel ile Ali Rıza Güngen de vardı. Yine aynı kararnameyle hakları çiğnenen Ahmet Haşim Köse, arkadaşlarının haklarını ve CHP’nin ne kadar isabetli davrandığını çok güzel anlattı dün:

“Bu ülkede ekonomi politik anlatılacaksa Benan Eres böyle bir programda yer alır; bu ülkede anayasa anlatılacaksa Murat Sevinç o programda yer alır; bu ülkede uluslararası ilişkiler anlatılacaksa İlhan Uzgel o programda yer alır; yine bu ülkede örneğin Ortadoğu anlatılacaksa Fulya Atacan yer alır… Diğer hocalarım da konularının gerçek anlamda uzman kişileridir.”

Elbette, hedef alınan isimleri (yani kararname adaletsizliğine uğrayan herkesi) nitelikleriyle savunmak bile bize ayıp gelir, niteliklerinden önce hakları ayaklar altına alınmıştır çünkü. Fakat örneğin Murat Sevinç’in iktidar partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmak istendiği davada ve hukuk garabeti “367 kararı”na karşı nasıl sarih biçimde (yok iktidardan değil elbette, hukuktan yana) cephe aldığına o günlerde şahit olmuş biri olarak, bu karalama saldırılarının sadece hukuk açıdan değil ahlaki açıdan da mahkûm edilmesi gerektiğine inanıyorum. Saldırılan şey sadece bu hocalar ve hakları değil, ifade özgürlüğünün ta kendisidir de. CHP’nin “terör kompleksi”ni aşarak ses çıkarmasını beklemek de yurttaş olarak hakkımız.