YAZARLAR

Kürt laboratuvarında olgunlaşan anti-hukuk

“Anti-hukuk” eski olağanüstü hal hukuku ya da istisna hali tecrübeleri üzerine inşa ediliyor. Özellikle 12 Eylül deneyimleri ve 1990’larda Kürtlere uygulanan istisna hali yöntemleri, şimdiki hukukun yapı taşları. Eski “halk-yurttaş” ikilisi yakın dönemde özde-sözde yurttaş ikilisi olarak güncellenmişti. Şimdi ise yurttaşsız toplumun kuruluşunu seyrediyoruz.

“Anti-hukuk” dizisinin son yazısında, “özde yurttaş-sözde yurttaş” meselesinden devam edeceğim demiştim, ama önce son gelişmelerden birkaç hatırlatma:

KHK ile atılmış hekimleri mesleksizleştirme girişimi şimdilik askıya alınmış gibi. Ancak maddenin gerekçelerini ve kendisini yazan akıl, maddeyi kamu önünde “Devletin hakkı” diye savunurken sesini, sözlerini duyduğumuz akıl hâlâ iş başında. Geçen hafta cezaevi yapmayı “yatırım” sayıp müjde veren akıl da buydu. Yozgat’ta yapılan cezaevini “bacasız fabrika” diye öven iktidar milletvekilinin sevinci, bizi daha nelerin beklediğini iyi gösteriyor.

KAMPLAŞTIRMA

Eğitim ve sağlık dahil her alanın piyasalaştırılması süreci amansızca ilerlerken, kentsel dönüşüm adı altında mülksüzleştirme operasyonları kesintisiz sürerken, çalışanın hak araması ihanet suçlamasıyla mücrimleştirilirken, mahpus damının “ekonomik” argümanla övülmesi pek şaşırtıcı gelmeyebilir. İktidarın topluma ve hukuka bakışını belirleyen bu sevinç, ekonomik kıstasların moral değerleri aşındırmasının vardığı düzeyi de gösteriyor bir yandan. Dahası, “İstanbul” adı verilen üçüncü havalimanı inşaatındaki sorunları dile getiren işçilerin tutuklanmasına yol açan kızgınlığın öbür yüzü bu sevinç:

Şantiye cezaevine dönerse cezaevi de şantiyeye dönebilir.

İki alanın içindekilerin hukuki statüsünün belirsizleştiği bir yer olarak görme arzusunu yansıtıyor bu kızgınlık ve bu sevinç; ikinci dünya savaşı yıllarının kampı bu arzunun yol açabileceklerinin vardığı yerlerden biriydi.

İşte hukuk bu dönemde, soruşturmadan kovuşturmaya, oradan infaza, hakkında harekete geçtiği herkesi hukuki statüsü belli, hak sahibi “yurttaş” olmak yerine idari-siyasi-ekonomik planların gerektirdiği işlemlerin (gerektiğinde zorla) uygulanacağı bir nüfus unsuru olarak görme arzusunun bir aparatı haline gelmiş durumda. “Yürütmenin başı”nın, “yargının başı” olarak da görüldüğünün bizzat yargıçlar tarafından dile getirilmesi, yargı bürokrasisinin bu siyasi tahayyülleri paylaştığını anlatıyor bize. Kamp toplumu tahayyülü bu, kamplaştırma işinin müteahhitlerinden biri de yargı.

BİR EŞİK: 12 EYLÜL

Hak sahibi görülmeyen, ilan edilmiş hukuk içindeki korumalardan yararlanamayan insan yeni değil, bu ayrımın yol açtığı hukuki faciaların özel bir eşiği 12 Eylül döneminde yaşandı. Söz konusu işlem, “hak” kavramını devlete ve devletin tanımladığı kişi ve gruplara ya da kurumlara özgülemeyi esas alır. Arkaik “kılıç hakkı” teriminin yankısını taşıyan bu sözüm ona “hak”, temel mantığı hakkında konuşulan kişinin haklarının değil görevlerinin olduğu işlemlere kapı açar. “Yurttaş” örneğin görevleriyle yurttaştır, yoksa değildir, hakları olamaz. Daha yakın bir dönemde bir general, “özde vatandaş-sözde vatandaş” ayrımını kameralar önünde kibirle yaparken aynı “aklın” sesi oluyordu.

Söz konusu aklın uygulamaları Kürtlere ve devlet planlama mantığına uymayan sol-sosyalistlere uygulanması ana sistemin içinde açılan özel alanlarla yürütülüyordu: 27 Mayıs, 12 Mart yargılamaları, 12 Eylül’ün işkencehane eşliğindeki sıkıyönetim mahkemeleri “özde yurttaş” lehine “sözde yurttaş”ların hizaya çekildiği dönemlerdi. DGM’ler örneğin olağan hukuku esas aldığını ilan ana sistemin içindeki olağanüstü hal mıntıkasıydı. (Şimdiki iktidarın içinden çıktığı Milli Görüş, zaman zaman bu mıntıkada sigaya çekildiyse de bulduğu her fırsatta bu istisna uygulamalarını ne kadar sevdiğini göstermeyi hiç ihmal etmedi. Milliyetçi Cephe hükümetleri bile yeter bunu kanıtlamaya. 28 Şubat ayrı bir hikayedir.)

KÜRT LABORATUVARI

Özellikle 1990’larda Kürtler üzerinde tam yetkiyle uygulanan olağanüstü hal hukuku sürecinde edinilen tecrübeler, şimdiki “anti hukuk”u kurma yolundaki en geniş saha verileri-mahkeme uygulamaları ve en geniş toplumsal deneylerdi.

O dönemlerin önemli görünümlerinden biri, “derin devlet” denilen bir fenomenin var sayılması ve bu fenomenin yaptığı pis işlerin, hukuksuzlukların temiz devletten sorulmasının kabul edilmemesiydi. Oysa devletin deriniyle kabuğu eşitti. Kontrgerilla veya “derin devlet” adıyla etrafa salınan çeteler, yine özde vatandaş, sözde vatandaş ayrımına yaslanan bir iş yapıyordu. “Özde vatandaş”a tabii ki bir şey olmazken, “sözde vatandaş”, tanımı gereği kontrgerillayla, Susurluk türü çetelerle filan karşılanıyordu. Oradan mahkemeye giden işler iki yönlü işliyordu: Kamu görevlileri aleyhine kazayla açılan davalar bir türlü bitmek bilmezken (cezasızlık) sözde vatandaşlara açılan davalar Allah ne verdiyse (Asker, MiT, polis raporları esas alınarak) ceza selleriyle sonuçlanıyordu.

Toplumun geneli açısından durumu medya başta olmak üzere kamuya söz alan kişi ve kurumlar uygunlaştırıyordu: Onlar özde yurttaş değil, bak sana, bana, bize bir şey oluyor mu? Tamam Kürt var, şarkı da söyleyebilir ama vatan bölünmez. Kaset çıkarabiliyorsa daha ne istiyor? Sol tabii ki lazım, ama yerli ve milli olmalı. “Kahrolsun siyaset” demenin devletçesi…

YURTTAŞ-HALK AYRIMINDAN FARKLARI

Bu laboratuvarda oluşan hukuk pratikleri, medya pratikleri ve yönetsel pratikler bugün bütün sistemin temel yapısına dönüştürülüyor. Anti-hukuk, artık özellikle Kürt ya da başka bir şey için değil, yeni yönetim yapısının önünde engel olarak duran herkes için geçerli ve gerekli olacak şekilde kuruluyor. Özde-sözde yurttaş ayrımı, cumhuriyetin başlarındaki “yurttaş-halk” ayrımına benzese de onu aşan yanlara sahip.

Cumhuriyet açısından “yerli ve milli”ye uymayı kabul etmiş herkes “özde”leşebilirdi. Osmanlı’nın son döneminde öne çıkan ve cumhuriyette devam eden bu anlayışa göre önce gayri-milli (din eksenli) azınlıklara karşı “millileşme” sağlanacak (yani onlar tasfiye edilecek, 1915 gibi, Trakya pogromu gibi, Varlık Vergisi gibi ve 6-7 Eylül gibi), sonra “milli”nin dinsel anlamı yerine etnik anlamı pekiştirilecekti. “Ulus” lafının icadının “milli”nin dinsel anlamına ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle bağı var. Bu “sonra”nın en önemli sorunu uzaktaki köyde duran, henüz Türkçe bile bilmeyen Kürtlerdi. Kürtlerin yerli ve milli hale getirilmesi, yani canı gönülden “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye bağırması sağlanınca herkes “özde”leşecekti plana göre. Kürtleri “özde”leştirme laboratuvarında iş gören olağanüstü hukuk, “solcular” çıkınca onlara da teşmil edildi. “Askeri vesayet” denilen şey, esasen askerin bir şeye vasi oluşundan değil, Kürtlerin özdeleştirilmesi için gerekli şiddet stokuna sahip oluşundandı. 12 Eylül sonrasında bir yandan Kürtler için yürürlükte tutulan OHAL hukuku, bir yandan da yeni toplum tipinin oturtulması, yani 24 Ocak kararlarına rızası sağlanmış (neo-liberal) toplumun inşasına ve işleyişine engel olacak her şeyin tasfiyesi için de işletildi. Askeri şiddet stokunun korkutucu gücü bu iş için lazımdı, sonradan “vesayet” denilen şey bundan ibaretti.

İSTİSNA HALİ İLE ANTİ-HUKUK FARKI

Adalet ve Kalkınma Partisi, moral değerler dahil her şeyin piyasalaştırılması için canla başla çalışırken, eski hukukun ikili yapısını, yani genele olağan hukuk, özel alanlara olağanüstü hukuk uygulanması usulünde de bir dönüşüme girişti. Böylece, öncelikle olağanüstü hukuk olağanın yerini, “derin devlet” uygulamaları olağan devlet uygulamalarının yerini aldı.

Fakat bu aşamayı da geçiyoruz şu günlerde. “Eski” olağanüstü hal mantığı, toplumsal planlara, hedeflere uyum göstermeyenlerin etkisizleştirilmesi içindi, şimdi ise toplumun kendisi bir çatışma alanı olarak yeniden tasarlanıyor. Eski OHAL mantığı, bir olağan halin (çoğu zaman pek başarılı olamasa bile) yaygın biçimde korunması gayreti eşliğinde işliyordu, şimdi ise “olağan”ın en basit ve temel kavramları bile işletilmeden iş görülüyor. Olağan halin yani kuralın olmadığı yerde, olağanüstü yani istisna hali de söz konusu edilemez; o yüzden istisna hukukundan bile değil, anti-hukuktan söz etmek daha uygun olur. Halk-yurttaş ve özde-sözde yurttaş ikilileri, olağanüstü hal mantığına uygun ayrımlardı; şimdi ise yurttaşsız bir toplum kuruluşuna tanıklık ediyoruz.