YAZARLAR

Bir Almanya klasiği: Dortmund-Münih

O akşam yaşadıklarımı düşündüğümde Almanca konuşan İngiliz işçi sınıfının içindeymişim gibi hissettim. İngilizlerin pub ve futbol kültürünün neredeyse aynısı. Hafta içi çalışmaktan başka bir şeye vakitleri kalmayan insanların en büyük eğlencesi. Eğlencesi güzel olsa da insanların siftinmesine vesile olduğu için futbola ilişkin çelişkili düşüncelere dalıyorum...

Bir gece önce bu büyük maçtan, yani Borissia Dortmund-Bayern Münih, haberim olunca karar vermiştim ertesi sabah başladığım yolculuğa.

Almanya'nın batısındaki Ruhr Bölgesi'ne, Westfalenhalle'ye idi yolculuk. Ruhr, büyük bir Zonguldak gibi, kömürün ve termik santrallerin bölgesi. Almanya'nın sadece kömür havzası değil, en büyük göçmen işçi havzası aynı zamanda. Ve sarı rengini biradan, siyahını ise kömür karasından alan Dortmund, “beyaz Almanların” takımı Bayern'i konuk ediyordu.

İspanya'daki Barça-Real rekabeti gibidir Almanya'da bu maç. Her zaman tansiyonu ve heyecanı yüksektir. Bu kadar yakınında olunca bunu yaşamak için Köln'den çıktım yola. İstasyonda tepeden tırnağa Dortmund renklerine bürünmüş çiftin yardımıyla daha ucuza aldığım biletle bölgesel banliyö treninin koltuğuna yerleştim. Kuş uçuşu Köln-Dortmund arası yaklaşık 80 kilometre olsa da tren Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin başkenti olan Düsseldorf'un ardından Duisburg, Essen ve Bochum şehirlerine uğrayarak ve her durakta maça akın eden insanları toplayarak vardı Dortmund'a.

Gara iner inmez o büyük insan akıntısına kapılıp beni stadyuma götürecek tramvaya adeta sürüklendim. Tramvayın ikinci durağında 60 yaşlarında Münihli bir çift, biraz da tedirgin bir şekilde bindikleri vagonda hiçbir sorun yaşamadan yüzlerce Dortmundluyla birlikte vardı stada. Sponsorsuz adıyla Westfalen, tüm ihtişamıyla önümdeydi.

Sosisli sandviç, bira ve taraftar ürünleri satan seyyar büfelerin arasında ilerlerken “suche ticket” yazısıyla etrafta dolaşan bir dolu insan gördüm. Birine yanaşıp kaç liraya bilet sattığını sordum. Yanıt olarak “sende kaç tane var” cevabını aldım. Meğer onlar da maça bilet arayanlardanmış.

Madem arıyorlar, bilet var demektir, ben de arayım, dedim. Aslında ikinci ligde oynayan Köln'ün herhangi bir maçına bile aynı gün bilet bulunmadığını tecrübe etsem de bu bilgi o an bir sorun teşkil etmedi. Kısa bir süre sonra bulduğum bir satıcı elindeki bilet için 300 euro talep etti. Sürekli “merkezde, en iyi yer” deyip duruyordu. Aslında o kadar vermeye dahi niyetim olmasa da 50 euro teklif ettiğimde karşılık olarak kahkahalarla uzaklaşan satıcıdan da anladım ki, rayiç epey fazla.

O kadar yol geldim, elim boş dönemezdim. O yüzen seyyar olanları geçip asıl taraftar mağazasına girdim. 15 euro karşılığnda bir atkı aldım. Boynuma doladığım atkımla mutlu mesut geldiğim yönün tersine yürüdüm ve bomboş bir tramvayla ulaştığım merkezde maçı izleyeceğim bir yer aramaya başladım. Buldum da. Hem de bir meydanda yan yana ve karşı karşıya konumlanmış birkaç yer birden. Gel gör ki hepsi de saatler öncesinden dolmuş. Fakat işletmeler bir yer bulabilirsen ayakta maç izlemeye izin veriyorlar. Ayakta maç izlemek stadyum haricinde yorucu bir iş. O yüzden ara sokaklara bakmaya karar veriyorum.

Şansıma çok kısa bir süre sonra önündeki masalarda sadece siyahların oturduğu ve maçı da yayınlayan bir mekan buluyorum. İçeriye girince her telden insanın burayı da tıklım tıklım doldurduğunu görüyorum. Garson alt katta tek kişilik bir yer olduğunu söyleyince daha cümlesini bitirmeden oraya iniyorum. Karanlık ve kalabalık bir ortam. Yaşlı ve Münihli kadınlar da var, genç ve tutkulu Dortmundlular da.

“Futbol büyük olanların bir oyuncağı olmamalıdır.” 

Maçın ilk golü Bayern Münih'ten gelince ortamda, gördüğümden daha fazla sayıda ve daha ateşli Münihliler olduğuna şahit oluyorum. Atkım dolayısıyla önüme gelip bana da el kol hareketi yaparak sevinmelerine şaşırıyorum. Hemen yanımda ise sürekli İngiliz aksanıyla o malum kelimeyi kullanan bir çift var, onlar da bizden, yani Dortmundlu! Dört gözle golün gelmesini bekliyoruz ki bu kez de biz Münihlilerin önünde tepinelim. Beraberlik golü geldiğinde bunu yapan yanımdaki İngiliz olurken ben sadece birkaç kişiyle beşlik çakmakla yetiniyorum.

Ama beni de bozmaya niyetli Münihliler. İkinci goldeki sevinç gösterileri daha da şiddetli. Hele biri var ki, tek başına özellikle gelip garip hareketler yapıyor. Ama o kadar, kimse karşılık vermiyor, herkes üzüntüsünü yaşıyor. 2-1 gerideki Dortmund önce beraberliği sonra da galibiyeti yakalayınca ben de kalkıp özellikle bize gelen Münihlinin önünde seviniyorum. Maçın son dakikasında Münih bir gol atınca bizimki büyük bir coşkuyla harekete geçiyor ama ekranda ofsayt bayrağının belirmesiyle artık iyice birbirimize destek olduğumuz İngilizle bu arkadaşı epey kızdırıyoruz. Maç bitince aynı Münihli arkadaşla tokalaşıyoruz, o bizi tebrik ediyor, biz de ona güle güle diyoruz. Bu kadar.

Kavgasız ama atışmalı, keyifli bir akşam yaşıyorum. Kavga çıkmamasının sebebi ise belli: Sahada futbol var, oyun var ve herkes onun büyüsüne kapılıyor. Yenilen de oyundan keyfini alıyor. Ben ise Liverpool'da yaşayan ve kentle aynı ismi taşıyan takımı destekleyen arkadaşıma “Gençlerbirliği'ni tutuyorum” dediğimde kendisinin duraklamadan “Blackburn'le oynamıştınız UEFA'da, oradan biliyorum sizi” demesine seviniyorum. Onlar giderken maçı grup halinde izleyen Dortmundlular beni yanlarına davet ediyor. Orada ne aradığımı anlatırken güzel bir sohbete kaptırıyoruz.

Dönüş treni ise geldiğim trenden daha kalabalık. İnsanların çoğu ayakta kalıyor. O akşam yaşadıklarımı düşündüğümde Almanca konuşan İngiliz işçi sınıfının içindeymişim gibi hissettim. İngilizlerin pub ve futbol kültürünün neredeyse aynısı. Hafta içi çalışmaktan başka bir şeye vakitleri kalmayan insanların en büyük eğlencesi. Eğlencesi güzel olsa da insanların siftinmesine vesile olduğu için futbola ilişkin çelişkili düşüncelere dalıyorum...