YAZARLAR

Cihangir İslam’ın söz özgürlüğü...

Cihangir İslam’ın konuşması; içeriğini beğenir ya da beğenmezsiniz, katılır ya da katılmazsınız, TBMM kürsüsünde yapıldı. Anayasa’nın 83'üncü maddesinin ilk fıkrasını anlamak için anayasacı olmaya gerek yok. Okuma bilmek yeterli. Cihangir İslam, yasama çalışmaları esnasındaki bir konuşması (ya da diğer yasama etkinlikleri) nedeniyle ‘soruşturulamaz.’ Bu kadar basit

Cihangir İslam’ın konuşması ve kürsü dokunulmazlığı ile ilgili yazıyı, milletvekili olmadan önce kısa bir süre yazarlık yaptığı Gazete Duvar’da yazmak istedim.

Saadet Partisi Milletvekili N. Cihangir İslam, geçtiğimiz haftanın en hararetli tartışma konusuydu. Görünen o ki olabilecek büyük suçu/günahı işledi: AKP’li milletvekillerinin canını sıktı! 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili Meclis Araştırması önergesini reddeden AKP’lilerin! Cihangir İslam, günlerdir TBMM’de yaptığı konuşma nedeniyle linç ediliyor ve hakkında ‘soruşturma’ başlatıldı.

Her aklı başında insan, İslam’ın konuşmasında 15 Temmuz’da darbeci askerlerce katledilen yurttaşa bir eleştiri ya da hakaret filan olmadığını anladı kuşkusuz. Herkesin her şeyi anladığı ama anlamıyormuş gibi yaptığı ve bu ‘korkunç’ tavrın, bilinçli olarak bir ‘tarza’ dönüştürüldüğü, Türkiye’de.

Soruşturma, ‘kürsüde’ yaptığı konuşma nedeniyle açıldı. ‘Devlet organlarını aşağılamak,’ ‘suçu ve suçluyu övmek,’ vs. Kürsü dokunulmazlığı konusuna yazının sonunda değineceğim, ancak kesinlikle ‘uzatmayacağım,’ çünkü hem bu konuyu çok yazdım hem de artık anayasa üzerine kalem oynatmak gelmiyor içimden. ‘Mış gibi’ davranmanın âlemi yok. Ahmet Şık ile ilgili olan sonuncu yazıyı buraya bırakıyorum.

Yasama ‘sorumsuzluğu’ (kürsü dokunulmazlığı) kapsamına giren ifadeleri yargılama konusu yapılan ilk siyasetçi değil Cihangir İslam. 27 Mayıs sonrasında da, 28 Şubat sürecinde açılan Refah Partisi kapatma davasında da (Erbakan’ın TBMM’de sarf ettiği bazı sözler nedeniyle) yaşanmıştı aynı/benzer sorun. Başkaca örnekler de var.

Cihangir İslam’ın ‘başına gelenleri’ birkaç açıdan ele almak istiyorum: İlki, Cihangir İslam ile ‘karşılaşma.’ İkincisi, vekalet ve birer ‘vekil’ olarak, milletvekillerinin işlevi.

16 Nisan 2017 anayasa halk oylaması öncesiydi. İstanbul’daydım ve bir iki toplantıda ‘hayır’ konuşması yapmıştım. Konuştuğum yerlerde, dinleyiciler zaten benimle üç aşağı beş yukarı aynı görüşe sahip insanlardı. İyiydi hoştu ancak ‘bilgilendirme’ ve ‘paylaşma’ dışında ne yararı oldu, emin değilim.

Şubat ya da marttı, hatırlamıyorum. İnternette, Hak ve Adalet Platformu’nun Üsküdar’da bir ‘düğün salonunda’ toplantı yapacağını okumuştum; aklımda kalmış. Pazar günü Üsküdar iskelesine yürürken, ilanı hatırladım ve toplantının yapılacağı mekânı bulup uğramaya karar verdim.

Daha önce ‘dindar kesimin’ böyle bir toplantısına katılmamıştım. Ayrıca malumunuz, bizler, yani dünya ve ülke gerçeklerinden habersiz ‘seçkinler,’ elimizde viski bardaklarıyla Boğaz kıyısında yer içer, yürüyüş yaparız genellikle. Bazen de Kabataş’ta. Üstümüz çıplak, deri pantolonlarımızla... Misal, geçenlerde elimde viski bardağı olduğunu unutup metrobüse bindim yanlışlıkla, ama konu bu değil şimdi.

Akşama doğru Üsküdar’daki ‘düğün salonunu’ buldum. Hakikaten düğün salonuydu! Beyaz tüllerle sarılmış yüzlerce fiyonklu sandalye, tavanda iki-üç disko topu. Varaklı koltuklar vs. 50-60 civarında dinleyici vardı sanırım. Muhalif oldukları için başka salon verilmiyormuş ve o salonun da kaloriferlerini yakmamışlar! Buz gibiydi. Arkalarda bir yerlere oturdum ve soğuktan titreyerek konuşmaları dinledim. Konuşmacılar, Ö. Faruk Gergerlioğlu, A. Faruk Ünsal ve Cihangir İslam’dı.

Üç kişi de, karşılarında oturan insanların ‘dilini’ iyi bildiklerinden, onların aşina olduğu kavram setiyle gayet güzel konuşmalar yaptı. Son konuşmacı Cihangir İslam’dı. Adını duymuştum, ortopedi profesörü ve benim gibi KHK’li olduğunu biliyordum ama ilk kez dinleyecektim. Burada konuşmasının içeriğini anlatmayacağım. Ancak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; bugüne dek tanık olduğum en etkili konuşmalardan biriydi ve İslam, çok iyi bir hatipti. Şu aralar kimi hokkabazların iddia ettiği gibi ‘konuşma şehveti’ filan değil; sağlam, dinleyenleri sarsan, onları özeleştiriye davet eden bir üsluptan söz ediyorum.

Sonrasında Cihangir İslam ile birkaç kez daha karşılaştım. Konuşma, tartışma fırsatımız oldu. Başta ‘İslamcılık’ tanımı olmak üzere hiç katılmadığım düşünceleri ve katıldıklarım vardı. Tercih etmediğim ve doğrusu pek hâkim olmadığım bir terminoloji kullanarak savunuyordu varsayımlarını. İyi tanıdığım bir insandan söz etmiyorum, buna mukabil şu birkaç gözlemi ‘doğru’ yapabilecek kadar sohbet ettik sanırım: Karşımda, tartışmaktan asla çekinmeyen, hatta inatla tartışan ve karşı argümanları saygıyla karşılayan ‘dürüst’ bir insan vardı. Kesinlikle samimi biri. Evet, sanırım bu doğru bir teşhis olur: Samimiyet. Doğal uzantısı, sözünü sakınmamak. Çoğunluğun karnından konuştuğu bir kültürde, rahatsız edici bir nitelik!

Bu nedenle, İslam’ın Meclis’teki konuşma şekli beni hiç şaşırtmadı doğrusu. Hakikaten sakınmıyor söyleyeceklerini. İçeriği farklı olmakla birlikte, Ahmet Şık’ın söz söyleme şeklini andırıyor. Eğip bükmeden konuşmak. Dosdoğru. Sürekli gevezelik edip hiçbir şey söylemeyenlerin dünyasında, riyakârlığın bereketli toprağında, şaşırtıcı, şoke edici bir tercih bu. Ezcümle; iki satır sohbet ettiğim Cihangir İslam, her ne düşünüyorsa hesapsızca dile getiren, açık sözlü biriydi. Bu açıdan, imzacı akademisyenlerin ifade özgürlüğünü savunan ‘destek metnini’ imzalamış olması da şaşırtıcı olmasa gerek.

İkinci konu, vekillerin ‘vekâleti.’

Yeni sistemde artık TBMM’deki muhalefet milletvekillerinin hiçbir etkisi yok. Alınmasınlar, varlıklarıyla yoklukları (hukuksal bakımdan) fark etmiyor. Bu sistemin temel özelliği (ki bin kez yazdım/yazıldı) şu: Eğer devlet başkanı ile meclis çoğunluğu aynı siyasi eğilime/partiye mensupsa (şimdi, Cumhur ittifakında olduğu gibi) tek adam rejimi. Yok eğer farklı görüşlerdeyse, yönetimde tıkanma/yönetilemezlik.

Hâl böyleyken, halihazırdaki TBMM’de Cumhur İttifakı davam ettiği sürece iktidarın desteklediği her yasa geçer, istemedikleri geçmez. Cumhurbaşkanı kararnamelerinden ‘yasaya’ fırsat kaldıkça tabii! Muhalefet bolca soru önergesi verir, kimse ciddiye almaz. Komisyonlarda karşı çıkar, çıktıklarıyla kalırlar. Salı günleri grup toplantılarında gereksiz konuşmalar yapılır, bir saat sonra hatırlayan kalmaz.

İktidar milletvekilleri üzerine yazmanın ise pek anlamı yok sanırım. El kaldır, el indir. Gömlek ve ceket kollarının rahat kesim olması durumunda herhangi bir sorun yaşamazlar. ‘Slim fit’ giymeye kalkarlarsa belki ‘işaretle oylamalarda’ biraz zorlanma olur, ancak bunlar demokrasi içinde çözülmeyecek sorunlar değil.

Hâl böyleyken değerli okur, milletvekilliği; maaş + sosyal haklar + kırmızı pasaport + meclis lokantası + rahat emeklilik ve çevre esnafı nezdinde prestij anlamına geliyor.

Peki böylesine ‘etkisiz’ bir temsil ilişkisinde, hakikaten ‘vekillik’ yapmak isteyen ve bir kez daha seçilmek dışında da kaygısı olan ‘az sayıda’ milletvekili ne yapabilir?

Örneğin, köy köy, mahalle mahalle gezerek halkla farklı düzeyde ilişki kurabilirler. Örneğin parklarda, kahvelerde forumlar düzenleyebilirler. Örneğin, kendilerine tanınan her fırsatta meclis kürsüsünde ‘anlamlı’ ve ‘etkili’ bir şeyler söyleyebilirler. Örneğin, kimi vekillerin yaptığı gibi toplumsal etkinliklerde, mahkeme salonlarında yer alabilirler.

Bir milletvekilinin biz ölümlülerden farkı ve büyük avantajı, milletvekili dokunulmazlığına sahip oluşu. Gerçi son zamanlarda muhalefet vekilleri güvenlik güçlerince itilip kakılmaya başlandı ancak yine de sıradan yurttaştan daha avantajlı konumdalar.

Dolayısıyla özellikle kürsü dokunulmazlığının yok sayılması, ‘vekillik’ yapmak isteyen çok az sayıdaki milletvekilinin, ellerindeki son ‘hukuksal kozu’ da kaybetmeleri anlamına geliyor. (Bu konuya Diken’de devam edeceğim.)

Malum, siyaset yalnızca profesyonel siyasetçinin yaptığı ve yalnızca parlamentoda gerçekleştirilen bir etkinlik değil. Yaşamın her alanına sirayet eden bir ‘olgu.’ Kürsü dokunulmazlığın yok sayılması/hırpalanması ise, bırakın hayatın her anını, siyasetin profesyonel olarak icrasını dahi tüketmeye yönelik bir tutum.

Gelelim son başlığa. Kürsü dokunulmazlığına.

Cihangir İslam’ın konuşması; içeriğini beğenir ya da beğenmezsiniz, katılır ya da katılmazsınız, TBMM kürsüsünde yapıldı. Anayasa’nın 83'üncü maddesinin ilk fıkrasını anlamak için anayasacı olmaya gerek yok. Okuma bilmek yeterli. Cihangir İslam, yasama çalışmaları esnasındaki bir konuşması (ya da diğer yasama etkinlikleri) nedeniyle ‘soruşturulamaz.’ Bu kadar basit. Kürsü dokunulmazlığı, hoşa giden, iktidarların alkışlayacağı ifadeler için tanınmamıştır. Aksine, sinir bozucu, rahatsız edici düşünce açıklamaları içindir. Bir kez daha: Cihangir İslam’ın kürsü konuşması, soruşturulamaz.

SP (Saadet Partisi) bir milletvekilinin kürsü dokunulmazlığını, hakkını savunmak için SP’li olmaya gerek yok. Muhalefet partileri ve liderleri bir ‘vekilin’ söz özgürlüğünü savunmazsa, kendi tercihleriyle sıkışıp kaldıkları parlamento binası içinde ellerinde kalmış ‘nadir’ siyaset yapma araçlarından birini daha, hatta ‘sonuncusunu,’ kaybedeceklerini bilmeliler.

İçtenliğine birkaç mecrada tanık olduğum Cihangir İslam’ın, kendisine yönelik linç kampanyasından çok etkileneceğini ve açık sözlülüğünden ödün vereceğini, sanmıyorum.

Son olarak...

Konuşmasının sonlarına doğru Cihangir İslam, mağdur yurttaşların AKP’lilere ‘beddua ettiğini’ söylediğinde, sıra kapaklarına vuranlar iyice çileden çıkmış. Demek ki, ‘eski Cemaat çalışanı yeni itirafçı Fethullahçılar’ TV’lerde ahkâm keserken sorgusuz sualsiz açlığa mahkum edilenlerin, kendilerini takdir edip ‘hayırla yâd ettiklerini’ düşünüyorlardı! İşte bu hakikaten çok ama çok ilginç bir durum! Fakat içerik itibariyle benim değil, bir başka milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nun uzmanlık alanına giriyor...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.