YAZARLAR

Oy pazara düşerse

Yakacak kömürü olmayan insan, çevre kirliliğinin yaratacağı felaketler için endişelenmekten önce, çok başka şeyleri hesaba katmak durumundadır. Aynı şey makarna için oy veren insanlar için de geçerlidir. Emekçileri ve yoksulları, “makarnacı” diye hor görmeden önce, onları oy hakkına bu kadar yabancılaştıran nedenler üzerinde durmak daha adil olur.

Yerel seçimlerin yaklaşmasıyla siyasetin gündemi tekrar seçim meselelerine odaklandı. Her seçimin değişmeyen tartışmalarından olan oy alım-satımının, bu sefer de gündem olacağı muhakkak. Çünkü oyun pazara düşmesi, seçmen davranışını kamu ahlakı arayışının kilit konularından biri haline getiriyor. Arayışın arkasındaki neden ise ne oy pazarlarının yaygınlığı ne de geniş bir seçmen kitlesinin maddi çıkarlar doğrultusunda oy kullanması. Tartışma esas olarak ilkesel. Seçim adaleti veya dürüstlüğü gibi konular ileri sürülünce, ahlaki boyut kaçınılmaz olarak öne çıkıyor. Gel gelelim tartışmanın hedefi, her seçmen için bağlayıcı olabilecek bazı değerleri veya erdemleri ortaya koymakla sınırlı kalmıyor. İlk başta siyasi yozlaşmaya bir tepkiymiş gibi başlayan tartışma, hızla genel ve eşit oy ilkesinin yanlışlığından dem vuran seçkinci bir eleştiriye dönüşüyor. Makarna ve kömür karşılığı oy satın alan siyasetçiden çok, geçim derdindeki seçmenin hor görülmesi ön plana çıkıyor. Sonuç, kimi zaman açıkça kimi zaman da örtük olarak, hiyerarşik oy talebine veya oy hakkının kısıtlanması gibi “çözüm” önerilerine bağlanıyor.

Seçmen davranışının belli değerlerle bağlı olması gerektiği düşüncesinde bir yanlış yok. Her insan davranışı gibi, seçmen davranışının da etik bir çerçevesi vardır ve olmalıdır. Oy verirken kötü tercihler yapmak, insanı pekala ayrımcı veya ırkçı biri konumuna düşürebilir. İnsan zenginin daha da zenginleşmesine hizmet etmeyi seçebileceği gibi, yoksulluğun azaltılmasından yana bir seçim de yapabilir. Oy kullanmak, bazen masumların hapislerde çürümesine destek olmak, gerçek suçluların serbest dolaşmasına göz yummak anlamına da gelebilir. Her durumda, seçimlerimiz siyasi yönetimin kalitesi, kapsamı ve türü üzerinde etkili olur. İnsanlara bu yolla yardımcı olunabileceği gibi, zarar vermek de pekala mümkün olabilir. Günümüzde adil veya gayri adil bir yönetimin doğmasına, çoğunluğun veya azınlığın çıkarlarının hakim kılınmasına seçim sonuçlarıyla karar veriyoruz. Seçimler ortak hayatımızı iyileştirebileceği gibi kötüleştirebilir de.

Tüm bunlar, seçmenin bazı ahlaki yükümlülüklerle karşı karşıya olduğunu açıkça gösteriyor. Ancak buradaki seçme sorumluluğunun biraz kendine özgü bir yanı var. Siyasi seçimlerin ayırt edici yanını, tercihlerimizin bir başkası üzerindeki etkisi oluşturur. Ayakkabınızın rengini veya menüden yiyeceğiniz yemeği belirlerken, asıl olarak kendi hayatınızla ilgili bir karar verirsiniz. Oysa seçmen olarak oy kullandığınızda, kendinizi dolaylı olarak, başkalarınıysa doğrudan etkileyecek bir tercihte bulunursunuz. Elbette sırf siz öyle oy kullandınız diye, sonuç da sizin istediğiniz gibi olacak değil. Sonuca, yani herkes için neyin iyi olduğuna şu veya bu kişi değil, yine herkes bir arada karar vermektedir. Bu açıdan, seçmenlerin kişisel sorumluluklarının, bireylerin toplum hayatına katılmasını belirleyen kurallar cinsinden olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası, seçimle ilgili ödevlerimiz bir başkasına olan sorumluluklarımızla ilgilidir. Ortak hayatın mümkün olabilmesi için bireylerin göstermesi beklenen iyi niyet veya dürüstlük gibi erdemleri, kamu ahlakının bir gereği olarak seçmenlerde de aramamızın nedenini bu oluşturur.

O halde, seçmen davranışının etik boyutunun vatandaşlık erdemlerinden hareketle kavranmasında şaşılacak bir taraf yoktur. Ortak iyiyi hedefleyen bu erdemlerden seçmenin payına iki tanesinin düştüğü konusunda yaygın bir görüş birliği olduğunu görüyorum: 1) Oy kullanmak sadece bir hak değil, aynı zamanda da bir vatandaşlık ödevdir. Bu yüzden her seçmen oy kullanmalıdır. 2) Her seçmen, oyunu herkes için en iyi olduğuna inandığı seçenekten yana kullanmalıdır. Bu ölçütler, Türkiye’de sağduyu çerçevesinde tanımlanan ve seçmen davranışları için yol gösterici olan en kapsamlı ilkeler olarak öne çıkıyorlar. Elbette bu ilkelerin içeriğine itiraz etmek, hatta birinden yola çıkarak diğerini yadsımak mümkün. Mesela, birisi verili seçeneklerden hiçbirinin memleket için iyi olmadığını, dolayısıyla en doğru “seçeneğin” hiç oy kullanmamak olduğuna karar verebilir. Bu durumda, ilk ölçüte aykırı bir şekilde insanları bir seçim boykotuna çağırabilir. Keza birisi en iyi seçeneğin hiç kazanma şansı olmadığına karar verdiğinde, daha kötüsü gelmesin diye en kötü olmayan seçeneğe oy verebilir. Biraz esnek bir yorumla, bu itirazları yine aynı etik çerçeve içinde makbul, hiç olmadı dikkate değer fikirler olarak görebilmemiz mümkün.

Ancak ne kadar esnetirsek esnetelim, para karşılığı oy veren kişinin durumunu anlasak dahi, davranışını saygıya değer bir davranış olarak göremeyeceğimiz ortada. Oy satın alan siyasi parti veya adayların etik durumunuysa tartışmaya dahi gerek yok. Bu kadar net yargılarda bulunmamın ilk nedenini “oy hakkı” ve bu çerçevede tanımlanan ödevin niteliği oluşturuyor. Her ne kadar insanın bir oya “sahip” olduğunu söylesek de, oyun insana bir mülk gibi ait olmadığı ortada. Sahip olduğumuz nesneler, belli bir bedel karşılığında veya bir zahmete katlanarak edinilmiştir. Bu türden edinilmiş nesneler üzerinde sadece kullanım hakkımız yoktur, dilersek devretme hatta onu yok etme hakkımız dahi vardır. Sonuçta kime ne? Fakat oy hakkı, böylesi edinilmiş haklardan olmayıp, insanın kişiliğine kopmaz bir şekilde bağlı olma özelliği gösterir. Dolayısıyla yaşam hakkı, özgürlük hakkı veya vicdan özgürlüğü hakkı türünden haklar ailesine aittir. Yani kullanılabilir olsalar da, bir başkasına devredilebilir veya bir başkası lehine vazgeçilebilir haklar değillerdir. Biz istesek dahi, bu haklara yabancılaşmamız mümkün değildir. Değildir derken, böyle bir şeyin fiziken imkansız olmasını kastetmiyorum elbette. Biri pekala ihtiyacına binaen özgürlüğünü birine satabilir ve onunla bir kölelik anlaşması yapabilir. Ancak böyle bir anlaşma, asla etik bir statü kazanamayacaktır. Çünkü kişiye sırf insan olduğu, insanlık onurundan pay aldığı için tanınmış bir hak, devredildiğinde varlık sebebini oluşturan insan onurunun gereklerine aykırı hale gelmiş olur. Oy alım-satımının yarattığı sorun, bu gereklere tümüyle aykırı olmasından ileri gelir.

Diğer nedene gelince, bir kişi oyunu para karşılığında kullandığında, aslında verdiği oya inanmamakta, sadece maddi çıkarları doğrultusunda oy kullanmaktadır. Oysa ona bu hak, herkes için en yararlı olanı belirleme sürecine kendi görüş açısından katkı yapabilmesi için tanınmıştır. Bittabi herkes için neyin iyi olduğu konusundaki inancında özgürdür ve başkalarıyla aynı düşünmeye mecbur değildir. Dahası en iyinin ne olduğu konusundaki uzlaşmazlık, zaten genel seçim yapılmasının temel nedenini oluşturur. Burada sorun yaratan husus, seçmenin neyin iyi olduğu konusunda yanılmış olması değildir. Asıl mesele, maddi çıkar karşılığında gerçekten inanmadığı bir seçeneği oylamasından ileri gelmektedir. Peki ya, seçmen biraz para almış olmasına rağmen, yine de gerçekten inandığı şeyi oyluyorsa? Örneğin zaten iktidara oy verecek olan birinin bunun için para almasında veya asla oy vermeyecek ve sonuçta da vermeyen birinin maddi çıkar sağlamasında bir sorun var mıdır? Biri zaten yapması gereken şeyi yapsın diye fazladan yarar sağlıyorsa, elbette hiç yapmaması gerekeni çıkar karşılığında yapan kişiye göre daha iyi durumdadır. Ne var ki, bu kişinin de sonuçta ödev duygusundan başka güdülerle hareket ettiği ortadır.

Bana göre, oy alım-satım sürecinde, doğru veya teşvik edilebilir bir taraf yok. Yine de, maddi ihtiyaçlarını karşılamak veya ek bir olanak yaratmak, kişisel gecekondu affı veya istihdam vaadiyle oyunu veren insanları aşağılayan, buradan hareketle genel ve eşit oy ilkesine karşı çıkan insanları haklı görmek için bir neden göremiyorum. Birileri özgürlüğünü yanlış yönde kullanıyor veya bazen zararlı olabilecek adımlar atıyor diye insanların özgür olmasına karşı çıkmak ne kadar makulse, oy alım-satımından yola çıkarak genel ve eşit oya karşı çıkmak da o kadar makuldür. Evet, oyunu satma onaylanabilir veya teşvik edilebilir bir davranış değildir ama tümüyle anlaşılamayacak bir davranış olduğunu da söyleyemeyiz. İnsanlık onuru veya saygınlık gibi ince değerler, süfli veya bayağı gibi görünen maddi ihtiyaçların karşılanamadığı bir durumda çok da anlam ifade etmiyor. Yakacak kömürü olmayan insan, çevre kirliliğinin yaratacağı felaketler için endişelenmekten önce, çok başka şeyleri hesaba katmak durumundadır. Aynı şey makarna için oy veren insanlar için de geçerlidir. Emekçileri ve yoksulları, “makarnacı” diye hor görmeden önce, onları oy hakkına bu kadar yabancılaştıran nedenler üzerinde durmak daha adil olur. Ne demiş şair: “Yiğitlik atla, silahla, toprakla olur, onun atı, silahı, toprağı yoktu.”


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.