YAZARLAR

Çarpık havalimanındaki ‘Hophopçu’ cinayeti

3. havalimanı; göller kurutulup ağaçlar sökülerek, kuşların yuvası yıkılıp toprak çürütülerek, onlarca işçinin bedeni parçalanarak kurulan çarpık bir iktidarın suretinden başka bir şey değildir. Yapımında seri cinayetler işlenen bir mekanda, nasıl bir ‘zafer tarihi’ yazılabilir ki?

Tuhaf bir işi vardı. Görevi, hafriyat kamyonlarının yüklerini boşaltacakları yeri göstermekti. Bütün gün kamyonların peşinde koşar, “Hop, hoop” diye bağırırdı. Bu yüzden şantiyede ‘Hophopçu’ diye bilinirdi. Yine geceye sarkmış mesailerin birinde, tahtakurulu bir yatağın ve bozuk yemeğin dinlendirebileceği kadar dinlenebilmiş bedeni, zar zor ayakta duruyordu. Karanlıkta üzerine gelen kamyonu ancak görebildi. Bu kez işinin gereği değil, can havliyle “hoop” diyebildi. 40 ton taş ve kum üzerine boşaldı. O dakikadan sonra “hop, hoop” demediğini kimse fark etmedi. Ertesi gün de fark etmediler. Bir sonraki gün ve daha sonraki gün de… Ta ki karısı, üç gündür haber alamadığı kocasını aramaya gelene dek. En son çalıştığı bölgeye gittiler. Hafriyatı kazdılar. Ezilmiş bedenini çıkarıp, aceleyle ailesine teslim ettiler. Tutanak tutmadılar; orada hiç çalışmamış, hatta hiç yaşamamıştı… (*)

Aşırı acıklı bir olay. Havalimanında çalışmış herhangi bir işçiden onlarca benzerini dinleyebilirsiniz. ‘Tanıksız’ ve ‘kayıtsız’ olanların ne ismini ne memleketini öğrenebilirsiniz. Faili meçhul cinayetler gibi birileri hikayelerini yazana kadar da olan biteni ancak kulaktan kulağa aktarılırken duyabileceğiz.

Oysa dün açılan havalimanını aylarca anlatacaklar. İnen uçakları, yolcuları sayacaklar. Teknolojisine, hizmetlerine, pistine neşeyle övgüler düzecekler. Azametini diğerleriyle kıyaslayıp, iktidarın başında parlayan bir taca çevirecekler. Havalimanını büyüttükçe, ‘Hophopçu’yu küçültecekler; önemsizleştirip bedeni gibi hikayesini de beton yığınına gömmek isteyecekler.

***

Çin Seddi, Piramitler ya da Süveyş Kanalı… İktidar sahipleri gurur duydukları eserlerinin harcını ilk kez proleter kanıyla karmıyor elbette. 18'inci yüzyılda İngiltere’de aleni idam ve otopsi seremonileriyle işçi bedenlerinin parçalara ayrılmasından beri çalışma disiplininin nosyonu değişmedi. İşçi arızalanana dek çalışmak, makinenin parçası olmak zorundadır. Bu nedenle kanunda iş kazası, ‘çalışanın bedenen ve ruhen özre uğraması’ olarak tanımlanır. İşçinin bedeni, emek kaynağı olabildiği müddetçe işlevlidir; bir cıvata gibi bozulduğu anda yenisiyle değiştirilir. İlk işçi isyanlarının idam ve otopsiye karşı olması boşuna değildi. Bedene sahip çıkmak, tüm özgürlüklerin ve hakların temelidir çünkü.

Fıçı yapan bir adamın oğlu olan “Sefaletin Felsefesi”nin yazarı 19'uncu yüzyıl düşünürü Proudhon, akademideki burs için başvuru dilekçesine ömür boyu sadık kalacağı şu andı yazmıştı: “İşçi sınıfının içinde doğdum, büyüdüm. Bugün olduğu gibi yarın da o sınıfın çocuğuyum. Gönlümle, kabiliyetimle, alışkanlıklarımla ve emellerimle…” Çalışma ve yaşama hakkını bir ihsan değil bir iade olarak anladı. Mülkiyet hırsızlıktır dedi; onun temelinde yatan çalışma düzenini ise bir ‘cinayet şebekesi’ olarak tarif etti. Hırsızlığa karşı yegane önlem, cinayeti engellemekti.

Bugün Türkiye’deki fiili tablo da 18'inci yüzyıldan pek farklı değil. Belki iş disiplini adına kollar ve bacaklar parçalanmıyor ama, işin kendisi giyotin işlevi görüyor. Giyotinin çalışma prensibi, bir hırsızlık düzenini inşa edip kolluyor. Dolayısıyla iş cinayeti yasanın uygulanmaması veya eksik güvenlik önlemlerinden ileri gelmiyor. Ekonomik büyüme modeli bizatihi böyle bir çalışma disiplinini ve sonucu zorunlu kılıyor. O model yükselirken de çökerken de işçinin bedenini paramparça ediyor.

Ekonomik krizin en rafine ifadesi bu aslında: İş bulamadığı için intihar edenle, çalışırken bedeni lime lime edilen arasında salınıp duran bir sarkaç. Bu iki temel hak ihlal edildiği müddetçe, aradaki toplumsal alanın demokratikleşmesi imkansız hale geliyor ve kalan her hakkın gasbı kolaylaşıyor. Gündelik yaşamda bu soyutlamayı somutlayan örnek az bulunur. Dün açılışı yapılan 3. havalimanının bir faydası olacaksa eğer, bu soyut tarihsel olguyu nesilden nesle anlatmak için somut bir örnek olması belki de. Otoriter bir rejimin ekonomi politik dersi Kuzey Ormanları’nın ortasında veriliyor.

Nitekim 3. havalimanı, Türkiye’nin 16 yıldaki ekonomik politikalarının ve toplumsal sonuçlarının serencamı gibidir. Büyümenin ana dinamiğini oluşturan inşaatın nasıl her şeyi yiyip yutan bir deve dönüştüğünün, yandaşa akıtılan milyarlarca dolarlık kaynağın, çevre tahribatının, emek sömürüsünün geldiği boyutun, hırsızlık ve yolsuzluğun, halka ödetilecek devasa borcun, otoriter iktidarın mantığının, hukukun askıya alınmasının, devletin zor aygıtının işleyişinin, estetik deformasyonun, arsızlığın, yüzsüzlüğün eseri olarak yükseldi.

3. havalimanı; göller kurutulup ağaçlar sökülerek, kuşların yuvası yıkılıp toprak çürütülerek, onlarca işçinin bedeni parçalanarak kurulan çarpık bir iktidarın suretinden başka bir şey değildir. Yapımında seri cinayetler işlenen bir mekanda, nasıl bir ‘zafer tarihi’ yazılabilir ki?

Agatha Christie’nin zengin bir adamın malikanesindeki yozlaşmayı ve işlenen suçları anlattığı Çarpık Evdeki Cesetler kitabında yer alan tekerleme, anlatılacak tarihin giriş cümlesi olarak yazıldı bile:

“Çarpık bir adam vardı, çarpık bir yolda yürürdü...”

(*) Evrensel gazetesinin 11 Haziran 2018 tarihli sayısında havalimanında çalışmış olan inşaat işçisi Cengiz Aslan’ın mektubunda anlatılıyor.