YAZARLAR

Dış politikada hafıza

“Kadim irtibatlar”, “hafıza” gibi terimleri Davutoğlu Ahmet Hoca sokmuştu dolaşıma. Bu yaklaşımın bir ucunda Osmanlı’nın yakın çevremizdeki Arap ülkelerinde, hayırla yad edilip, özlemle anımsandığı yanılsaması vardı. Beri ucunda da ulusötesi “Müslüman Kardeşliği” şebekesi. Güncelinde ise, AKP gibi İslamcı partilerin, mevcut yozlaşmış rejimlerin güçlü ve gerçek alternatifi oldukları savı. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin önlenmesinin ardından tüm bunlar süpürüldü gitti cancağızım.

İlk tayinim Cezayir’de görev yaptığım dönemde İspanya’nın Ticaret Ataşesi Alberto De Paz iyi arkadaşım olmuştu. Daha sonra, ben Stokholm’a geçtiğimde, o da Madrid’e dönmüştü, ziyaretime geldi. Ben sefarete mesaiye gittiğimde, zamanını kentte kültürel geziler yaparak değerlendiriyordu. Bir gün, önerim üzerine, oturduğum yere yakın mesafedeki Wasa Müzesi’ne de gitmişti.

Dönemin İsveç Kralı Gustav Adolf’un talimatıyla iki yılda inşa edilen Wasa savaş gemisi, 1628’de denize indiriliyor. Daha limandan çıkmadan, 1300 m. kadar ancak açıldıktan sonra, oracıkta alabora olup batıyor. Geminin batmasında, kralın gemiye ilave bir sıra daha top koydurtmasının etken olduğu anlatılır. Bronz topların havaleli ağırlığı teknenin şirazesini kaydırmış denebilir.

İsveçliler, gemi battıktan sonra deniz dibinden değerli bronz topları çıkarmış, sonra da bu skandalı unutmuş. Yüzyıllar sonra 1961’de, oldukça iyi durumdaki ahşap gemi çıkarılıp, zorlu ve gayet pahalı kimyasal süreçlerle korumaya alınmış. Bugün, Stokholm’un en fazla ziyaretçi çeken müzelerinden biri. İşte, bizim Don Alberto da benim yönlendirmemle, o ziyaretçilerden biri oldu.

Akşam eve döndüğümde konuğuma Wasa’yı nasıl bulduğunu sormuştum. Alberto, düşünceli bir tavırla, “hiçbir şey anlamadım” demeye getirmişti. Üsteleyince, “biz İspanyollar, dünyanın dört köşesinde yüzlerce gemi batırmışız, onlarca deniz savaşına girmişiz, tek bir gemiye bunca masraf edilerek, enkazını karaya çıkarıp ‘medar-ı iftihar’ gibi sergilemek bana tuhaf geldi” diye eklemişti.

Alberto’nun yanıtı, beni güldürdüğü denli düşündürmüştü de. Bir İspanyolun tarih bilinci ve dünya görüşüyle, İsveçlininki ne denli örtüşebilirdi? Dünün hafızasının korunması bugünün kimliğinin inşasında, bugünün dış politikasının oluşturulmasında ne denli etkin olabilirdi yahut olmalıydı? İmparatorluk batırmış ülkelerin, sair bakiye devletlerle ilişkileri nasıl düzenlenmeliydi?

Bu “kadim irtibatlar”, “hafıza” gibi terimleri Davutoğlu Ahmet Hoca sokmuştu dolaşıma. Bu yaklaşımın bir ucunda Osmanlı’nın yakın çevremizdeki Arap ülkelerinde, hayırla yad edilip, özlemle anımsandığı yanılsaması vardı. Beri ucunda da ulusötesi “Müslüman Kardeşliği” şebekesi. Güncelinde ise, AKP gibi İslamcı partilerin, mevcut yozlaşmış rejimlerin güçlü ve gerçek alternatifi oldukları savı.

15 Temmuz Darbe Girişimi’nin önlenmesinin ardından tüm bunlar süpürüldü gitti cancağızım. Davutoğlu Ahmet Hoca da pek ses vermez oldu. Ancak içeriye Hamidiyen, komşuya Enveresk denilebilecek bir büyüklenmeci ve çelişkili anlatı baki kaldı. Anlatı bu, çünkü tarih o değil. Ama bugünün dünyasında bu anomali de değil, zira anlatı çoktan gerçeğin yerini almış durumda.

Somali’de üs, Sudan’da ada, Katar’da da üs, Suriye’de sınırötesi kalıcı harekat, derken şimdi de Kuveyt’le askeri işbirliği anlaşması. İçeride ise stagflasyon. Ortadoğu’yu iyi bilen, Şam Büyükelçiliği de yapmış, eski Dışişleri Müsteşarlarından Uğur Ziyal, “dış politikada etkinlikle, işgüzarlığı karıştırmamak gerekir” derdi. “Türkiye Ortadoğu’dadır ancak Ortadoğulu bir ülke değildir” de.

Neden tüm bu aktivizm? Ülkemizin ulusal çıkarları ve güvenlik öncelikleri bu pahalı hamleleri zorunlu kılıyor diyebiliyor muyuz? Pekiyi, bu kararlar nerede alınıyor, nerede denetleniyor diye sorabiliyor muyuz? Meclis, akademya, medya, bakanlar kurulu? Arap aleminin “al takke, ver külah” işlerinin içindeyiz. Ama ne Arapız, ne Arapça konuşuyoruz.

Dış siyasette soğukkanlılık, sağduyu, uzgörü dedikçe ergenvari yanıtlar alıyoruz. Özgüven eksikliğimiz sorgulanıyor. Tarihi bir medeniyet misyonundan söz ediliyor. Perde gerisinden bir hegemonya arzusu sırıtıyor. Hatlar bu denli karışınca, ülkemizin kalbinde bir gazetecinin paramparça edilip, ortadan kaybedilmesine tutarlı bir tepki göstermek olanağı da aşınıyor, belki yitiriliyor.

Bir başka anekdotla sözümü bağlayayım: Aday Meslek Memuru olarak NATO-Askeri İşler Dairesi’nde müsevvitlik ederken bir yazı Müsteşar’a kadar çıkmıştı. Büyükelçi Özdem Sanberk’in yanına gittim. “Gel şekerim” dedi. Oturdum, paraförü uzattım. İyi çalıştığım için ne sorduysa yanıtladım. Nihayet yüzüme baktı. “Pekiyi, biz bu yazıyı neden gönderiyoruz Daimi Temsilciliğe” dedi. “Talimat” filan diye bir şeyler geveledim. İmzalamadan uzatıp, “Rafet* gelsin bana şekerim” dedi gönderdi.

Yani şair bu meselde demek istiyor ki, doğru, arşivi bilmeden, dosyaya hakim olmadan diplomasi yapılmaz. Ama neyi, neden yaptığını gözden kaçıranın diplomasisinden de hiç hayır gelmez. Tarihi öyküselleştirerek korumak, öğrenmek önemli. Buna karşılık, hele bizimki yahut Fransa, Britanya, İspanya gibi imparatorluk bakiyesi devletlerin tarihleriyle yüzleşip, helalleşmeyi bilmeleri de herhalde akılcılık gereği.

*O dönemde (1993) Büyükelçi Rafet Akgünay, henüz genç bir Daire Başkanı idi.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.