YAZARLAR

Hayli tuhaf bir yolculuk hikâyesi...

Orta boylu bıyıklı görevli, birazdan İzmit’te olacaklarını, sandığın üzerine oturabileceğini söyledi. Bir süre sonra işlerini bitiren diğer kondüktörler de gelmişti odaya. Üçüz gibi görünen üç kondüktör yan yana dizildi. Yaşadıklarına inanmakta zorluk çeken ama tuhaf bir biçimde kaderine razı olan talihsiz yolcu ile üç görevli karşı karşıyaydı.

Sabah saat dokuz gibi, Ankara Garı’nın eski mermer koridorunda şaşkın ve yorgun bir ifadeyle, Sıhhiye çıkışına doğru ilerliyordu. İstediği tek şey bir an önce arkadaşının evine gidip uyumaktı...

Her şey bir hafta önce perşembe günü öğleden sonra, Sirkeci’den tren bileti almasıyla başlamıştı. 1995 yılının güzel bir haziran gününde. Bir süredir uzak kaldığı Ankara’yı çok özlemişti. Haziranda özellikle güzel olurdu Ankara. Sınavlar biter, öğrenci ve memurların bir kısmı tatile çıkar, kış kalabalığından kurtulur, gündüzleri sıcak ve nemsiz, geceleri serin mi serin geçerdi, güzel Ankara yazı. En iyisi trenle gitmek, diye düşündü. Anadolu Ekspresi çok uzun sürüyordu ve son bindiğinde vagon gece yarısından sonra buz kesmiş, hatta bu yüzden kopan haşin bir kavgaya tanıklık etmişti. Trenin ısı ayarı yoktu, ya yakıyor ya donduruyordu ve kızgın yolcular, titreyerek şikâyetlerini ilettikleri kondüktörün, gülümseyen bir ifadeyle, “Uyuduysanız üşürsünüz, uyuyanın üzerine kar yağarmış,” deyişi üzerine çileden çıkmışlardı. Bağırış çağırışın Haydarpaşa Garı’na dek devam edişini, bağıran yolcuların, üzerine kar yağdığı iddia edilen yaşlı adamın ve bir ara “Şuraya bir darağacı kurup beni asın da rahatlayın” diyerek isyan ettiğini hatırladığı kondüktörün hep birlikte gar karakoluna yürüyüşlerini, dün gibi hatırlıyordu.

Bu nedenle Fatih Ekspresi’ne almıştı biletini. Sirkeci Garı’nda cam arkasındaki görevliye, haftaya cuma günü için bilet istediğini söylemiş, ödemeyi yapmış, teşekkür ederek ve çoğu zaman olduğu gibi teşekkürüne yanıt alamayarak ayrılmıştı gardan. Devlete duyduğu güven nedeniyle biletin üzerindeki tarihe bakmak aklına gelmemişti doğrusu. Sonraki hafta cuma akşamı önce Karaköy’e, oradan vapurla Haydarpaşa’ya ulaştı, elinde valizi ve kalbinde Ankara çarpıntısıyla. Malum, İstanbul’un en güzel yanı Ankara’ya dönüşüydü. Trene bindi, vagonundaki koltuk numaralarına bakarak ilerledi ve kendi yerinde bir başkasının oturduğunu gördü. Çoğu zaman gizlemeye çalıştığı özgüvensizliğinin kısık ses tonuyla, “Affedersiniz benim koltuğuma oturmuşsunuz,” dedi kendisine ters ters bakan adamın yüzüne. Birkaç saniye şaşkınlık yaşayan adam cebindeki bileti çıkardı ve koltuk numaralarını karşılaştırdı. Numaralar aynıydı. Şaşkınlıkla biletlere bakarken, ondan daha uyanık olduğunu tahmin ettiği adam yolculuk tarihine bakmayı akıl edince elindeki biletin perşembe gününe kesildiğini fark etti. Sirkeci’deki memur, cuma yerine perşembe akşamına kesmişti bileti. Koltuğunda, yüzünde zafer kazanmış olmanın hazzıyla oturan adamdan özür dileyerek koridorda ilerlemeye başladı. Ne yapacağını bilemiyordu. Hızlı düşünmeye, bir karar vermeye çalışıyordu ancak yaşamı boyunca hızlı düşünüp ani kararlar alamamıştı. Yemekli vagona ulaştığında, orada oturup kondüktörü beklemeye, derdini anlatıp başka bir koltukta oturarak yolculuğu sürdürmeye karar verdi. Öyle ya, ortada bir yanlışlık vardı, kendi hatası değildi ve herhalde koca trende oturabileceği bir yer bulunurdu. Gerekirse ayakta ya da lokantada dahi gitmeye razıydı.

Yemekli vagonda oturur ve insanların koşuşturmasını izlerken, yanına bıyıkları sigaradan sararmış mülayim bakışlı biri geldi, oturup oturamayacağını sordu. “Lütfen,” diyerek karşısındaki sandalyeyi işaret etti. Hoş sohbet bir adama benzediğini düşündü ilkin. Bir süre sonra ‘sohbet’ kısmının ağır bastığını fark etti. Bıyıkları sararmış adam, solcu olduğunu, yaşamı boyunca sol değerleri savunup işçilerin yanında durduğunu, ancak biraz önce sınıf bilincine sahip olmadığını iddia ettiği bir demiryolu işçisinden fırça yediğini, bunu hak etmediğini anlatıyordu duraksamadan. Birinci marka filtresiz sigara paketini çıkarıp ikram etmişti bu esnada. Karşılıklı yaktılar. Bir yandan bıyıkları sararmış adamın siyasi görüşlerini dinliyor, diğer yandan kondüktörleri bekliyordu. Tren kalkalı on beş dakika kadar olmuştu. Bıyıkları sararmış adam, kendi yaşamını ve değerlerini anlatır ve karşısındakine onunla ilgili herhangi bir şey sorma gereği duymazken, beş dakika daha geçti. Orta boylu, hafif göbekli, şapkalı ve bıyıklı kondüktör yemekli vagonun kapısında görününce, bıyıkları sararmış adamın karşısındaki sandalyeden kalkıp görevlinin yanına yürüdü. Yolunu kesti ve başına geleni sırasıyla anlatmaya başladı. Cümleleri sona erdiğinde, orta boylu bıyıklı adam şapkasını çıkarıp bir eliyle hafifçe başını kaşıyarak yarı dalgın tavrıyla konuşmaya başladı. Bu trende olmamalıydı, perşembe akşamı kaçırdığı trene cuma akşamı binmeye çalışıp çalışmadığını bilemezdi, kendisine ceza kesilmesi gerekiyordu, ceza ödeyerek boş bir koltukta yolculuk etme şansı olabilirdi ancak tren tıka basa doluydu... Ödemesi gereken ceza ile cüzdanındaki meblağı karşılaştırınca –neyse ki böyle durumlarda olağan zamanlardan daha hızlı düşünebiliyordu- ceza ödeyemeyeceğine karar verip kondüktöre, normal ücret karşılığında lokantada ya da koridorda yolculuk yapabileceğini, başka şansı olmadığını söyledi. Son derece makul bir insan olarak, en az kendisi kadar makul bir öneri getirdiğini düşünüyordu. Ancak görevli, kabul edemeyeceğini, bunun mümkün olmadığını söyleyip uzun yıllar unutamayacağı cümleyi kuruverdi: “Kaçak durumundasın, seni İzmit’te indireceğiz.”

Gözü kararıyordu. Dudakları titreyerek, yaşadıklarını bir kez daha anlatmayı denese de olmadı. Orta boylu bıyıklı memur, makine dairesinin hemen arkasındaki bölüme davet ederken, ne olduğunu anlamayan ve muhtemelen anıları yarım kalacağı için canı sıkılan sarı bıyıklı adamın şaşkın bakışları eşliğinde, görevliyi takip ederek lokantadan çıktı, trenin hayli gürültülü ve sevimsiz kısmına doğru yol aldı. Girdikleri kısımda kırmızı bir üçlü kanepe ile karşısında domates sandığından bozma tahta bir oturak vardı. Orta boylu bıyıklı görevli, birazdan İzmit’te olacaklarını, sandığın üzerine oturabileceğini söyledi. Bir süre sonra işlerini bitiren diğer kondüktörler de gelmişti odaya. Üçüz gibi görünen üç kondüktör yan yana dizildi. Yaşadıklarına inanmakta zorluk çeken ama tuhaf bir biçimde kaderine razı olan talihsiz yolcu ile üç görevli karşı karşıyaydı. Biri, ilk gelene dönerek, “Bu arkadaşın ne işi var burada, hayırdır?” diye sordu. “Kaçak binmiş, İzmit’te indireceğiz,” diyerek yanıtladı diğeri. Kendi aralarında da pek konuşmuyor, sandığın üzerine tünemiş kaçak yolcuya bakarak arada bir mırıldanıyorlardı. Tren İzmit’teydi. İyi geceler diyerek indi. Elindeki valizle Fatih Ekspresi’nin arkasından bakakaldı karanlık peronda ve ne yapacağını düşündü. Garaja gidip elindeki parayla bir otobüs bulabilirdi ancak o saatte otobüs olmaması ihtimaldi. Yolcuların banklarda uyukladığı, bilet satılan camlı bölmenin olduğu ter kokan salona yöneldi. Başka bir tren olup olmadığını sorup kırk beş dakika sonra Anadolu Ekspresi’nin geleceğini ve daha da önemlisi boş yer olduğunu öğrenince, keyfi biraz olsun yerine geldi. İyi tarafından bakmaya çalışıyordu her zamanki gibi; ne maceraydı ama! Hemen, bir bilet lütfen, diyerek elindeki parayı camın altındaki aralıktan memura uzattı. Memur, bilet kesme işlemine başladı ancak bilet, çıkması gereken yazıcıdan çıkmıyordu. Gülümseyerek sorunun çözülmesini beklemeye başladı. Beş dakika geçmişti. On dakika geçti. On beş dakika geçti...

Anadolu Ekspresi için anons işitiliyordu artık. Telaşlanması gerekip gerekmediğini henüz kavrayamamıştı. Camlı bölmenin arkasındaki adam bir yerlere telefon ediyor ve konuştuğu insanlara “Tamam oraya basıyorum, çıkmıyor, yahu onu da denedim,” gibi bir şeyler söylüyordu. Bilet, yazıcıdan çıkmıyordu, yol parası camekanın altındaki aralıktan geçmişti ve yolcu, giderek artan bir biçimde telaşlanmaya başlamıştı. Trenin gelişine beş dakika vardı. Tedirginlik ve telaşlı bir ifadeyle, “Lütfen elle yazın bileti ya da trende ödeyeyim, mümkün değil mi; eğer bunu kaçırırsam başka şansım kalmayacak,” şeklinde mantıklı cümleler kurmaya çalışırken, cam bölmedeki adam umutsuz bir yüz ifadesiyle, “Ben yazmasına yazarım da, bu trenin memurlarıyla aram yok, ben yazdım diye kabul etmezler,” deyiverdi. Bir yandan “Sizin aranız bozuk diye ben burada mı uyuyayım?” sorusuyla çıkışırken, diğer yandan bir kâbus gördüğünü ve nasıl olsa uyanacağını düşünmeye başlamıştı artık. Bu kez sesini yükselterek “Kardeşim paramı ver o zaman,” dedi. Memur, “Ne bağırıyorsun ya, her zaman çıkan yerden çıkmıyor kardeşim bilet, bir arıza var" tespitiyle bağırırken, yolcu elini camekanın altındaki boşluktan bileğine kadar sokup parasını almış ve hareket etmekte olan Anadolu Ekspresi’nin bir vagonuna atlamıştı bile.

Anadolu Ekspresi’nin bir koridorunda, elinde valiziyle, bu kez biletsizdi. Kondüktörü bekliyordu derdini anlatmak için. Hem bu trende yer olduğunu da öğrenmişti nasıl olsa. Tren yol alırken, ne kadar geçtiğini bilmediği bir zaman sonra görevliyi gördü. Diğer trendekilerin üçüz değil, dördüz olduğunu, küçük kardeşin tayininin Anadolu Ekspresi’ne çıkmış olabileceğini hayal etti bir an. Karşısına dikildiği dördüzlerin sonuncusunun gözlerinin içine bakarak, son derece kararlı, buna mukabil bir o kadar alttan almaya meyyal ses tonuyla, Sirkeci’de başlayıp o noktaya varan hikâyesini hiçbir şey atlamamaya özen göstererek anlattı. Bitirince, bir bilet kesilmesini ve trenin herhangi bir yerinde koltuk verilmesini rica etti. Olanı biteni sükunetle dinleyen dördüncü, hiç istifini bozmadan yolcunun yüzüne baktı ve şöyle dedi: “Sen bu durumda kaçak yolcu durumundasın, Eskişehir’de indireceğiz!”

Terliyordu. Ayakta durmakta zorlandığını fark etti. Başını adamın omuzuna dayayıp bağıra çağıra ağlamak istiyor ancak ne yapması gerektiğini bilemez halde dördüncünün gözlerine bakıyordu. Bir anda, sesini o ana dek hiç olmadığı şekilde yükselterek, “Ne diyorsunuz be, ne kaçağı, anlatıyorum ya, hasta mısınız kardeşim hepiniz, yeter artık...” diye bağırmaya başlamıştı. Ortalama bir yurttaşın belli başlı tüm niteliklerini taşıyan kondüktör, bağıran ve kabadayılık yapanlardan etkileniyor, saygı duyuyordu. “Valla sen de haklısın,” diyerek elindeki bilet koçanı nevi kağıt parçalarını karıştırmaya başladı. Durak ve kilometre hesabı yaparak, yolcunun yanındaki parayla karşılayabileceği bir meblağ hesapladı. Parayı aldı. “Git boş bulduğun yere otur,” diyerek yol gösterdi. Artık biletli bir yolcuydu ve nerede oturacağını hiç umursamıyordu. Bir koltuk buldu. Özgüvenle yerleşti. Yarım saat sonra, lokantadan gelen içkili bir yolcuya bırakmak zorunda kaldı yerini. Bir başka koltuğa geçti. Bir süre sonra, bir diğerine. Olsun, koridor penceresinden doğan günü seyretmek de çok güzeldi aslında. Bozkır manzarası gibisi var mıydı! Hem, illa bindiğin trenden ineceksin diye bir kural mı konmuştu allasen! Her işte bir hayır var, diye düşündü. Gerçi gece boyu yaşadıklarında ne hayır olduğunu kestiremiyordu ama dur bakalım, belki bir gün gelir, hikâye ederim diye hayâl etti.

Ankara Garı’nın eski güzel mermer zemininde, yorgun yürüyordu. Yaklaşık iki üç saat geç geldiği için, kendisini bir önceki tren saatinde karşılamaya gelen arkadaşı beklemiş, vagonları dolaşmış, hiçbir anlam veremeyerek evine dönmüştü. Yolcu, arkadaşının evine vardı. Olanları anlattı. Şaşırdı arkadaşı ama nedense onun başına böyle şeylerin gelebileceğini düşünmüştü her zaman. Yorgun argın uzandı yatağa. Sarı bıyıklı adamı, dördüz kondüktörleri, İzmit’teki küskün memuru, üçlü kırmızı kanepeyi, domates sandığını ve demir yolu çalışanlarının sarsılmaz vazife aşkını düşünürken, uykuya daldı...

Zorunlu açıklama: Değerli okur, benim bir sosyal medya hesabım yok.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.