YAZARLAR

Gürcan Dağdaş: Neyi paylaşamıyor MHP ile İYİ Parti?

Siyasetçilerin çirkin üslubunu, toplumu kutuplaştırmanın olası faturalarını, şiddet dilinin bizi sürüklediği yeri, RP'de ve MHP'de siyaset yapmış eski bakan Gürcan Dağdaş'la konuştuk. "Siyasetçinin dili tepeden aşağı, aşağıdan yukarı bir akışkanlık içinde kendisini hissettirir" diyen Dağdaş, "Siz ne konuşursanız aşağıdaki de aynısını konuşur. O zaman evin önüne gençler gider. Evin sahibi çıkar, onlarla ilgili protestosunu yine onların da tahrik olabileceği bir boyutta ifade eder. Sonuç olarak karşılıklı birbirini besleyen kaotik bir yapı çıkar" diye konuştu.

Birbirimizin yaralarını sarmak için buluştuğumuz dostlarla bile sohbeti kotaramadığımız günlerden geçiyoruz. Karşınızdakinin onaylamayacağı bir yorum çıkmaya görsün ağzınızdan. Sizi anında lime lime edebiliyor ve aynı kişi, birkaç dakika sonra herkesi hoyratlıkla suçlayabiliyor. Kendisinden başka kimseye tahammül edemeyen bir yığına dönüştü toplum. Mahalleler öyle ayrıştı ki, her mahallede bir kapalı devre yayın var adeta ve mahallenin anteni, kendisininki hariç hiçbir yayını almıyor. Hâletiruhiye bu olunca gazeteciden de haber değil propaganda bekleniyor. 90’ların başında İBDA-C örgütünün Taraf adlı dergisinin sloganı olan “Taraf olmayan bertaraf olur” sözünün sağdan, soldan takdir görmesi de bundan.

Bu uzun girizgâhtan sonra antenimizi “milliyetçi” mahallenin provokakif kavgasına çevirelim. Siyasetçilerin çirkin üslubunu, toplumu kutuplaştırmanın olası faturalarını, şiddet dilinin bizi sürüklediği yeri eski Refah Partili bakan Gürcan Dağdaş ile konuştuk.

Necmettin Erbakan’ın başbakanlığındaki REFAHYOL Hükümetinin (Haziran 1996-Haziran 1997) Denizcilikten Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapan eski RP Milletvekili Gürcan Dağdaş, yıllar sonra MHP’ye geçmişti. MHP milletvekilliğinin yanı sıra bu partide genel başkan başdanışmanlığı görevinde de bulunan Dağdaş, MHP’den ayrılmasının ardından 2014 yılı sonunda “Yeni Nizamiye” isimli bir düşünce platformu kurdu. Tüm siyasi partilere eşit mesafedeyiz diyen bu platform ayda bir ya da iki kez toplanıyor, raporlar yazıyor, bunları Cumhurbaşkanından sivil toplum örgütlerine kadar birçok kişiye/adrese gönderiyor.

"Türkiye’de siyasetçinin dili kirlidir, kırıcıdır, kızgındır, ayrıştırıcıdır, bölücüdür. Oysa ki siyaset anlamı üzerinden baktığımızda, toplum parçalıdır. Siyasetin görevi bu ayrık duranları bir masanın etrafında kolektif bir ruha, bir toplu işleyişe dönüştürecek bütünleştiriciliktir."

Gürcan Dağdaş ile Yeni Nizamiye’nin, Ankara Kalesi’ndeki mekânında görüştük. Dağdaş ilk soruya “racon” tarifi yaparak başladı. Dağdaş’ın “Türkiye raconsuz bir memkelettir” dediği saatlerde henüz İYİ Partililer, Meral Akşener’in İstanbul’daki evinin önünde “Bir kadını tehdit etmek, bir kadının yoluna pusu atmak, gece karanlığında bir kadının kapısına adam yollamak, geçtik Türk töresini, affettirmeye pek hevesli olduğu mafyanın raconunda bile yoktur” açıklamasını yapmamıştı.

Türk Dil Kurumu’na göre “racon”un kelime anlamı: 1)Yol, yöntem, usul. 2)Gösteriş, fiyaka. Girizgâhı burada noktalayıp sözü, sağ siyasetin içinden birine, Gürcan Dağdaş’a bırakalım.

'TÜRKİYE RACONSUZ BİR MEMLEKETTİR'

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi de İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i de yakından tanıyorsunuz. Bahçeli’nin sosyal medya hesabından Akşener’i tehdit etmesi, “Bu hanımefendiye son ihtarım, bölmek ve yok etmek istediğin MHP’ye karşı sinir ve sınırları ihlal eden vandal tutumuna devam edersen sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın” demesi, buna karşılık Akşener’in sosyal medya hesabından partisinin genel merkezinin açık adresini yazması ve kendisine ülkücü diyen bir grubun gece yarısı Akşener’in İstanbul’daki evinin önüne giderek slogan atması… Bu kavga nereye varır?

Bire bir MHP- İYİ Parti ekseninde bir şeyler söylemek istemem ama genel bir tarif yapmak durumundayım. Bu tarifin de öznesi “racon”dur. Raconu terk etmeye görün, ne ülkücülüğünüz ne erkekliğiniz ne adamlığınız ne kadınlığınız kalır! Bu, sağcısını, solcusunu, ülkücüsünü, İslamcısını, tamamını içine alan büyük bir sıkıntıdır. Türkiye raconsuz bir memlekettir. Olup biten, beni hiçbir şekilde şaşırtmıyor.

Siyasetin toplumda, kamusal işleyişin içerisindeki pozisyonu, yaptığı işle sınırlı değildir. Siyasetçi aynı zamanda öğretmendir, dil uzmanıdır, profesyonel davranış bilimcisidir. Siyasetçi bütün bunları içinde barındıran bir vitrin adamıdır. Siyasetçinin dili çok önemlidir. Siyasetçinin dili tepeden aşağı, aşağıdan yukarı bir akışkanlık içinde kendisini hissettirir. Siz ne konuşursanız aşağıdaki de aynısını konuşur. O zaman evin önüne gençler gider. Evin sahibi çıkar, onlarla ilgili protestosunu yine onların da tahrik olabileceği bir boyutta ifade eder. Sonuç olarak karşılıklı birbirini besleyen kaotik bir yapı çıkar.

'TÜRKİYE’DE SİYASETİN DİLİ KİRLİDİR, BÖLÜCÜDÜR'

Türkiye’de siyasetçinin dili kirlidir, kırıcıdır, kızgındır, ayrıştırıcıdır, bölücüdür. Oysa ki siyaset anlamı üzerinden baktığımızda, toplum parçalıdır. Kimlik, ideoloji, beklentiler gibi farklı saiklerle ayrışmış bir toplum vardır. Siyasetin görevi bu ayrık duranları bir masanın etrafında kolektif bir ruha, bir toplu işleyişe dönüştürecek bütünleştiriciliktir. Siyasetin temel fonksiyonu budur. Ancak Türkiye’de siyaset, ayrıştıran, cepheleştiren, düşmanlaştıran bir boyuta doğru evriliyor. Siyasetin bütünleştirici fonksiyonu ortadan kalktığında, başarı-başarısızlık terazisine de bu ayrıştırıcı dil üzerinden bakılıyor. Bizim hırsızımız bizim hırsızımızdır, bizim yanlışımız bizim yanlışımızdır. Aman ha sesimizi çıkarmayalım!.. Siyasi partilerin kendilerini kimliklerin, ideolojilerin üzerinden sahada var etmiş olmaları, onların da işin kolay yolunu seçtiğini gösterir. Yani vatan millet Sakarya, ahali sandığa!.. Sonuç itibariyle ortaya çıkan Türkiye tablosu da şimdi hepimizin önünde.

'İYİ PARTİLİLER, MHP’DE BULAMADIKLARINI KENDİ KURUMLARI İÇİNDE SERGİLEYEBİLİYORLAR MI?'

Neyi paylaşamıyor MHP ile İYİ Parti? Şunu mu konuşuyorlar: 21’inci yüzyılda Türk milliyetçiliğinin temel aksları ne olmalı? İYİ Partililer MHP’de bulamadıklarını kendi kurumları içerisinde sergileyebiliyorlar mı? Bu arkadaşların bir kısmıyla konuştuğumda MHP’de saygıyı, sevgiyi, şefkati, vizyonu, projeyi, kadroyu göremediklerini söylüyorlardı. İtirazlarının altında yatan buydu. Şimdi İYİ Parti’ye baktığımızda MHP’de olmayanların burada olduğuna dair bir delil var mı? Parti içi demokrasi vs… Hepimiz birbirimize benziyoruz. Sadece “yeni” lafı bizi yeni yapmıyor. Tabela üzerinden yenilik ifade edilmez.

"Yerli- milli, “kahrolsun Amerika; kahrolsun Avrupa; kahrolsun Rusya” demek değildir. Yerli ve milli “yaşasın Türkiye!” demektir. Sizin dünyanın ilk 500 üniversitesi içinde yeriniz yok. Nüfusun yüzde 50’si 35 yaşın altında ve mesleksiz. 50’nin üzerinde veteriner fakülteniz var, et ithal ediyorsunuz. 50’nin üzerinde ziraat fakülteniz var, saman ithal ediyorsunuz. Yerlilik ve millilik bunları konuşmaktan, bu hastalıkların tedavisiyle ilgili mücadeleden geçer."

Türk milliyetçiliğinin iki temel unsuru vardır: Türk Lirasının, ulusal paranızın yeryüzündeki kıymeti ve ulusal dilinizin yeryüzündeki hareket alanı. Eğer ulusal paranız yeryüzünde kıymetli ise eğer ulusal diliniz geniş bir toplum, farklı ülke insanları arasından bir ihtiyaca dönmüşse siz Türk milliyetçiliğinin inşasında fevkalade önemli bir işi tamamlamışsınız demektir. Ama paranız pulsa, diliniz lokalleşiyorsa, bu sizin derdiniz olmaktan çıkmışsa ve siz de -Türk milliyetçileri açısından söylüyorum- bütçe değerlerini, Türkiye’nin borç miktarını dolar üzerinden ifade ediyorsanız söylenecek çok fazla şey kalmamıştır.

'YERLİ VE MİLLİ OLMAK İÇİN CEBİNİZ DOLU, AKLINIZ BAŞINIZDA OLACAK'

Son zamanlarda çokça çiğnenen “yerlilik ve millilik” sakızının bir ömrü var mı?

Kimlik siyaseti, ideolojik kalıplar, sloganlaşmış siyaset dili gibi siyasetin bugüne kadar taşımış olduğu anomaliler, hastalıklar söz konusu. Türkiye, bunu uzun süre sürdüremeyeceğini öğreneceği kavşağa geldi. Ne demek yerlilik millilik? Ben MHP’ye katıldığımda MHP’nin bir genel başkan yardımcısı, beni dışarıdan gelmiş liboş gibi değerlendiren bir bakışla bir soru sordu bana: Küreselleşmeyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Hemen o arkadaşa ceketinin etiketine bakabilir miyim, dedim. Ceket, İtalyan’dı. Kolundaki saat, İsviçre. Sen küresel bir yaratıksın dedim. Bunların üzerinden yerlilik millilik tarif edeceksek bu paradoksu göstermemiz lazım. Küreselleşmeye karşıt olunmaz. Küreselleşmiş dünyanın medeniyetinizle anlamlı bir yerde, amiral gemisinde oturabiliyor musunuz, oturamıyor musunuz mesele budur.

Yerli- milli, “kahrolsun Amerika; kahrolsun Avrupa; kahrolsun Rusya” demek değildir. Yerli ve milli “yaşasın Türkiye!” demektir. Sizin dünyanın ilk 500 üniversitesi içinde yeriniz yok. Nüfusun yüzde 50’si 35 yaşın altında ve mesleksiz. 50’nin üzerinde veteriner fakülteniz var, et ithal ediyorsunuz. 50’nin üzerinde ziraat fakülteniz var, saman ithal ediyorsunuz. Yerlilik ve millilik bunları konuşmaktan, bu hastalıkların tedavisiyle ilgili mücadeleden geçer. Yerli ve milli olma iradesi çok kıymetli bir şeydir ama bu iradeyi koymak için cebiniz dolu olacak, aklınız başınızda olacak, iddia ettiğiniz medeniyetin temsilini doğru yapacaksınız.

'ÇÜRÜMEYE MEYYAL TOPLUM ÖNCE KUTSALLARI ÇÜRÜTÜR'

“Toplumsal Çözülme” adlı bir kitabınız var. Son yıllarda “toplumsal çözülme”, “toplumsal çürüme” ifadelerini çok sık duyar olduk. Bunda, kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı dile sarılan siyasetçilerin payı nedir? Şu an hâkim zihniyet, Türk-Müslüman-Sünni-erkek… Söylemler de bunun yansıması. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz hafta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na “Sen ne anlarsın Kuran’dan, ezandan” dedi. Ülkenin cumhurbaşkanının bu üslubu Alevi yurttaşları incitmiyor mu?

Ülkedeki genel tablo şudur, toplum kendi içerisindeki otokontrolü kaybetmiş, çürüme yolunda hızla ilerliyor. İmam efendi caminin kapısını dükkânının kapısını açıyor gibi açıyor. O kapıdan giren cemaatin içinde, imamın arabasının lastiğini alan, çocuğunun okul taksitini ödeyen, banka kredisini yatıranlar var. Bir manada cami dükkâna dönmüş. Hâkim adliyenin kapısını, doktor hastanenin kapısını, okul müdürü okulun kapısını, esnaf odası başkanı odanın kapısını dükkânının kapısını açar gibi açıyor. Türkiye toptan dükkânlaştı. Dükkânlaşan Türkiye’de kutsalların tamamı aslında dükkân malı haline gelmiştir. Din, Sünnilik, Türklük, erkeklik, hepsi pazarlanmıştır. Dolayısıyla çürümeye meyyal bir toplum önce kutsalları çürütür. Eğer kutsalları çürümüşse artık o çürümüş bir et yığınına dönüşmüştür. Burada Sünni, Alevi, dindar, Türk, Kürt herkes çürümüştür. Sünnicilik yapan, dindarlık iddiası içinde olan insanların önemli bir kısmının çocuklarının ateist çizgiye kaydığını ortaya koyan bilgiler var.

'İKTİDARIN, ALEVİLERLE İLGİLİ HER LAFINI YEDİ BOĞUMDAN GEÇİRMESİ LAZIM'

Alevilerle ilgili bir gerçeğin altını çizmemiz lazım. Bakın Kürtlerle ilgili dün belki şunlar konuşulabilirdi ve konuşulmakta da haklıydı, bu insanlar hep maraba mı olacak, sistemin içerisinde hak ettikleri yerde daha ne kadar bulunmayacaklar? Bu sorular vardı ama şimdi Kürtlerin sistemin içinde önemli ölçüde oturduklarını görüyoruz. 81 ilin valisi içinde, emniyet müdürleri veya bakanlar içinde Kürt var, başbakan Kürt olabiliyor. Türkiye’nin bin tane beş yıldızlı oteli varsa bunların çoğu Kürt kökenli insanların, Türkiye’nin bin tane müteahhidi varsa bunların çoğunluğu Kürt kökenli insanlar. Artık Kürt maraba değil. Maraba olanlar, geride kalanlar, sahipsizler. Alevilere gelince, 81 ilin bir tane Alevi valisi, emniyet müdürü yok. 50’ye yakın müsteşarlıkta, genel müdürlükte bir tane Alevi yok. Ekonominin içerisinde anlamlı bir yerde durmuyorlar. Peki bu sistemin içerisine, ekonomiden siyasete, Alevileri taşımak Türkiye’nin hayrına mıdır, zararına mıdır? Bunu anlamak için Suriye’de, Irak’ta olup bitenlere bakacağız. Türkiye’nin birliğiyle, bütünlüğüyle ilgili sorunu olanların Alevileri ötekileştirici bir üslubu ima yoluyla bile ifade etmelerinin çok tehlikeli sonuçları olabilir. Sivas Madımak’ta insanlar canlı canlı yandığında o meydana toplananların tamamının katil ve cani ruhlu olması mümkün mü? Hayır ama bu mezhep işi İslam coğrafyasında öyle bir derttir ki, orada insanlar diri diri yakılırken meydandaki iki bin kişi tekbir çekebiliyor. Bu tam aklın, vicdanın kaybolduğu haldir. Maraş’ı, Çorum’u yaşadık ve bu tehlikeli bir şeydir. Siyasetin hele iktidarın, Alevilerle ilgili ağzından çıkan her lafı, yedi boğumdan geçirmesi lazım. Aleviler CHP üzerinden bir miktar siyasete müdahil hale geldiler. Akıl, devlete de ekonomiye de bunları taşıyarak bir arada tutmayı emreder.

'TARİH, VİCDANSIZLARLA CÜZDANSIZLARIN KAVGASININ TARİHİDİR'

Ülkeyi böyle bir ekonomik krize sürükleyenler, kriz yoksulları daha da yoksullaştırırken aynı gemideyiz demeye başladılar. Bu söylem, uzun vadede etkili olur mu?

Biz 1980 öncesi 1974 Amerikan ambargosuyla çok ciddi sıkıntılı bir dönem geçirdik. O tarihe kadar ideolojik ayrışmalar kanla çok buluşmamıştı ama Amerikan ambargosuyla beraber Türkiye’deki fukaralık öyle bir hale geldi ki, ülkenin fakir insanlarının çocukları birbirini sağcı solcu diye yiyip bitirdiler. Etiler’de, Çankaya’da değildi sağcılık solculuk, Mamak’taydı, Etlik’teydi… 1980 öncesi 15-20 kalem gıda tanırdık biz. Tasarruf nedir, israf nedir bilirdik ama buna rağmen ağır bir maliyet ödedik. Şimdi tüketime bu kadar açılmış bir topluma, geldiğimiz nokta itibariyle yeme içme diyorsunuz. Bu mümkün değil. Bu toplumsal bir patlamayı önümüze getirir. İnsanlık tarihi bir şeyi göstermiştir, fukaralık kendisine etnik, dinsel, ideolojik bir gömlek giyerek isyan noktasına taşır toplumu.

"Çete reislerinin nasıl kutsandığını, Türk yargısının gözünü ve kulağını onlara nasıl kapattığını görüyoruz. Bu çeteleşme sadece kriminal boyutta da önümüzde durmuyor. Toplumsal dokunun hemen hemen her alanında çeteleşmenin, mensubiyetin, aidiyetin üzerinden bir yağma, ganimet, güç devşirme hesabının olduğunu görüyoruz. Çetelerin devlet olma iddiasında olduğu bir iklime doğru evriliyoruz. Peki bu bizi nereye götürüyor? Osmanlının son dönemine."

Tarih hep vicdansızlarla cüzdansızların kavgasının olduğu bir tarihtir. Ne hikmetse bu kavganın sembolize olduğu yer batıda da doğuda da sarayın önüdür. Hiç merak etmiyor mu Türkiye’deki yöneticiler, Merkel veya İngiltere Başbakanı niye mütevazı dairelerde oturuyor? Sarayları mı yok? Tarihlerinde, o sarayların önündeki kavgaların sonunda bir muhasebe yaptılar ve dediler ki cüzdansız-vicdansız dengesini doğru tutturmamız lazım.

'1001 ODALI SARAYDAN KEÇİÖREN’DEKİ EVE TAŞINMALI'

Aile bu durumdaysa ailenin reisi olma iddiasında olan ve o makamda oturan Sayın Cumhurbaşkanı’ndan başlamak üzere ailenin kendi içinde bir muhasebe yapması lazım. Tasarruftan uzak, israf ve şatafatın boğduğu bir aile. Ailenin mutfağında çıkan yemekten biri bir tabak yiyor, bir başkası on tabak. Ailenin babası evlatları arasında ayrım yapıyor fakat aynı evde oturmaları için ısrar ediyor. Bu kavga çıkarır, bizi karakola düşürür!

Külliyeyi yaparken devletin itibarı olarak sunmuştu Sayın Cumhurbaşkanı. Ben buna itiraz edenlerden biriyim ama diyelim ki bu tartışma dünde kaldı. Türkiye’nin itibarı şimdi tefecinin borcunu ödemekten geçer. Tefecinin borcunu ödemek için aile reisi 1001 odalı saraydan Keçiören’deki eve taşınmalı ve biz demeliyiz ki, ailenin reisi muhasebeyi doğru yapıyor, israftan, şatafattan kaçıyor. Biz de masaya gelen iki zeytinden birine rıza gösterelim.

Bu söylediklerinizin emaresi görünmüyor...

Üzücü olan bu. Aynı gemide değiliz diyenlerin iktidar cephesine karşı serzenişlerini haklı bulurum ama bu realiteyi değiştirmez çünkü onlar da bu gemide. Geminin battığına dair kaygısı olanların akılsızca birbirlerini sağcı solcu, Kürt Türk diye tasnif etmeleri devam ediyorsa bu beni daha karamsar yapıyor. Gemi batıyor, sağcılar geminin sağından, solcular da geminin solundan atlıyor. Gemi batıyor mübarekler! Kaygıları olan insanların bir miktar ideolojik kimlik rezervlerini bir kenara itmeleri lazım. Bizim Kars’ta güzel bir laf var: geniş günde konuşacağınızı dar günde konuşmayın. Dar gündeyiz şimdi.

'TÜRKİYE’DE YAŞAMAK BİR MUCİZEDİR ARTIK'

İnsanlar, “kendileri yedi, hesabı bize ödetiyorlar” diye düşünmekte haksız mı?

Sadece hesap ödetmiyor, bulaşıkları da yıkatıyor sana. Bu serzenişi haklı buluyorum ama bu gerçeği değiştirmiyor, Türkiye’de yaşıyoruz hepimiz. 2017’de 257 bin insan göçmüş Türkiye’den. Kars’ın 7 ilçesi, 150 köyü ve merkezinin toplam nüfusu 270 bin. Bir şehir göçmüş bir yıl içinde. Bunun içinde toplumun her kesiminden insan vardır. Peki niye gider insanlar?

Umutsuzluktan,,,

Bir ülkede yöneticileri kahreden bir durum değil midir bu!

Yöneticiler yerine halk kahroluyor gibi görünmüyor mu? İnsanlar gülmeyi unuttu.

Dün bir arkadaşıma gülümsememişim, günaydın dememişim, bana sitem etti. Dedim ki, bu sabah Türkiye’nin gündemine bir bakalım: 8 şehit, cinayetler, cinnet, zaman, yolsuzluk… Siyasetin hırçınlığını, yukarıdaki kırıcı üslubu, aşağıda ekonominin toplumsal psikolojinin üzerinde oluşturduğu baskıyı dikkate alarak söylüyorum, Türkiye’de yaşamak bir mucizedir artık, insanlarla sohbet etmek mucizedir. Nasıl beraber sevgiyi, saygıyı inşa ederiz? Türkiye’nin buradan çıkabilmesi için ilk önce, çocuklarımız ve dört ayaklı canlılar hariç, kimsenin masum olmadığını bileceğiz.

'BİZ TOPLU BİR GÜNAH İŞLEDİK'

Biz toplu bir günah işledik. Burada bir terazi konulacaksa az günahkâr-çok günahkâr diye bir tasnif yapılabilir. Kimin ne yaptığını Mısır’daki sağır sultan bile biliyor. Yasalar, kutsal metinler erdemin inşasında önemlidir ama erdemi korumak için sadece bunlar yeterli değildir. Toplumun kendi içerisinde bir saygınlık, onur çıtası koyması lazım. Burada köfteci bir arkadaş var. Dükkânına ağırlıklı olarak AKP kadrolarında siyaset yapanlar ve 15-16 yıldır iktidarda olan bürokrasi gelir. Zaman zaman onun müşteriyle olan ilişkisini izlerim. Bir iki ay evvel üç dört tane siyah araba yanaştı. Bizimki iki kat eğildi, “Sayın Bakanım, şeref verdiniz!” dedi. Baktım, bir eski bakan… Yolcu ederken yine eğildi, “Sayın Bakanım, hürmetler”… Kapıyı açtım, “Bir daha bana Sayın Bakanım demeyeceksin!” dedim. “Efendim, siz bizim gönlümüzdeki bakansınız ama az önce bin 700 lira hesap aldım. Müşteri velinimetimizdir” dedi. Yasalarla, kutsal metinlerle erdem kurulamaz dediğim hal bu haldir.

'ZÜBÜKLER PROTOKOL MASASINDA OTURMAYA DEVAM EDERSE TOPLUM DA ÇÜRÜR'

Normalde, o toplumun kendi içerisindeki otokontrol, yolsuzu, hırsızı, caniyi, tacizciyi dışlamayı gerektirir. Otokontrol yoksa, protokol masasında o zübükler oturmaya devam edecekse bu sadece siyasi aktörlerin içinde bulunduğu bir hal değildir. Tefecisi de hırsızı da siyasetçisi de böyledir. Bunlar cemiyetin protokol alanına taşındığında toplum bu çürümeden hakkına düşeni fazlasıyla alır ve o da çürür.

Milletlerin de insanlar gibi hastalıklı dönemleri olur. Türk milleti her 100-150 yılda bir hasta oluyor. Bu hastalık bir ahmaklıktır, aklın ve vicdanın devre dışı kalmasıdır. Ahmaklık bulaşıcı bir hastalıktır; makamı, mevkii, diplomayı, parayı pulu aşar. Ahmaklaşan insanların inşa ettikleri, altına sığındıkları çatının uzun ömürlü olmadığını Cumhurbaşkanlığı Forsu’nun üzerindeki 16 yıldızdan görürüz. Ahmaklaştığınızda çatınız çöker. 16 devlet kurdum diye övündün ama niye yıkıldı bu 16 devlet? Bir sorun var sende!

'ÇETELERİN DEVLET OLMA İDDİASINDA OLDUĞU BİR İKLİME DOĞRU EVRİLİYORUZ'

Hırsızın uğursuzun protokolle münasebetine değinmişken… MHP, organize suç örgütü lideri olmaktan hüküm giymiş Alaattin Çakıcı için talep ettiği affın kapsamını genişletti. “Kanlarında duş alacağız” diyerek barış bildirisine imza atan akademisyenleri tehdit ettiği gerekçesiyle 11 yıla kadar hapis istemiyle yargılanan başka bir suç örgütü lideri Sedat Peker, ‘suçun unsurları oluşmadığı’ gerekçesi ile beraat etti. Mafya neden bu kadar korunup kollanıyor?

Çeteleşmenin çok geniş alana yayıldığını sokakta, sosyal medyada, ekranda, her yerde görüyoruz. Çete reislerinin nasıl kutsandığını, Türk yargısının gözünü ve kulağını onlara nasıl kapattığını görüyoruz. Bu çeteleşme sadece kriminal boyutta da önümüzde durmuyor. Toplumsal dokunun hemen hemen her alanında çeteleşmenin, mensubiyetin, aidiyetin üzerinden bir yağma, ganimet, güç devşirme hesabının olduğunu görüyoruz. Çetelerin devlet olma iddiasında olduğu bir iklime doğru evriliyoruz. Peki bu bizi nereye götürüyor? Osmanlının son dönemine.

Mustafa Kemal sadece işgalcilerle, emperyalistlerle mücadele etmedi, aynı zamanda çetelerle, çeteleşmiş Osmanlı bakiyesi ile de mücadele etti. Bunların içinden bir kısmını düzenli orduya kattı, onlara kamusal sorumluluk yükledi ama bir kısmının da imha edilmesinin gerekli olduğunu gördü. İmha etti demiyorum, onun tedavi edilemeyeceğini gördü. Türkiye yeniden çetelerin, grupların olduğu bir ülke. Bunun, Türkiye’nin Sayın Cumhurbaşkanı’nın içine sinmesini beklemek haksızlık olur. Zannediyorum Sayın Cumhurbaşkanı istemeyerek böyle bir sonucun önümüze çıkmasına vesile olmuştur ama Cumhurbaşkanı’nın artık görmesi lazım, mesele sadece FETÖ ile PKK ile sınırlı değildir. Dün uyuşturucunun geçiş adresi olan Türkiye bugün uyuşturucunun en büyük pazarı haline dönmüştür. Rakının şişesini 50 liradan 300 liraya çıkararak Türk halkını alkolden uzaklaştırmadınız; onu yaparken burada büyük bir boş alan bıraktınız. İzliyorum, içki satışları o kadar azaldı ki fiyattan dolayı ama 1920’lerin Amerikası gibi her ev içki imalathanesine döndü.

Kendinizi siyasi yelpazenin neresinde görüyorsunuz?

Ben siyasetin kurumsal yapılarının yoğun bir tasfiye sürecine girdiği, Türkiye eğer buradan siyasetin eliyle çıkacaksa mevcut kurumsal yapıların son turu attığı kanaatindeyim. Bu münasebetle de -cılık, -culuk hastalığından uzak durmaya çalışıyorum. Yeni Nizamiye adlı grubumuzla ayda bir veya iki kez 40-50 kişilik toplantı yapıyoruz. İnancına, etnisitesine bakmaksızın, küpünde bal olan insanları bir araya getirip iki lafın belini kırmaya çalışıyoruz. Katılımcılar aynı dünyanın insanları değil. Zaman zaman raporlar yayınlıyoruz. Bunları Cumhurbaşkanı da dâhil birçok kişiye, kuruma gönderiyoruz. Geri dönüşler de oluyor ve görüyorum ki herkes bıyık altından konuşmaya çalışıyor. Buradan bir siyasi proje çıkarma gayretiyle yapmıyoruz bunları. Ağabeylik, antrenörlük duygusuyla değil mutfakta çalışma iddiası ve heyecanı olan biri olarak yapıyorum. Bundan da memnunum.