YAZARLAR

Doğru tedavi ediliyor muyuz?

Aradan aylar geçse de hekiminiz, bu kanın rezonansını temel alarak çalışır; parça, ait olduğu bütünle titreşir. Öldüğünüzde aylar, belki de yıllar önce verdiğiniz kandan artık sinyal alınmaz olur.

Tıpta branşlaşmanın avantajlarının ortadan kalkması, bir kardiyoloğun bizi, kalpten; göz doktorunun, gözden ibaret kabul etmesiyle başlıyor. ABD’de, on beş ciddi kronik rahatsızlık tanısından yalnızca birisini almış hasta sayısı ile, bunların beşinden tanı almış hasta sayısını gösteren grafiklerine denk geldim. Aradaki fark endişe verici. Kısaca, bir hastalık tanısını takiben hastalık sayımız artıyor. Buna bağlı olarak içtiğimiz ilaç sayısı da. Verilen ilaçlar ağırlıklı olarak baskılama ve yavaşlatma odaklı çalışıyor. Çoğu kez, hastalık semptomları gideriliyor, tedavi edilemiyor.

Önyargı canavarına boyun eğmeyen cesur hekimler, hastalıkların bölgesel değil bütünsel tedavisinin önemini kavramaya başladılar. Hastanın, sağlıklı kalması halinde doktora ödeme yapılması, bir Çin geleneğiydi yanılmıyorsam. Ortodoks hekimlerin ağır protestolarına rağmen akupunktur modern tıbba entegre oldu. Heterodoksi, hangi alanda kendisine kolaylıkla yol açabilmişti zaten? Dr. Mustafa Atasoy’un, kendi deneyiminden kalkarak yazdığı “Fonksiyonel Tıp” isimli eseri okumanızı öneririm.

İdeal bir devlette, hakim ve hekimlere ihtiyaç olmayacağını söyleyen Farabi miydi? Modern olamadık ama modernizmin kölesi olduk, doktor diyoruz eskiden hekim denilenlere. Latince 'doctor' kilise babası, din öğretmeni anlamı taşır. Etimolojisine daha yakından bakmak isteyenlere docere sözcüğünü incelemelerini öneririm. Bu bağlamda; hekim, hakim, hikmet, hüküm sözcüklerinin kök anlamlarını merak edenler, kadim geleneklerde bütünsel anlayışların önemsendiği zengin bir diyara yolculuk edeceklerdir.

Bütünsellik görmeyle ilgili olsa da, görmenin önşartı işitmektir; işitmeyen göremez, gören ilimdir derler. Daha önceki yazılarımda bunu irdelemiştim. Leonardo Da Vinci üstad şöyle der: “Görmeyi öğrenin. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark edeceksiniz.” Diş ve organ bağlantılarını öğrendikçe hayretler içinde kalan bir çene cerrahı dostum var, memleketin en iyilerinden. “Ortodoks hekimliği zor da olsa terk ettim” diyor, o kibirsiz güzel yüzünü ışıtan bir gülümsemeyle. Karaciğerle bağlantılı dişin çekilmesinin neden olduğu karaciğer enzim yüksekliği, pankreasla bağlantılı olan dişin çürümesinin, diyabet ile bağlantısı… Birebir böyle olur demek olmasa da, düşünecek çok şey var demektir bu sonuçlar.

Beden ve ruh dikotomisinin yarattığı gerilimin, gerek bireysel gerekse toplumsal ihtiyaçlara uygun olarak giderilmesini takiben, tekrar ortaya çıkmasına 'yaşam' adı veriyoruz. Toplumların yukarıdan inşa edilemediğini yaşayarak öğrenmiş olsak da kendi bedenlerimizle ilişkimiz şaşırtıcı bir otoriteryanizm barındırıyor. Bedenimiz mutsuzluğunu bize, hastalanarak anlatmaz mı? Ortodoks tıp ise tüm semptomları baskılar durur. Bir insanın kişisel gelişimi için, depresyondan daha verimli bir duygu durum değişikliği olabilir mi? Bir beden varlığı olan beşerin, bir irade varlığı olarak kemâle erişmek isteyen ruhu ile temasının acımasızca, kimyasal alımı ile engellenişi ne hazindir.

Fonksiyonel tıp, biyolojik tıp, bütünsel tıp olarak çeşitli isimler verilen heterodoks tıbbın, bence en önemli ve atlanmaması gereken özelliği, ortodoks tıbbı da kapsayarak onu aşmasıdır, dışlayarak değil. Her dışlama, bir eksik ve yanlış anlamadır çünkü. İnsan, beslenme problemlerini; duygusal sorunlarını; içinde yaşadığı kapalı sibernetik alan olan bedeni ile açık sibernetik alana geçişlerinde yaşadığı uyum sorunlarını aynı anda deneyimleyen bir canlı. Bütünsel bakış ile değerlendirilmediği sürece, hastalıklar “semptomları baskıla, artık baskılanamıyorsa aç bak, gerekirse kes at” tıbbı ile ele alınmaktadır. Ülkemizde, beslenmenin önemi üzerine dersler veren tıp fakülteleri var mı?

Bir dönemin sanatının, düşünce yapısının; o dönemin fizik, teogoni, kozmoloji, sosyoloji gibi alanlardaki faaliyetlerinden bağımsız ele alınması muteber değildir, eksik kalır. Günümüzde, evrenin bir hologram olduğu yönündeki bilimsel bulgular giderek güçleniyor. Birçok özelliğin yanısıra, kanımca, hologramların en önemli özelliklerinden birisi bütün parça ilişkisidir. Örneğin, elli kişilik bir toplululuğun fotoğrafını hologram haline getirdiğimizde, bu hologramdaki kişilerden birisini kesip çıkarsak da o kesilen parça, orijinal fotoğraftaki, elli kişinin görüntüsünü vermeye devam edecektir. Size, şaşırtıcı bir bilgiden söz etmeliyim: Holistik tıbbın önemli uygulama alanlarından birisi olan biyorezonans uygulamalarında, parmağınızın ucundan bir damla kan, bir cama (lam) sürülerek alınır ve üstü lamel ile kapatılır. Aradan aylar geçse de hekiminiz, bu kanın rezonansını temel alarak çalışır; parça, ait olduğu bütünle titreşir. Öldüğünüzde aylar, belki de yıllar önce verdiğiniz kandan artık sinyal alınmaz olur. İnanması nasıl da güç! Hele ortodoks tıp açısından o kan, artık canlılığını bile yitirmiştir. Bir sonraki seans için, tedavi protokolünü hazırlarken, örnek kandan artık sinyal gelmemesi nedeniyle, hastasının vefat ettiğini anlayan hekimleri dinlemelisiniz.

Cesur hekimler hastalıktan, yani vücudun attığı son çığlıktansa, kişiliklere yoğunlaşmaya başladılar. Kanser hastaları, otoimmün hastalar, kalp hastaları ve bunlar gibi grupları oluşturan hastaların yaşamla baş etme şekillerindeki benzerlikler değerlendiriliyor. Belirli genetik aktarımların, viral ve bakteriyal enfeksiyonlara verdiği tepkilerin farklılığı farmakogenetik bilimi altında değerlendiriliyor. Kolektif bilinci artık yadsıyamıyoruz, epigenetik olarak karşımıza çıkıyor. Bilginin depolandığı alanların nitelikleri ve boyutlarını, BrainNet gibi çalışmaların temel prensiplerini anlamak; en üst düzeyden bilginin, en alt düzeyden gelen içtepilerle buluştuğu şu yavan post-modern dünyayı daha anlamlı kılmamıza yardımcı olabilir.

İyi ki hastalanan hekimler var. Kaskatı tedavi yöntemlerini sorguladıkça, hemen hepsi ortak bir meydanda toplanıyorlar. İbrahim peygamberin onurlandırılması böyle bir şey işte! İçine doğulan, ortak bir kabul gören, kemikleşmiş, inanca dönmüş uygulamaları sorguluyor, bilimin önünü açıp hastalara umut kaynağı oluyorlar.

Yine de itiraf etmeliyim, benim “ya doksanlı yaşlara kadar yaşarsam!” diye bir endişem var.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.