YAZARLAR

Coğrafya kaderse sizi tutmayalım

Coğrafya kaderse, coğrafya değiştirmek kader tanzimidir. Kader tanzimi devrimci bir harekettir. Ömür uzatır.

Evde oturan erken ölür

Çingene atasözü

Aydan Çelik

Coğrafya kaderse, coğrafya değiştirmek kader tanzimidir. Kader tanzimi devrimci bir harekettir. Ömür uzatır.

Eskiden neredeyse sadece büyük şehre taşınılırdı. Sonra da “bir kıyı kasabasına yerleşmek” konuşulurdu. Yurt dışına daha çok (o zaman halk denirdi) muhafazakarlar, hariciyeciler, en fazla okumaya gidenler taşınırdı. Ama bu taşınmalar pek kımıldama sayılmazdı. Genellikle iktisadi sebeplerle olurdu ve herkes akrabalarını, alışkanlıklarını, tasını tarağını, evini yanında götürürdü.

“Bir kıyı kasabasına yerleşenler” de genellikle umduklarını bulamaz, sıkıntıdan bir müddet çatladıktan sonra kös kös dönerlerdi. Şimdi işler değişti. Bir kere büyük şehirden köylere ve kıyı kasabalarına göç başladı. Üstelik dönen de pek yok. Taşı toprağı altın İstanbul’da yaşamak epey gözden düştü. Gidenler kalanlara “Allah kurtarsın” deyip de gidiyor.

Yurt dışı işleri de hepten değişti. Berlin, Londra sanırsınız Kadıköy. Boş verin Barselona’yı Paris’i, Delhi’nin, Bangkok’un, bazı sokaklarında yürürken Türkçe duymak sıradan bir durum. Ne güzel. Bali-Goa-Bodrum-Dalyan karışık yaşayan, Uruguay’da başlayıp Atina’da devam eden, teknede veya uyku tulumunda yaşayan, San Cristobal’den, Kathmandu’dan arka bahçesi gibi söz eden arkadaşlarım var. Hiçbiri de zengin filan değil. Zaten kımıldamak, aranmak, kurtlanmak, kurcalamak, merak etmek zengin işi olamaz. Zengin birisi zengin olmakla çok meşguldür. Böyle şeylere vakit bulamaz.

Coğrafya değiştirmenin ilk şartı fazla yerleşmemek, bir miktar yersiz yurtsuz olmaktır. Bunun için de insanın eviyle ilişkisini gözden geçirmesi gerekebilir.

Gözden geçirmek dedim ama insanın evi olması, evini sevmesi güzeldir tabii ki. Kıbrıs’ta eski bir Türk Mukavemet Teşkilatı ajanının kendisi için özenerek restore ettirdiği ama pek yaşayamadığı 1904’lü bir şatomsu evde yaşadım. Salonunun tavanı 15 metreye yakındı ve içinde bir devasa kemer vardı. Şöminesine bir çocuk yatağı atmak mümkündü. Bir dönüm bahçesinde meyve eksik olmazdı.

Ve evde beş ayrı mükemmel rakı içme bölgesi vardı. En meşhuru bahçede masa yerine kullanılan düz ve iri bir taş olan iki kişilik rakı taşıydı. Oturulmayan iki tarafında maydanoz ve roka ekiliydi. Ağaçtan limonu koparıp toprağa sıkıp tuzu da dökünce roka ve maydanoz meze haline gelirdi..

Üniversite hocası olan kız arkadaşım derslerinin bir kısmını bizim terasta yapıyordu ve öğrenciler aşkla geliyordu derse. Bir kere kız arkadaşım eve gecikti diye endişelenmiş, ortalığı ayağa kaldırmıştım. Evin bir köşesinde uyuyormuş. Ev o kadar büyüktü.

Öyle bir evde hem de sadece 200 pound’a yaşadığıma inanamıyordum. Âşıktım eve.

Güzel evi kim sevmez? Fakat işte aşkları kendi haline bırakırsanız sevgiye, sonra da alışkanlığa dönüşebilir. Bunun kötü olduğunu söylemiyorum. Ama işte yer işgal eder, yeni aşkların önünü kapatır.

....

Ev sahibi olmak prestij meselesi tabii. Şimdi de harika bir evde oturuyorum. En sık sorulan soru şu: “Ev kendinizin mi?”. Niyeyse “Ev senin yahut sizin mi?” değil. Kendinizin mi? Evet. Kirasını ödediğimiz sürece kendimizin. Adımız da yazıyor. Zilde, kontratta. İstersek bahçeye otlarla da yazarız, dilersek kapıya nizamiye bile yaparız.

Kafası az çalışan bir komşum vardı. Komşum için mahalle ikiye ayrılıyordu: Ev sahipleri ve kiracılar. Elinde başka pek bir şeyi olmadığı için olsa gerek ev sahibi olmakla gururlanıyordu. Ne vakit biz fani kiracılarla tartışsa muhakkak bir (tabii kasılarak) “Kiracısın sen zaten” diyordu. Birinden dayak yiyor öbürüne yine diyordu. Bana da dedi. Biraz fazla alay ettiğim için üzülmüştüm bile sonra.

Sordum ben buna, dedim “Ne oluyor ev sahibi olunca?”. Cevap çarpıcıydı: “Sen gidicisin”

E oğlum sen de gidicisin. (Aynı evde vakit çabuk geçer üstelik. Bakınız girişteki Çingene atasözü).

Aynı bu komşu gibi bir de ev sahibim olmuştu. Ev(ler silsilesi)ini kiraladıktan sonra kendisinin sanmaya devam ediyordu. Zırt pırt girip oturuyordu. Bir müddet sabrettikten sonra bu şekilde gelmemesini rica etmiştim. “Ev benim istediğim zaman gelirim” deyince bağırarak ve sanırım bir miktar da erkek egemen bir söylem kullanarak kovmuştum. O kadar şaşırmıştı, kulaklarına inanamamıştı ve sinirlenmişti ki hüngür hüngür ağlamıştı.

….

Annecim bir tanedir. Malda mülkte gözü yoktur. Yıllardır ne çok ister bir ev alayım, onda oturayım diye. Halen daha fırsatını bulunca lafın arasına sıkıştırır. Verdiğim kiralara çok üzülür. İster ki evim olsun istediğim gibi döşeyeyim, şişireyim. Harcarsam kendime harcayayım. Her ay başı tanımadığım birisine para göndermeyeyim. Parasız kalırsam sığınacak yerim olsun.

Yıllar geçsin eşyalar yerine otursun, yayılsınlar. Ev buram buram benden, çocuklarımdan koksun. Tuğlalar anı dolsun.

Almadım. Çok paraya sattıkları için değil. Sebebi bendeki kurtlar. Bir evde hiç beş seneden fazla oturamadım. Bazılarında bir yıl bile oturamadım. Neredeyse bütün oturduğum evleri sevdim üstelik. Habire ev mi alayım? Yoksa kök mü salayım?

İnsan kendi evinde oturursa orasını yapar, burasını yapar, şurasını tekrar yapar, berisini cilalar, dayar döşer.

Sonra maazallah kımıldayamaz hale gelebilir.

Kendi evinde oturmanın en hazin formatı hayal mahsulü evler. Hikaye çok sıradan. Gidilir bir dağ başında “üç beş dönüm” bir arazi alınır ucuza. Sonra oraya bir kocaman taş ev konur. Özenilir bezenilir bir servet ve yıllar harcanır. Ve ev biter. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Ev tamamdır ama muhabbet eksiktir. Bir müddet direndikten sonra üç otuza haraç mezat satılır.

Ev yapma romantizmini anlıyorum. Lakin ben gördüğümü söylerim: Pek çok insan hayal kurar. Az insan hakikaten yapar. Çok daha azı özene bezene yaptığı “hayallerinin evinde” huzur bulur.

Hayatın böyle bir gıcıklığı var işte. Konfor o kadar da konforlu olmayabilir. Norveç’te hayat çok konforlu ama muhabbetin feriştahı Hindistan’da.

Kımıldamak iyidir. Yeni insanlar, duvarlar, yollar, bahçeler tanımak zamanı yavaşlatır, ömür uzatır.

Gençken Ankara’da ne vakit darlansam, parasız kalsam üç beş ay “gezmeye çıkardım”. Yollarda çalışarak geçinir hem çok iyi vakit geçirir hem de çok şey öğrenirdim. Döndüğümde ben değişmiş olurdum, gündem değişmiş olurdu, evim değişmiş olurdu. Güzel olurdu.

Ne demiş Thomas Wolfe? (Tıpkı Heraklet’in deresi gibi) aynı eve dönmek mümkün değildir. Zaman evi değiştirir, sizi değiştirir. Siz yeter ki vakti gelince kımıldamayı bilin.

Çingene atasözüyle başladık, Hint atasözüyle bitirelim: Her kim doğduğu büyüdüğü yerde yaşayıp giderse günahkar ölür.

(Atasözleri takviyesi başta bilumum katkıları için kımıldama uzmanı güzel arkadaşım Feza Toker’e minnettarım)


Metin Solmaz Kimdir?

1969′da doğdu, Ankara’da büyüdü. İstanbul, Fethiye, Lapta, Lefkoşa ve Bodrum’da yaşadı. 1990 yılından bu yana yazılı basında ve muhtelif internet sitelerine yazıyor. siberalem.com, idefix.com, Overteam ltd ve Ağaçkakan Yayınları kurucularındandır. Kitapları: Kenardaki Milyonerler (1992, Korsan), Rock Sözlüğü (1994, Pan) Türkiye’de Pop Müzik (1996, Pan), Türkiye’ye Ait 100 Büyük Yanılgı (2015, Ağaçkakan), Erken Adam Hikayeleri (2016, Pan), 100 Ne Olacak Bu Memleketin Hali (Hazırlayan, 2016, Ağaçkakan) Facebook: MetSolmaz | Twitter: @metinsolmaz