YAZARLAR

Malum kitap, suçlu zevkler, ortak kepazelikler

Bir Nilgün Bodur varsa, onu Türkiye’ye özgü tüm açmazlarımız ve en alçak paydamızla bizler, hepimiz var ettik. Sızlanmak yerine mümkün olan daha iyi ortak, erişilebilir paydayı koymak daha anlamlı görünüyor bana. Tamam ilk üç espride hepimiz güldük eğlendik ama bu nedir… Tanımı, hedefi belli, edebi iddiası bile olmayan biri üstünden kendini ve zevklerini, tercihlerini bu derece aklamayı son derece çılgınca, aşırı, hatta ayıp buluyorum. Varabileceğimiz en ‘suçlu zevk’ bu nokta. Bundan ötesini de, daha iyisini de, bu yönde bir arzumuz varsa, biz var edeceğiz.

‘Suçlu zevk’ diye bir kavram var. Olmasa iyiydi, ama var işte. Hem zevk hem suçlu nasıl oluyor, insan haz aldığı, bir biçimde katıldığı şeyden niye aynı zamanda suçluluk duyabiliyor? Düşününce çok saçma, ama var.

Çokçoksatarlığıyla günlerdir taymlaynları meşgul eden Nilgün Bodur Hanım, tam da buna hizmet ediyor. Bu da ondan çok, bizlerle ilgili bir şey, üzgünüm. Bu bir zevk çıtası. En alçak, ortak desen. Bu Toptaş’ın ‘bin hüzünlü haz’zıyla, değiştirirsek, ‘bin suçlu haz.’ Bir yazarın bu kadar çok okunması değil ama zaten okunmaya değer bir şey bile yazmadan ve böyle bir iddia ortaya koymadan bu kadar çok satılıp konuşulması, çokçoksatarlıktan da ziyade bu çokkonuşulurluk, başka bir şeyle açıklanamaz.

Çünkü gerçekten ‘yazar’, aslında bunca ‘rahatça’ konuşulmaz. Çağımız her şeyi ne derece ters yüz etmiş olsa da, temelde bunu bilmiyor muyuz? Koca Roland Barthes boşuna mı demiş olabilir mi, “İnsan sevilmek için yazar, sevilemeden okunmuş olur, yazarı yazar yapan kuşkusuz bu durum farkıdır,” diye? Yazarın esas işi ve beklentisi, bebek gibi, dolaysız haz, anında sevilmek değil ki? O olsa olsa, harika bir bonus.

Yazar niye yazar? Bunun pek çok tarifi var. Bana göre kendisinin bile hakim olamadığı hakikate sözcüklerle bir köprü kurabilen biri, bir tür elçi olarak var. Bazısı çizer, bazısı şarkı söyler, bazısı cümleler atlasını daha iyi kullanır. Hepimiz o ele avuca sığmaz hakikati bir yerinden tutmaya çalışırız. Bunun önünde bin engel vardır. ‘Zamanın ruhu’, geldiğimiz ve olduğumuz, aktığımız yer, engeller, korkular, korkularımız. En az korkan, en iyi yazmaz ama kendi korkusunu bile en ‘dokunabilir’ biçimde malzeme yapabilen, en çok okunur, evet. Sıklıkla yanlış, arada bir durmuş saat gibi tam da doğruyu söyleyen? Zamanın ruhunu olduğu gibi, ya da onun ötesinden söyleyen? Hepsinin bir tür değer olarak algılanması mümkün.

Hayatındaki en önemli dilimi sevmek, sevilmek, gezmek, dans etmek, uçmak, düşmek için değil, şöyle ya da böyle yazmak için kullanmış biri olarak diyebilirim ki, hayır, insan sevilmek için yazmaz. İçindekini önce bir çıkarmak, sonra bu durdurulamaz olanı iyice bir işlemek, bununla mümkün olduğunca çok insana dokunmak ister. Her durumda da, anlamak, anlatmak ve anlaşılmak... Yazar, bunun için yazar.

Üç aşağı beş yukarı benzer nedenlerle de, insanları seviyoruz, oradan anlayalım bu dürtüyü. Bana göre bir miktarı bu, kalanı yoğun emek, empati, inanılmaz bir ego ve aynı zamanda dehşet verici tevazudan (hem anlatabileceğini hem de anlaşılabileceğini, dünyaya bir söz bırakabileceğini varsayıyor ve sözü bağlamayı okura bırakıyorsun!) oluşan, yazarın kendini ister istemez açık bir yara gibi ortaya koyduğu bir süreç, yazmak. ‘Yazmasam çıldıracaktım,’, evet. Başka türlü var olmayı tam becerebilen kişi neden cümlelerce, hikayelerce, karakterlerce, kilometrelerce yazsın? Kelimeler, insanlar, anlar senin değildir. Hepimiz, toplum ve eğilimlerce en avantajlı kılındığımız anlarda bile, bizden çok daha büyük birer anlatıya, hayatın dev çarkına olsa olsa anlamlı cümleler dizen kişileriz.

İşte artık çok okunmak, bunu da yapmayı gerektirmiyor. Çünkü artık insan sevilmeden arzulanma ‘şans’ ya da lanetine sahip olduğu gibi, okunmadan onaylanma ya da lanetlenme şansına sahip bu çağda. Hepimiz de her şeyin ve herkesin ‘ciğerini bildiğimizi’ zannediyoruz.

Bu kadar çok okunmuş olmak, bir Nilgün Bodur günahı değil, ortak günah. Yeterince okumuşsanız, zaten böyle yazamazsınız. Art arda kamyon arkası yazısı gibi klişeler dizmez, bunun okunacağını beklemezsiniz. Yazdığı her sözde bir keramet olduğunu düşünmek için, insanın gerçekten pek az okumuş olması gerekir. Ama sırf yazanın değil, okuyanın da!

Son günlerde Nilgün Bodur etrafında dönen tüm bu tartışmada beni çok rahatsız eden şeyler var. Evet, videoyu izledim. Kitabı da karıştırdım. Bu kadar çok satmış olmasına ben de şaşırdım. İzlerken de, okurken de elbette o atarlı giderli, Nilgün Kalebodur, o her derde deva görünüp hiçbir şeye kamyon ardı yazısı kadar bile tatminkar cevap sunmayan, o kadar bile samimi olmayan beyaz yaka atarından, o yazar, okur, kapak tavrından ve bunun bu kadar çok satmasından irkildim. Ama bu kadar. Ne yazarı parçalamak istedim, ne de kitabı. Kitabın çokkonuşulurluğu çok okunmasından daha çok düşündürdü beni.

Çünkü ne yayınevi ne de yazar açısından bir kere, bu yapılan, edebiyat değil ki? İddia, sunu, koşturma, hedef de o yönde değil. Bir kadın, anladığım kadarıyla boşanma/ayrılık sonrası bazı deneyimlerini mümkün en alt çıtaya seslenir şekilde yazmış, takipçi kitlesi gözetilerek bir yayınevince bunun okur kitlesi hesaplanmış, basılmış ve satılmış. E? Bunda bu kadar şaşacak ne var?

19-20 yaşımdan beri televizyona da yazıyorum ve Türkiye ‘gerçeklerini’, okur-yazar kitlenin tercihlerini az çok bilerek ben mesela çok insanla, okurla buluşmama severek şaşırıyorum. Çünkü derdim bu değildi. Bilebildiğim, sezebildiğim, cümlelere dökebildiğim kadar, anlamak ve anlatmaktı. Bana göre ülke ortalamasıyla çok da uzlaşan bir şey değildi. Çok üst perdeden, üst bir bilgiyi yansıttığımdan değil, hayatım boyunca çoklu bir perspektiften, çuvaldızı önce kendime batırma alışkanlığı edinmiş biri olarak yazdığım ve yaşadığım için. Şikayeti ve meramı benim gibi olan bunca okurla beni buluşturduğu için hayata sadece minnettarım. Bir değer, değersizlik ölçümü değil bu. (Bu çok umurumda değildi. ) Yaşadığın ülkenin değer ve ölçütlerini az çok bilmek…

Ben Nilgün Bodur’a şaşırmıyorum, özetle. Demet Akalın şarkılarının çok sevilmesine çok şaşırmadığım gibi. Birkaç üst ‘level’da hepimizin aldatıldığımızda, hezimete uğradığımızda, hayatın umulmadık bir anından olmadık bir tokat yediğimizde dinlediği şarkılar var: Sezen Aksu, Ahmet Kaya şarkıları öyledir mesela. Kuşkusuz çook daha iyidir ama o damardan, o hezimet, o çukur çıtasındandır. O ‘inilen’ yer, insana hayatta biricik olmadığını anlatır. Cepheye, klişeye, ortak paydaya sığınırsın. Ortak payda sana şunu der: İnsansın, yanılırsın. Çok sevdiğim yazarlar, Dostoyevski, Proust, Atwood, Highsmith, Barnes da bunu der aslında. Ama çok daha iyi söyler. Daha rafine bir noktadan, bir duygu, akıl, birikim işbirliğiyle söyler. Seni en zor anında, köprü üstünde yakalamaz, seçme şansı tanır. Karşılıklıdır bu. Bu tür yazarları, seçersin. Herhangi bir anına denk gelen bir ‘yazan’a ise, tıpkı hazzın ve aşkın bazı anları gibi, ‘düşersin’. Bence aşka düşülmez, aşık olunur. Yazar da bu kadar çok konuşulmaz, okunur.

Peki neden Nilgün Bodur konuşmaya bu kadar hevesliyiz? Herhangi çok okunan bir kimsenin başka yazarlarca çok sorgulanmasından zerre hazzetmem zaten. Ortada bir kalite olsa da, olmasa da, bu okura ‘sen salaksın ondan etkilendin, bir tek ben anlıyorum’ demektir, esasen saf kibirdir. Eleştirmek ve adilce değerlendirmek bundan bambaşka şeyler ve maalesef yazın dünyamızda pek yok. Bunun yerine öne çıkan herkesi ve her şeyi aynı coşkuyla aşağıya çekme refleksi var. O nedenle birbiriyle aslında çok alakasız bir Nilgün Bodur ve Orhan Pamuk mesela, aynı yere ‘düşebilir’. Çünkü üretmekten çok homurdanmayı, tür, ayrım, çeşitllilik yaratmaktan çok yeni, iyi hiçbir şey yapılamayacağını söylemeyi seviyoruz.

Elbette amacım, Nilgün Bodur’un ve çokçoksatarlığının eleştirilemezliğini vurgulamak değil. Edebiyat dışı, kulvar dışı, çıta dışı bir yazar/yazanın bütün sorunlar aklanırcasına, bu derece kolayca hedef alınmasını, bunun üzerinden dert ve zevklerin aklanmasını eleştirmek. Daha dişe dokunur bir okuma, yazma, izleme, paylaşma ortamımız olsaydı, Nilgün Bodur bu kadar umrumuzda olamazdı bence, gerçekten.

Sorunlarımızın pek azının Nilgün Bodur’un çokçoksatmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Edebi hiçbir iddiası yok. İntilali bile intihal değil, post truth çağının olağan googlesal sonucu: O söz aslında Anne Frank’ın hatıra defterinden değilmiş. Derdimiz bu olsaydı, bunu zaten daha çoğumuz, bilirdik.

Kamyon arkası yazısı gibi yazmak ve bunu yazarken belli bir kitlenin en ‘ham’ duygularına tercüman olmak dışında bir kaygı ve amaç gütmeyen çokokunur, daha da çokkonuşulur bir yazar ve kitabı var ortada. Ama bunun ardında da, ölçütleri belirsiz ve maalesef verimsiz bir okuma anlayışı var.

Bir Nilgün Bodur varsa, onu Türkiye’ye özgü tüm açmazlarımız ve en alçak paydamızla bizler, hepimiz var ettik. Sızlanmak yerine mümkün olan daha iyi ortak, erişilebilir paydayı koymak daha anlamlı görünüyor bana. Tamam ilk üç espride hepimiz güldük eğlendik ama bu nedir… Tanımı, hedefi belli, edebi iddiası bile olmayan biri üstünden kendini ve zevklerini, tercihlerini bu derece aklamayı son derece çılgınca, aşırı, hatta ayıp buluyorum. Varabileceğimiz en ‘suçlu zevk’ bu nokta. Bundan ötesini de, daha iyisini de, bu yönde bir arzumuz varsa, biz var edeceğiz.

Çıtanın en altına giydirme ‘zevki’ varken, daha işi bir şeyler yaratılmasını, bunların görünmesini ve okunmasını gerçekten istiyor muyuz? İntihale konu olan kitaplar, sözler, yazarlar bu malum kitabın dile dolandığının yirmide biri kadar okunsa, bu tür yollar kendiliğinden kapanmaz mıydı? Dallar daha yeşil, yollar daha ferah olmaz mıydı? Bence esas meselemiz bu.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.