
Uzman Klinik Psikolog Emre Konuk: Travma illa çöken binanın altında kalınca olmaz
Bazen geçmişteki bir anıyı hiç unutamıyoruz. Bir şey oluyor ve artık yaşayamayacağız sanıyoruz. Hayat karşısında sabrımız sınandıkça sınanıyor. Kendimizi sevilmeye değer görmüyoruz. Yıllarca nereden geldiğini anlayamadığımız bir suçluluk, yetersizlik hissi bize eşlik ediyor. Neden öyle olduğunu, niçin böyle davrandığımızı bilmiyoruz.
İşte bazı olaylara verdiğimiz duygusal ya da fiziksel, alakasız olduğunu düşündüğümüz tepkiler, travmanın dallanıp budaklanabilme gücünü gösteriyor bizlere. Bilinçli olarak alakasız gelen şeyin bilinçdışında elbette alakalı olduğu pek çok yer vardır. Travma bilinçdışımızda köklenip, bedenimizde meyvesini verir.
Kişinin kendisi ve dünya hakkındaki algısının tepetaklak olması travmanın en hazin sonucu olsa gerek.
Travmanın gerçekliğini, yaşanmışlığını değiştiremeyiz ancak travmayla olan ilişkimizi, kötü anıların bizde yer ettiği duyguları değiştirebiliriz.
İşte bunun hem bireysel hem toplumsal bağlamda nasılını Uzman Klinik Psikolog Emre Konuk’la konuştuk. Elbette bazı toplumsal meselelere, beynimizin işleyiş sistemine ve olmayan meslek yasamıza da değindik.

Uzman Klinik Psikolog Emre Konuk
Türkiye için travma üstüne travma yaşadığımız bir ülke desem abartmış olmam sanırım. Toplumsal travmalarla baş etmek öğrenilebilir bir şey mi?
Toplumsal travma deyince ne anlıyoruz, biraz bunu irdelememiz gerekecek. Bazen kafa karışıklığı olabiliyor. Sanıyorum şunu anlıyorsunuz: Olay olduğunda toplumun genelini ilgilendiren, medyanın ön plana çıkardığı ve uzunca bir süre gündemde kalan, belki ilerisi için kara senaryolar yazmamıza neden olan olaylar.
Bu anlamda Atatürk Havaalanı’nda bombaların patlaması toplumsal bir travmadır. Aynı şekilde, bir kasabada zihinsel engelli bir genç kadına 30 kişinin tecavüz etmesi de toplumsal travma olarak görülebilir. Eğer anne-babalar kendi çocuklarının da benzer bir olaya maruz kalacağını düşünürler ve kaygılanırlarsa, bunların sayısı da çok olursa toplumsal travma olarak adlandırılabilir. Son birkaç yıl bu tür travmatik olaylar ülkemizde çok sık yaşandı. Pek çoğumuz ne yazık ki, gerek kendi içimizden gerek dışarıdan planlanan ve organize edilen bu olayları aşırı derecede büyütüp kaygılandık.
2016’da dünyada intihar saldırılarında ölen insan sayısı 5 bin 600 iken ülkemizde trafik kazalarında ölenler 7 bin 500 idi. Hiç kimse bu istatistiğe bakıp arabaya binmekten vazgeçmedi.
Kısacası bu tür travmatik olaylarda yaşadığımız sürekli kaygı irrasyonel ve mantık dışıdır. Bunu böyle söylüyorum çünkü rasyonel ve mantıklı bulduğumuz zaman travma olarak yaşıyoruz.
Yani, patlayan bombalarla ölen sayısı 300. Bu yüzden kalabalık yerlerde dolaşmamak, kaygı-korku yaşamak irrasyoneldir. Bu durumu rasyonel-mantıklı bulursak travma olarak yaşamışız demektir.
Eğer olayların travmatik etkisi süreklilik kazanıyorsa, dünyayı kötü gösteren TV kanalları ve medyadan, arkadaş ve dost sohbetlerinden bir süre uzak durmak gerekebilir. Olmadı travmayla uğraşan bir terapiste mutlaka başvurmalı.
‘TRAVMATİK ANILARIN ÖNEMLİ KISMI ZAMANLA NORMAL ANI HALİNE GELİR!
Travmatik yaşantılardan sonra zihnimize sürekli fragmanlar, fotoğraf kareleri şeklinde o sahne, o ses, o koku geliyor. Travma yaşadığımızda beynimizde ne oluyor ki bu yaşantılar tüm canlılığını koruyabiliyor?
Burada “travmatik anı”yla “normal anı”yı ayırt etmemiz gerekiyor. “Normal anı”, hatırladığımızda bizi rahatsız etmez. Bunların bir kısmı zamanında “travmatik anı” olarak yaşanmış ama bir zaman sonra “normal anı” haline dönüşmüş, yani rahatsız etmez anılar olmuş olabilir. Örneğin asansörde kapalı kalmış ve bir süre asansöre binmekte zorlanmış olabiliriz. Zamanla da bu korkuyu aşmış ve artık asansöre binebilir hale gelmiş olabiliriz.
“Travmatik anı” travma yaşandığı zamanın duyguları ve beden duyumlarıyla (acı) hafızaya kaydedilir. Beyinde kaydolduğu yer beynin belli bir bölgesidir ve normal anıdan farklıdır. En önemli özelliği, tetikleyici eğer orijinal travmanın yaşandığı durum ya da uyarıcı ile benzer özellikler taşıyorsa kişi sanki travma yaşıyormuş gibi tetiklenir. Örneğin 99 depremini çok ağır yaşayan Gölcük’te halen geceleri pek çok insan karanlıkta uyuyamaz.
Travmatik anıyı iyi anıya çevirmek mümkün müdür?
Bu işi genelde hiçbir profesyonel yardım olmadan beynimiz yapar. Travmatik anıların çok önemli bir kısmı zamanla normal anı haline gelir, yani travmatik etkisi ortadan kalkar ve tetiklenmez. Çok azı yaşantımızı olumsuz etkilemeye devam eder. Örneğin, az önce sözünü ettiğimiz, 20 yıl sonra gece karanlıkta uyuyamamak gibi. Eğer travma aşılamıyorsa bir profesyonel yardım almak gerekiyor denebilir.
Bunu beynimiz nasıl yapıyor? Nasıl bir işleyiş var orada? Veya tersten de sorabilirim eğer travma hiçbir şekilde canlılığını ve etkisini kaybetmiyorsa beynimiz ne yapmıyor da o anı orada kalıyor?
Travma belli bir yoğunluk ve şiddette yaşanır ve zihnin baş etme kapasitesini zorlarsa kalıcı olur. Zihin – beyin, travmatik anıyı nötr hale getirebilmek için uzun bir zamana ihtiyaç duyabilir. Bazen bunu başaramaz ve travmatik anılar kalıcı olabilir, etkileri travma sonrası stres bozukluğu olarak yaşama yansıyabilir.
Bazen travmatik süreçler yoğun ve şiddetli olmaz ama sık yaşanır. Özellikle yaşamın ilk 18 yılında, ergen henüz evi terk etmeden ailede yaşanan travmatik olayların ruh sağlığı ile ilgili çok ciddi sorunlar yaratabildiğini biliyoruz. Kalıcı olmalarının önde gelen nedeni, travmatik olay yaşandıktan sonra, daha zihin kendini toparlamadan, olumsuz duyguları nötr hale getirmeden bir ikincisinin, arkasından bir üçüncüsünün ve diğerlerinin arka arkaya zamana yayılarak yaşanmasıdır. Bunların sonucu çocuk kendiyle ilgili olumsuz inançlar geliştirir: Sevilmem, değersizim, yetersizim gibi. Yani travma kalıcı hale gelir.
‘NEREDEYSE HER KÜRT AİLESİNDE KUŞAKLAR BOYU TRAVMATİK SÜREÇLER YAŞANDI’

.
Travma, EMDR (Göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme) terapisi dediğimiz bir yöntemle dönüştürülebiliyor. Bu nasıl oluyor?
EMDR terapisi, tüm psikolojik ve psikiyatrik sorunların temelinde travmatik anıların – süreçlerin yattığını var sayar. Burada belki “travmatik anı” deyince ne anladığımızı da belirtmek gerekecek. Travmatik yaşantı yalnızca çöken binanın altında kalmak değildir. İhmal, terk, aşağılanma, önemsenmeme, dışlanma da travmatik yaşantıdır. EMDR terapisi bunların tümüyle uğraşır, çünkü dediğimiz gibi EMDR anılarla çalışır ve travmatik anıları normal anılara dönüştürecek çok sayıda teknik kullanır.
Bazen de travmalar aktarılabiliyor. Kişi birebir o travmayı yaşamasa bile, aileden gelen, kuşaklar arası aktarılan travmalar olabiliyor. Soykırımlar, göçler, işkenceler, kişinin hiç görmediği bir aile üyesini hazin bir kazada kaybetmesi vs. Peki ikinci el travmaların iyileşmesi ne kadar mümkün?
Dile getirdiğin süreci yakın tarihimizde yaşadık. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt vatandaşlar aşağılandı, ayrımcılığa maruz kaldılar, işkence gördüler, “Kürdüm” diyen hapse bile atıldı. Neredeyse her Kürt ailesinde, kuşaklar boyu bu travmatik süreçler yaşandı. Doğal olarak aileler bu travmatik yaşantıları genç nesillere yansıttılar. Hem davranış olarak hem naklen dile gelen öykülerle.
Öyküler birileri tarafından yaşandıkları mekan, zaman ve konum içinde nakledilir. Yani dinleyen anlatılanı gerçekten yaşamış gibi, karakterleri ve mekanı ile birlikte “algılar”.
Bu artık bir anı olarak zihinde yer alır ve bu nedenle artık çalışılabilir.
Ülke olarak travmalara bağışıklığımızı nasıl güçlendirebiliriz?
Geçmişte yaşanan travmatik süreçlerle psikolojik ve psikiyatrik sorunlar arasındaki nedensellik ilişkisi bir varsayım değil, araştırmalarla kanıtlanmış bir gerçekliktir. Bu alanda ciddi bir literatür oluşmuş durumdadır. Özellikle 0-18 yaş arasında, ergen daha aile dışına çıkmadan yaşanan travmatik olaylar, zamana yayılmışsa fiziki sağlık da dahil tüm psikopatolojiyi büyük ölçüde belirler. Bunların içinde güvenlik, şiddet, ihmal, terk, onaylanmama, kıyaslanma, dışlanma en belirleyici travmatik yaşantılardır. Bu noktada araştırma sonuçları kesin ve nettir.
Ülke olarak sağlık ve ruh sağlığı yaklaşımımızda ve tabii uygulamalarımızda köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. “Hasta” tedavi için başvurduğunda artık her şey çok pahalıdır. Travmatik yaşantılar psikopatolojiyi ve sağlığı ciddi biçimde belirliyorsa sağlık politikalarını “koruyucu hekimlik” anlayışıyla planlamak gerekir. Aileye odaklanmak ve travmatik süreçlere müdahale, ekonomik açıdan da çok düşük maliyetlidir ve hızlı sonuç getirir. Sağlık yasamız 1928 tarihli ve içinde bir kelimeyle dahi ruh sağlığından söz edilmez. Ama ülkemizin ruh sağlığı bu yasayla yürütülür.
Çağdaş ve ülkemizin koşullarını hesaba katan bir ruh sağlığı yasasını hızla uygulamaya geçirmek gerekir. Ülke boyutunda yapılması gereken budur.
Evet ruh sağlığı yasasının olmaması ısrarla görmezden gelinen ve kanayan bir yara. Sizin de bu konuda yoğun olarak çaba gösterdiğinizi biliyorum. Eğer bu yasa çıkmazsa yaşanacak risklerden bahseder misiniz?
Yasa çıkmazsa bu güne kadar işler nasıl yürümüşse öyle yürür. Ancak eğer TBMM Ruh Sağlığı Yasa Hazırlık Komisyonu’nun hazırladığı içerikle yasalaşırsa çok kötü. Eksikleri ve yanlışları özetleyecek olursak:
- Yasa ruhsal bozukluğa uygulanan tedaviyi “tıbbi müdahale” olarak düşünmektedir.
- Tedavinin ruhsal tedavi ekibi tarafından verileceğini söylemektedir.
- Bu ekibin de bir yöneticisi olacaktır.
- Kısacası yasa ruh sağlığı hizmetinin, psikoterapi de dahil olmak üzere bireysel olarak verilemeyeceğini, serbest çalışmanın mümkün olamayacağını gören ve okuyan gözler için çok net dile getirmektedir.
Net altını çizelim: Bu yasa bu haliyle çıktığı takdirde psikologlar, psikolojik danışmanlar, çift ve aile terapistleri ve sosyal hizmet uzmanları serbest çalışamayacaklar. Bu yasa ruh sağlığı hizmeti veren profesyonellerin serbest çalışmalarını düzenleyecek hiçbir madde içermiyor.
Yasa bir ruh sağlığı yasa metninde yer alması gereken temel konuların neredeyse hiçbirine yer vermiyor, daha da kötüsü bu temel konuların sonradan çıkarılacak yönetmeliklerle halledileceğini söylüyor.
Hatırlatmakta fayda var; yönetmelikler konuyla ilgili bakanlıklar tarafından yayınlanır. Ruh sağlığı meselesini de Sağlık Bakanlığı sahiplenecek ve ruh sağlığı ile ilgili tüm temel konularla ilgili yönetmelikler Sağlık Bakanlığı tarafından yürürlüğe sokulacaktır.
Yasanın gelişmekte olan ülkemizin mevcut ve gelecekteki ihtiyaçlarına hiçbir şekilde eğilmediğini de görebiliyoruz.

.
Ruh sağlığı gibi bu kadar önemli bir alanda sizce bu ihmal niçin yaşanıyor?
Ortada bir ihmal yok. İhmal, başka bir içerik planlanmıştı ama gereken özen gösterilmediği için ortaya bu çıktı, anlamına gelir. Oysa üzerinde bir yıl mesai harcanan yasa metni, büyük ölçüde, ruh sağlığı hizmetinin ne olduğu ve nasıl verileceği ile ilgili temel tasavvuru, zihniyeti yansıtmaktadır. Aşağıdaki metin hazırlanan Ruh Sağlığı Yasa metniyle aynı görüşleri paylaşmaktadır ve Sağlık Bakanlığı tarafından çok yakın tarihte yayınlanan bir yazıdan alınmıştır.
Dikkatle okuyalım:
“…Yukarıda belirtilen hekim dışı sağlık personelinin mesleklerini serbest icra etmeleri bir ekip hizmeti olan sağlık hizmetinin birbirinden bağımsız meslek grupları tarafından yine birbirinden bağımsız sağlık kurumlarında icra edilmesine yol açacaktır. Bu durumun ekip hizmetinde aksamalara, sağlığın ticarileşmesine ve vatandaşlarımızın alacağı sağlık hizmetinin kalitesinde düşüşlere yol açacağı öngörülmekte olup bu nedenle hekim dışı sağlık çalışanlarının (diyetisyen, klinik psikolog, dil ve konuşma terapisti, fizyoterapist) gibi mesleklerini serbest olarak icra etmesi Bakanlığımızca uygun görülmektedir…” (Sürç-ü lisan) Allah söyletmiş işte.
Şifreleri çözelim:
Ruh sağlığı hizmeti sağlık hizmetidir. Yani psikoterapi tıbbi sağlık hizmetidir. Bu nedenle ekip halinde verilir. Yani bu ekibin içinde, sağlık hizmeti olduğu için bir hekim (psikiyatrist) olmalıdır.
Ekip haline verilmesi gerektiğinden, hekim dışı personel (psikologlar) serbest çalışamaz. Çalışırsa denetlenemez ve hizmet ticarileşir. Yaklaşık 40 yıldır, mevcut yönetim de dahil olmak üzere, ülkemiz liberal ekonomiyi benimsemiştir. Bu böyle olduğu halde ticarileşmekten rahatsız olmak kolay anlaşılır bir şey değildir.
Sağlık Bakanlığı’na göre, bütün dünyada ruh sağlığı hizmeti veren profesyoneller, örneğin çift ve aile terapistleri, psikolojik danışmanlık ve rehberlik uzmanları, sosyal hizmet uzmanları, ruh sağlığı hizmeti veremezler, serbest çalışıp psikoterapi uygulayamazlar. Çünkü psikoterapi sağlık hizmetidir.
Bu hususta biz meslektaşlarınıza nasıl bir öneride bulunursunuz?
Yakın bir tarihte ruh sağlığı hizmeti veren meslek örgütleri bir araya gelip çağdaş ve ülkemiz koşullarına cevap veren bir yasa için çalışmaya başlayacaklardır. Bu meslek örgütlerinin üyeleri bu çalışmaları yakından izlemeli, katkıda bulunmalı ve denetlemelidir.
Emre Konuk kimdir?
İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunu olan Konuk, klinik psikoloji yüksek lisans derecesini Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden aldı. Aile terapisi eğitimini Mental Research Institute, Palo Alto-Kaliforniya’da yaptı. Aynı enstitüde Brief Therapy Center’da terapist olarak çalıştı.
1993-2003 yıllarında Türk Psikologlar Derneği İstanbul Şubesi yönetim kurulu üyeliği, 1998-2000 yıllarında başkanlığı ve 1999-2002 yıllarında da proje koordinatörlüğü yaptı.
Emre Konuk, 2012 yılında EMDR Europe ve EMDR Institute’dan, akredite EMDR eğitmeni unvanını, 2014 yılında EMDR Avrupa İnsani Yardım Programları (HAP) ödülünü ve EMDR ile ilgili bilimsel araştırmaları için de, EMDR Research Foundation tarafından verilen EMDR Araştırma Fonu Ödülü’nü (EMDR Research Grant Award) almıştır.
1985’te kurduğu Davranış Bilimleri Enstitüsü’nde halen psikoterapist olarak hizmet vermeyi sürdürmektedir.
Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Biraz değişmez miydiniz?
Değişime izin vermek, izin verebildiğinde bunun içinde olmak, ona tahammül edebilmek, öncesi de, sonrası da 32 kısım tekmili birden çok zor… Zihnimle değil, kalbimle söylüyorum; yazının tüm olanaksızlığıyla haykırıyorum ki çok zor. Değişimin getirdiği tüm o yalnızlaştırıcı dönemeçlerden geçmek, yerini bulamamak, yerleşememek… Kaybolmuş gibi hissetmek… Ama biliyorsun geçecek.
Joker: Kahkahanın ardındaki delilik
Arthur’un birçok kelime ve duygunun önüne geçen ve annesi tarafından ona giydirilen kahkahası, onun bireysel ve toplumsal anlamda “başka” bir dil edinemediğini gösteriyor, böylelikle simgesel düzende var olamadığını da… O kahkaha dilinde şiddet ve yıkıcılık da harmanlanmaya başlıyor.
Arzu kovalamaca oyunu
Kişilerden biri ayrılmak istiyor gibi gözüküyor ancak bu ayrılma fikri sözüm ona diğer kişide ve hatta ayrılanın kendisinde bile arzuyu yeniden canlandırıyor(!) -gibi gözükse de-, aslında ölü bir ilişkiyi oradan oraya taşıma eylemi içerisinde deviniliyor. İlişkinin öldüğü kabul edilirse yas tutulması gerekecek, türlü duygular gündeme gelecek, epey ruhsal masraf çıkacak, bu sebeple arzuyu sürekli dürtükleme hali bu.
Yüce: Kadın cinayetlerinde 'tek tık' rehaveti yaşanıyor
Dr. Yüce ile erkek şiddetinden kadının şiddet karşısındaki destek mekanizmalarına, erkekliğin kitabından toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yol açtığı sorunlara dair konuştuk. Yüce şiddet videoları ile ilgili toplumda “tek tıkla” paylaşarak “üzerine düşeni yapmış olma” rehavetinin altını çizdi.
Toksik erkekler hasarlı kadınlar
Su Kürü, kız kardeşlerdeki kadınsılığın anne tarafından nasıl ipotek altında tutulduğuna ve anneyle ayrışamamış olmanın tam anlamıyla kadın olmayı nasıl engellediğine dair çarpıcı bir kurgu sunuyor. Kadınları hasarlı yapan şeylerin başında kendi içlerindeki toksik taraflar olduğunu da anlıyoruz. Bu toksikliği yaratanın ise iç dünyada hüküm süren eril ve dişil yanların inkârı sonucu doğan çatışma olduğunu ve bir uzlaşı sağlanamazsa da toksiklenmeye devam edileceğini…
Bir gecede nasıl yaşlandık?
İnsan nasıl yaşarsa biraz da öyle yaşlanıyor. Yaşlanmaktan fobik derecesinde korkmak, yaşlı halimizi tasavvur edememek, bu gerçekle yüzleşememek, sanırım önce bugünümüze bakıp, bugünle çalışmayı ve bugündeki arızaları onarmayı gerektiriyor.
Kültegin Ögel: Aile kadın bağımlıya daha olumsuz bakıyor
Prof. Kültegin Ögel bağımlılıkla ilgili sorularımızı yanıtladı. Ögel bağımlılık tedavisiyle ilgili, "Değişmeyi istemek çok önemlidir. Değişmek içinse değişime hazır olmak gerekir. Değişime hazır olmak içinse değişimin bizim için önemli ve başarılabilir olması gerekir. Değişim bizim için ne kadar önemliyse, değişime o kadar hazır oluruz. Değişimi başarabileceğimiz konusunda kendimize güveniyorsak, o zaman değişimi başlatabiliriz" dedi.
Bayramda aile saadeti
Kutsiyet atfettiğimiz kurumların iktidarını sorgulanmaz kılıyor, böylece o baskıcı zihniyetin değirmenine su taşıyoruz. Toplumun bir alt çekirdeği olan ailenin kendi bütünlüğünü muhafaza etmesi, iktidarların da bütünlüğünü ve kişilerin erk sahibi yapılar karşısındaki itaatini sağlayacaktır.
Depresyonun ipiyle kuyuya inilir mi?
Depresyon bir deri değiştirme dönemi gibi gelir bana. Canlılar deri değiştirdiklerinde hassas, sancılı, kırılgan bir süreçten geçerler. Deri değiştirmek, için dışı itmesidir. Kabına sığamamak, içten dışa doğru büyümek, yenilenmek…
Prof. Yankı Yazgan: Adaletsizlik toksik stres yapar
Prof. Yazgan: Adaletsizlik en çok temel güven duygusunu sarsıyor. Haksızlık hissini doğuruyor. Haksızlık algısıyla birlikte genellikle gelen duygu öfke. Öfke de genellikle savunma niteliğinde olan saldırgan dürtüleri tetikliyor. Çünkü saldırıya uğramışlık duygusunu veren, sınırlarınızın aşıldığı, elinizdekinin alındığı bir durum yaratıyor. Bu nedenle toksik etkileri olan bir stres.
Vasatın uzman hali
Evet bilgi çağındayız, bilgiye çarçabuk ulaşabiliyoruz. Öğrenme dürtümüzü tatmin etmek için dünya bir tıkla adeta önümüze seriliyor. Öğrenmek tamam da niçin hemen öğretmek istiyoruz? Niçin bir şeylerin uzmanı, hocası olmaya bu kadar düşkün hale geldik?
Deniz Altınay: Akıl unutur beden hatırlar
Uzman Psikolojik Danışman ve Psikodramatist Deniz Altınay: Psikodrama Grup Psikoterapisi Sistemi’nin önemli önermelerinden bir tanesi “akıl unutur beden hatırlar” cümlesi ile vücut bulur. Mizacımızın üstüne kurulmakta olan “kişilik yapımız” yaşamın ilk yıllarından çok fazla etkilenerek oluşur. Bu dönem sözün hiç olmadığı ya da çok az olduğu dönemdir. Anne ile bebeğin ilk spontan eylemi olan doğum ile birlikte bebek kişilik yapısını kazanmaya başlar. Bu bir öğrenme sürecidir ve dikkat edildiği üzere bu dönemde söz yoktur.
Ağaçların bil dediği
Ağaç çürümüş meyvelerini, kurumuş yapraklarını dalında tutmaz, usulca bırakır onları toprağına. İnsan ise ısrarla kendisini ağırlaştırır o çürüklerle, ömrünü tüketir kurumuş yaşantılarla…
Yoksa siz hâlâ yaşam koçu olmadınız mı?
Nasıl ki böbreğimiz ağrıdığında köşedeki züccaciyeden yardım almayıp o işin uzmanına gidip muayene oluyorsak, ruh sağlığımızı da psikoloji ve psikoterapi eğitimlerini tamamlamış işin uzmanlarına teslim etmemiz gerekir.
Hastalıklarımız bize ne söyler?
Bedenin en büyük bellek olduğunu düşünüyorum. Biz farkında olsak da olmasak da bedenimiz tatsız olan tüm deneyimlerin tanıklığını yapmaktadır. Birine karşı hissettiğimiz düşmanca duygular, dile getirmekte zorlandığımız rahatsız edici hisler, fanteziler, arzular, bizde kaygı yaratan bazı durumlar kimi zaman söze dökül(e)mez ve bedende dile gelir.
Bir varmış bir yokmuş: İnsanın aradalık hali
Prof. Dr. M. Bilgin Saydam ve Klinik Psikolog Hakan Kızıltan'ın üç senedir düzenledikleri aylık psikomitoloji seminerleri İthaki Yayınları tarafından "Psikomitoloji: İnsanı Öykülerinde Aramak" adıyla kitaplaştırıldı. Saydam ve Kızıltan mitlerin kişinin kendini ve dünyayı anlamlandırma çabasındaki yerini anlattı.
Sevilebilme Sanatı
Kişi sevilmeye niçin izin vermez? Aslında kendisine iyi gelme ihtimali olan şeyleri elinin tersiyle niye iter? Sevilebilmek bazı kişiler için büyük bir korku kaynağı çünkü beraberinde yakınlaşmayı getiriyor.
Psikiyatr Gülcan Özer: Öyle hızlı koşuyoruz ki ruhumuz geride kalıyor!
İlişki terapisti Dr. Gülcan Özer: Hayat artık bilgisayar oyunlarının hızıyla akmakta, dünya oldu bir köy, her şey bir tuşun ucunda. Doğduğumuz yer ile sınırlı değiliz, hayallerimiz mahallemizi çoktan geçti, şahane… Ve fakat öyle hızlı koşuyoruz ki ruhumuz geride kalıyor. Ez cümle insan canlısı bu, yerde gökte, tuşun ucunda illa ki gönül yarenini arıyor.
Prof. Öget Öktem Tanör: Aşk bazen bitmez, evrilir!
Türkiye'nin ilk nöropsikoloğu Öget Öktem Tanör: Zihin Teorisi (Theory of Mind) adı verilen bilişsel işlevimizin alt yapısını oluşturan beyin bölgelerimiz/beyin şebekelerimiz aşık olunan kişi söz konusu olunca çalışmaz duruma geliyor. Başkalarının zihinsel durumunu, onun düşüncelerini, niyetlerini sezmemizi, anlamamızı sağlayan bu bilişsel işlev âşık olduğumuz kişiye karşı çalışmadığı için, onun kusurlarını göremez duruma düşüyoruz, yani "aşkın gözü kördür".
Psikologlar da ağlar
Uzmanın da yaralısı, o yaraya temas edeni ve kendi yarası üzerine çalışanı makbuldür. Aksi halde değil başkasının yarasına pansuman yapabilmek, yaranın üzerine tuz basmaktan öteye gidilemez.
Sırtımızda taşıdığımız babalar
İç dünyamızda da tam olarak öldüremediğimiz, öldüğünü bilsek bile gömemediğimiz, gömdüysek bile nerede olduğunu kestiremediğimiz yaşantılar, kişiler, duygular var. Tıpkı dış dünyada olduğu gibi. Bu bazen çocukluk evrenimizden bir parça, bazen bir mekân, bazen bir kişi olabiliyor. Ama sanırım en çok da anne babamızdan getirdiklerimiz, damıttıklarımız, hazımsızlıklarımız…
Dr. Murat Dokur: İlişki emek istemez, iki sağlıklı birey yeter!
Bu ay çift ve aile terapisi alanında Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından Dr. Murat Dokur’la ilişkilerde klişeler ve kalıp yargılar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. İlişkilerin bireysel ve toplumsal izdüşümlerini felsefe, psikoloji, fizik ekseninde irdeleyip, ilişki paternlerimize, ayrılık meselesine, ilişki ve ilişkisizlik hallerimize değindik.
Bir ilişkiyi kaç kişi yaşarız?
Çift ilişkilerine baktığımızda da hiçbir zaman iki kişi değilizdir aslında. Bir ilişkiyi dört kişi yaşarız. Çünkü erkeğin animası hiçbir zaman kadının animası olmayacak, kadının animusu da hiçbir zaman erkeğin animusu olmayacaktır. Tüm bu arketipler her ilişkide yeniden yaratılıp birbirleriyle yeniden karşılaşacaklardır.
Bizim büyük polemik düşkünlüğümüz
Birtakım köşe yazarlarına, magazin figürlerine baktığımızda polemiğin özellikle bizim ülkemizde oldukça prim yaptığını görüyoruz. Çok okunuyor, çok izleniyor, çok konuşuluyor. Peki bu “çokluk” bize gerçekten yeni kapılar açıyor mu? Hadi yenisini boş verin kapı açıyor mu?
Vamık Volkan: Her yasta öfke var
Her yas tutmada, öfkelenme var; çünkü önemli birini kaybettiğiniz zaman içinizde bir yara açılır ve yara açıldığı için ölen kişiye, kaybettiğiniz kişiye kızarsınız. Niye durup durduk yerde ölüp de bütün hayatımı değiştiriyorsun, bana kötü hisler veriyorsun diye kızıyorsunuz.
Kadınların dilindeki erillik
Bir dili eril yapan şey, iktidarın dili olmasıdır. Hükmedici, işgalci, buyurgan, aşağılayıcı ve kapalı bir dil olmasıdır. Kadın ya da erkek kullanmış fark etmez.
Yaslar ve yasaklar
Kişilerin her acıdan ve kayıptan sonra birbirlerinden haber alma, olayı doğru bir şekilde öğrenme, acıyı paylaşma ve öfkelenme/üzülme hakları vardır. Bunun sonucunda da kendi düşünce ve duygularının sorumluluğunu alma yetkileri de… Çünkü insan olmak bunları gerektirir.
Kimselerin vakti yok susmaya
Evet biliyorum, kimselerin vakti yok ne dinlemeye, ne susmaya. Dolayısıyla “ince şeyleri anlamaya” da… Bu yüzden ayarlarımız iyice bozuluyor. Politik, psikolojik, sosyolojik tüm ayarlarımız. Arızalanıyoruz git gide. Bu arıza, hem içsel hem de dışsal gürültü olarak kendisini gösteriyor.
Rüyaları ayarlama enstitüsü: İskender Savaşır’ın ardından
Bir gün yaptığı rüya çalışmalarından bahsediyordu. Ona “rüyaları ayarlama enstitüsü kursanız ya” demiştim. İskender’ce bir kahkaha patlatmıştı. Halbuki ben çok ciddiydim. Yapsa, o yapardı. Şimdi belki gittiği yerde yapar. Duracak değil ya, İskender hoca bu!
Yavuz Erten: Dünya uzunları yakmış gözümüzü alıyor!
Çevremizdeki dünyanın etkisi bazen o kadar somutlaştırıcı, o kadar körleştirici oluyor ki kendi öznel huzursuzluklarımızı, çatışmalarımızı bile duyamıyoruz ya da onları çevremizdeki dünyanın o abartılı sesleri ve görüntülerine bağlayıp, sebepleri ve çözümleri orada arıyoruz. Bir benzetme yapmak gerekirse, çevremizdeki dünya kara yolunda gece seyahat ederken, karşıdan gelen uzun farlarını yakmış bir araba gibi gözümüzü alıyor.
Kadınlar 'Kaybedenler Kulübü’nde ne buluyor?
Ben diyeyim aile sistem özellikleri siz deyin kültürel kodlarımız veya kadın/erkek rollerinin bu coğrafya içerisindeki dağılımı vs. kadınlarda yoğun bir şekilde karşı tarafı iyileştirme arzusu doğuruyor. “Onu adam edeceğim”, “benimle başka olacak”, “aslında onun aradığı benim!”, “onu değiştireceğim.” Sonra ne mi oluyor?
Güç bizde olduğunda nerede duracağız?
Bazı dillerde bilinçle vicdan aynı kelimedir. Ahlakın otomatik, kuralcı, genelleştirici yapısı karşısında vicdan belli bir farkındalığa dayanır. Eski bir yazımda "Ahlak bir vicdan tembelliğidir" demiştim. Vicdanın koşulu olarak da bilinçten söz edebiliriz. Bilinçsiz bir varlığın vicdanından da söz edilemez ne de olsa...
'Kaybedenler Kulübü' neyi kaybetti?
Kendimize olan yabancılaşmamızı, temassızlığımızı başka insanlara yansıtarak bundan kurtulamayız. Ruhsallığımızı içkiye, birtakım dumanlı mamullere, “çok kadın-hiç kadın” türevi sloganlara hapsederek de bu işin içinden çıkamayız.
'Eksik bir şey mi var?'*
İnsanın mecburen prematüre doğmuş bir varlık olması ve uzun bir dönem boyunca ötekilerin bakımına muhtaç olması, diğer yandan da bakım veren o ötekinin (annenin) arzusunu (davranışlarını, yapıp ettiklerini vb.) bir türlü anlamlandıramaması, bunun bir muamma olarak kalması; birbirine bağlanan bu iki mutlak çaresizlik, eksiklik ve arzunun fonu, kaidesi belki de.
'Hamarat tembellik': Uğraş uğraş nereye kadar?
Su ancak kendi doğallığında akarsa yolunu buluyor. Hazır cemreler de düşmüşken, bahar temizliği niyetine birazcık hamarat tembelliğe izin versek de varoluşsal bağışıklığımızı güçlendirsek diyorum.
'Cebimdeki Yabancı' ve bilmeme hakkı
Seans odasında çiftlerin telefon üzerinden tartıştıklarına epeyce tanık olmuşumdur; “masaya telefonunu yüzüstü koyuyor”, “telefonu sürekli sessizde”, “benim telefonumda şifre yok ama o şifre koymuş” vs… Bir de cep telefonu karıştırma hadisesi var. Bu kimimize göre dünyanın en gereksiz ve “ayıp” eylemiyken, kimimiz için ise önlenemez bir merak duygusuyla karşı tarafı kontrol etmenin en elzem yöntemi.
Travmalar, adlar, köprüler
Bulaşıcı bir hastalık gibi, travmanın da bulaşıcı özelliği var mı? İnsan anlatılmayanı bilebilir mi? Dile dökülmeyenin izini taşıyabilir mi? Nereden geldiğini anlayamadığımız, elimize ayağımıza dolanan çoğu hâllerimizin kökeni çok derinlerdeki, hatta bize bile ait olmayan ikinci el bir travmaya dayanabilir mi?
Eski yıla girmek
Tarih unutmaz. Ne kişisel ne toplumsal… Karşımıza çıkarır teker teker… Tutamadığımız yaslarımızı, kişisel ya da toplumsal olarak çözülmesi gerekenleri, fazlalıkları, eksiklikleri elimize ayağımıza dolar. Hesabını sorar. Sonra bir bakmışız gelen yıl, giden yılı aratıyor. Yeni dediğimiz yıl, bir önceki yıla benzeyebiliyor. Ben kendi adıma yeni yıla girmeyi değil, eski yıldan çıkmayı deneyeceğim bu sene.
Aldatmak da ilişkiye dahil (mi)?
Kişi ilişki dışı ilişkiyi neden tercih eder? Yeni bir heyecan arayışı, aşık olma arzusu, özgür hissetmek, “yasak” olana duyulan çekim, geçmişte bastırdıklarını ya da yaşayamadıklarını yaşama ihtiyacı, birincil ilişkide kendisini iyi hissetmeme hali, varoluşsal sıkıntıları, ölüm kaygısını giderme çabası, can sıkıntısı, yenilik arayışı… Bunlar aklıma ilk gelenler. Peki ilişki dışı ilişkiye maruz kalan kişi(ler) neler hisseder?
Gülümseyiiin, çekmiyorum!
Bir ağaçla, kediyle, insanla, gün batımıyla, lezzetli bir yemekle bakışmakta ve o bakışla kalabilmekte gitgide zorlanıyoruz. Derhal onun fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşıp gördüğümüz şeye direkt bakmaktansa Instagram'daki filtrelerden bakmayı tercih eden kişiler haline geliyoruz. Hayata bakışımızı Instagram filtreleriyle bulandırmayıp, no filter’ı hayatımızda deneyimlesek nasıl olur? Sadece bizim bileceğimiz anılar biriktirsek mesela…
Ya hiç karşılaşmasaydık?
Karşılaşma dediğimiz şey, karşı karşıya olmayı içeriyor, bir ölçüde yüzleşmeyi, biraz kendini açmayı, biraz karşı tarafın açılmasını… Karşılaşmalar ilişkileri doğuruyor. Herhangi bir nesneyle kurulan anlamlı ilişki, o nesneyle birlikte soluk alıp vermeyi gerektiriyor.
Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?
Günümüzdeki ilişkilere baktığımızda kişilerin tek başına kalabilme becerileri gelişmediğinden, duygusal tarafı zayıf, bağ değil bağlantı kurulan, çiftleşilen ama çift olunamayan, çabuk tüketilen, çürütülen ilişkiler kurulduğunu görüyoruz. Bir “takılma kültürü”dür alıp başını gidiyor. Takılma kültürünün yarattığı yozlaşma, derinlikli ilişki kültürünü yok ediyor ne yazık ki. Niye yazık peki?