YAZARLAR

Haritanın paradoksu

Söz, haritaya benzer mi? Belki de... Temsil ettiği gerçekliğin kendisini bütünüyle örten bir gerçekliği kendine atfeden, bu temsili dayatan her söz, gerçekliği yutan harita gibidir. Aşırılığıyla örter, gizler, yok eder. Geriye sözden ötesi kalmaz. Öyleymiş gibi yapmanın tehlikesi, bu harita paradoksundaki gibidir.

Sözün bıktırıcı biçimde dönüp dolaşıp hep aynı yere geldiği günlerde yaşıyoruz. Farklı şeyler söyler gibi görünürken aynı lafları biteviye tekrar eder olduk; sanki her gün aynı plağı çalan, hep de aynı yerde takılıp kalan eski birer gramofon gibiyiz. Her geçen gün, yaşadığımız politik, ekonomik, toplumsal altüst oluşun anlam dünyamızı nasıl da kısırlaştırdığının emareleri çoğalıyor.

Söz artık özgür değil. Sözümüzü sakınır olduk. Sansürü içselleştiriyoruz. Kendi hapishanemizin gardiyanı olmaya razı olmaya mı başladık ne? Oysa söylenmezse düşünce düşünce olamaz; dile gelemeyen her düşünce solup gider. İnandıklarını söyleyemezse insan, bir süre sonra daha önce inanmadıklarına inanır hale gelir. Baskıya boyun eğmek, özgürlükten gönüllü feragat anlamındadır. Özgürlük yoksa ne düşünce genişler, ne söz çoğalır. Düşünürün ifade ettiği gibi düşüncemin sınırları dünyamın sınırları ise, sözün çoğul olmadığı bir dünya nasıl da küçüktür, nasıl da sığdır!

Sürekli konuşuyoruz. Tuhaf değil mi, hem hiç susmuyoruz ama hem de hiçbir şey söylemiyoruz. Sözcükler, toz taneleri gibi havaya savruluyor. Oysa marifet, tozumadan onlardan dünyalar kurmakta. Anlamlı birkaç söze muhtaç, hiç durmaksızın konuşan politikacıları dinliyoruz. Dinliyoruz da işittiğimiz yalnızca sözün yokluğunu örten bir uğultu, bir laf kalabalığı... Başka? Başka bir şey yok. Uzun zamandır birbirlerinden pek de farkları olmadığını biliyoruz ama farkları olsun istiyoruz. Farkı görmek için ne denli uğraşırsak uğraşalım anlamı erteleyen söz oyunları içinde ne aradığımızı da bilemez haldeyiz... Söylenecek her şey mi bitti, sözün aşırılığı onun değerini mi azalttı?

Aşırı temsilin yok ediciliği hakkında okuduğum en güzel hikayelerden biri, Umberto Eco’nun Somon Balığıyla Yolculuk adlı kitabında yer alıyor (i). Eco, Suárez Miranda’ya ait 1658 tarihli bir hikayeyi, Jorge Luis Borges tarafından alıntılanan haliyle aktarıyor. Hikaye şöyle: Bir İmparatorlukta haritacılık sanatı öylesine gelişmiş ki çizilen haritalar, kentleri, eyaletleri kaplayan büyüklüklere ulaşıyormuş. Zamanla ne kadar geniş olurlarsa olsunlar bütün haritalar yetersiz kalınca Haritacılar Loncası, İmparatorluğa tamı tamına denk düşen bir harita oluşturmuş. Hikaye bu ya, İmparatorluğun üstüne örtülen 1’e 1 ölçeğindeki bu harita, ilgisizlik yüzünden çürümüş, lime lime olmuş. Hala sağda solda bu haritanın parçalarına rastlanırmış.

İlgi çekici olan, hikayenin kendisi kadar Eco’nun, böyle bir haritayı çizmenin olanaksızlığı üzerine söyledikleri. Böyle bir haritanın varlığı, İmparatorluk için bir paradoks yaratacaktır. Harita, arazinin üzerine örtüldüğünde insanlar haritada yaşamak zorunda kalacaklardır. Harita, arazideki değişimleri gösteremeyeceğinden gerçeğe uygun olmayan çıkarımlara neden olabilecektir. Haritaya bakanlar, haritanın gösterdiği kadarını gerçek kabul etmek zorundadır. Haritanın temsil ettiği şeyle ilişkisi giderek azalacaktır. İnsanlar artık İmparatorluğun kentlerinde değil, haritada yaşamaktadırlar. Haritayı yere sermeyip kazıklarla havada asılı tutsalar, bu kez de haritayı okuyamadıkları gibi, haritanın örtüsü altında bütünüyle değişen ekolojik koşullarda yaşayacaklardır ki harita yine temsil etmesi gereken gerçeklikten bambaşka bir şeydir. Haritanın serilip katlanılması ile ilgili sorunlar da cabası.

Paradoksun iki sonucundan söz etmektedir Eco: Öncelikle her 1:1 harita, araziyi her zaman yanlış yansıtacaktır. İkincisi ise, varsayalım ki böyle bir haritayı sonunda çizebildik, o zaman da durum, İmparatorluk açısından bir felaket olacaktır çünkü İmparatorluk kopyası çıkarılamaz bir hale gelmektedir. İkinci sonuçla birlikte, üzerinde yaşayan herkesle bütün düşmanları için görünmez hale gelen İmparatorluk, birinci sonuçtan dolayıysa kendi kendisine görünmez olacaktır. Gücünü haritaya terk etmiş bu İmparatorluk ise artık yoktur!

Söz, haritaya benzer mi? Belki de... Temsil ettiği gerçekliğin kendisini bütünüyle örten bir gerçekliği kendine atfeden, bu temsili dayatan her söz, gerçekliği yutan harita gibidir. Aşırılığıyla örter, gizler, yok eder. Geriye sözden ötesi kalmaz. Öyleymiş gibi yapmanın tehlikesi, bu harita paradoksundaki gibidir. Öyleymiş gibi yapmak, öyle olanı aslında hiçbir zaman temsil edemeyecek olan, ama bir ucundan diğerine gerçeğinin üstüne örtülen bire bir ölçekli haritaya benzer. Gerçek, örtünün altında değişirken örtünün üzerindekiler için artık görülemezdir; nüfuz edilemez örtü, zamanla gerçeğin ta kendisi oluverir.

Özgür olmayan söz, katılaşır. Gerçeklik iddiası aşırılaşır. Sonuç ise gerçeğin yok oluşudur.

(i) Umberto Eco (1997). Somon Balığıyla Yolculuk, çeviren İlknur Özdemir, İstanbul: Can Yayınları, s. 91-100.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.