
Arkasına sığındığımız etiketler
Bir soruyla başlayacağım; sizden isteğim sevgili okurlarım bu yazıyı okurken o soruyu ve soruya yanıtınızı aklınızın bir köşesinde tutmanızı isteyeceğim. Kendi yanıtınızı değerlendirmenizi bir de… Bakalım sizler ne düşüneceksiniz?
Sorum şu: Arkadaşlarınızla, dostlarınızla, ailenizle bir kahve arasında, bir çilingir sofrasında ya da bir ev ziyaretinde bir araya geldiğinizde söz dönüp dolaşıp politikaya geldiğinde -ki çocukluğumdan beri katıldığım hiçbir sosyal ortamda politikanın merkezde olmadığı bir sohbete tanık olmadım- söz içinde başvurulan, sizin de kaçınamadığınız etiketlerin ne kadar farkındasınız? Bu yazıda ben en sık başvurulan birkaçını, bu tür etiketlerin ne işe yaradıklarını dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
Önce küresel olarak yaygın olanlardan biriyle başlayacağım. Demokrasi… Öyle bir etiket ki bu, tarif et deseniz kimse edemez, ama politik yelpazedeki ideolojik yeri ne olursa olsun hemen herkes kendisini en birinci demokrat kabul eder. Şöyle sokakta bir dolaşıp rastgele birkaç kişiye sorun isterseniz. Herkese göre demokrasi iyi bir şeydir ama sorsanız niye iyidir diye, kimse açık seçik bir cevap veremez. Dünyanın her yerinde, bir yönetim herhangi bir kararını demokrasi adına alınmış olduğu iddiasıyla savunuyorsa akan sular durur. Her ülkenin kendi bağlamı içinde birtakım özel anlamlar da yüklenerek arkasında her daim sığınabileceğimiz geniş gri alanlar bırakan en elverişli etiket bugün hala demokrasidir. Demokrasi öyle büyüleyici bir etikettir ki yapılan işin, alınan kararın maliyetini mükemmel biçimde gizler. Demokrasi adına insan hakları ayaklar altına alınabilir; eşitsizlik çeşitlilik olur; yoksulluk toplumsal düzen meselesi değil, (demokratik) düzenin rekabet koşullarına ayak uyduramayan kitlelerin kendi başlarına açtıkları bir bela… Bireyler, demokratik düzenin dışında kalmayı seçtiklerinde demokrasi ne yapsın değil mi ama?
Demokrasi, günümüz dünyasında kapitalist düzenin etiketidir. Ekonomik krizle sarsılan her ülkede, acı reçetelerin acı ilaçları (!) halka demokrasi adına içirilir. Batı’nın göçmen politikası, o ilmek ilmek işlenerek yüzyıllar boyu mücadele ile yaratılmış demokratik düzenin kendi iç dengelerinin bozulması korkusuyla şekillenir. Yeni türden bir ırkçılık, demokrasinin hassas dengelerinin korunması mazeretinin ardına kolayca saklanır. Göçmen, ancak bu pek ince, pek hassas demokrasiye uyduğu takdirde kabul görebilecektir ki kaç göçmen aslında bu uyum yeteneğine sahiptir? Demokratın kendisi böylece demokrasinin başat düşmanı haline gelmektedir. O has demokrat etiketi, ardındaki katışıksız ırkçıyı her şeyden daha iyi gizler.
Kendi sohbetlerinizi, politikacıların söylemlerini bir düşünün. Örneğin seçimleri hatırlayın. Şimdi yaklaşmakta olan yerel seçimleri de akılda tutun. Herkes demokrat, rakibi demokrasi düşmanı… Ama her sözün bir turnusol kağıdı var. Eşitsizlikler, yoksulluk meselesi, göçmen sorunu, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, üretim ve emek sorunu… Bütün bu meselelerle demokrasi etiketine bakmayı deneyin, etiketin parlak yüzeyinde oluşan çatlakları görüyor musunuz? O çatlaklardan sızan şeye bir bakın bakalım ne göreceksiniz? Bakarken unutmayın, bu ülkede darbeler bile demokrasi adına, rayından çıkan demokrasiyi yoluna koymak üzere yapılmıştı. Bunlardan sonuçlarını hâlâ yaşamakta olduğumuz 12 Eylül, bu toplumda ezici bir destek de bulmuştu üstelik. Yakın zamanlarda da benzer bir deneyimi yaşıyoruz. 15 Temmuz sonrası her ihlal, demokrasi adına yapıldı. Demokrasi kılıfına sokulan bir OHAL ile binlerce insan hapsedildi, işlerinden atıldı, sivil ölüme mahkum edildi. Yine herkes suskun. Onaylayıcı bir suskunluk bu. Demokratlıklarına toz kondurmayanlar, terörist, hain ilan ettikleri insanlara yapılanları olumluyor. Ne adına, güya demokrasi adına!
Türkiye’de etiket çok… Politik mücadele, kimin etiketinin daha iyi bir örtücü olduğu mücadelesi neredeyse. Bazılarını iktidar ve muhalefet aralarında paylaşamıyorlar. Vatan mesela… Al sana güçlü bir başka etiket. Vatan için canlar feda da vatan ne? Neresi vatan? Herkesin vatanı aynı mı? Vatan gerçekten kimin vatanı? Karpuz gibi ortadan yarılmış bir toplum için herkes vatan adına bir görev tanımlıyor kendine. Vatanın bekası adına insanlar öldürülebiliyor, hapsedilebiliyor, işkence görebiliyor, açlığa mahkum edilebiliyor. Ülkenin gençleri, burada ne işimiz var, diye sorulmadan komşudaki savaşa göz kırpılmadan gönderiliyor, ne için güya vatan için! Başkasının vatanı değil mi orası diye sormaya cüret eden hain ilan ediliyor, niye? (Güya) vatanın selameti için! Vatan diye diye vatanın satılmadık yeri kalmamış, kimsenin ruhu duymamış! Vatan etiketinin gizlediği bütün o yavuz hırsızlıkları etiketi az sıyırın göreceksiniz!
Bir de yerlilik ve millilik var. Kerameti kendinden menkul bir etiket bu da. Cesaretiniz varsa sorgulayın. Örttüğü gerçeğe bakmayı bir deneyin! En hafifinden kökü dışarıda olmakla suçlanırsınız. Tabii ajanlık ya da satılmışlık gibi başka yaftalar da cephanelikte hazır. İronik tabii… Lahmacunun etinden, kısırın bulguruna, çaya katık simidin ununa, çilingir sofrasının rakısına kadar neredeyse her şeyin dışarıdan geldiği ya da yerli olmayan şirketlerce üretildiği, futbol takımlarında neredeyse yerli oyuncu kalmamış bir ülkenin insanlarının yerlilik ve millilik taslaması! Sadece etiketin örttüğü gerçeğe bakmayı deneyin bir yeter.
Liste uzatılabilir. Müslümanlık ya da İslam, dindarlık gibi bir başka etiketimiz var ki bunun ardına nasıl, hangi biçimlerde sığındığımız tek başına birkaç yazının konusu olabilir. Burada değinmeyeceğim bu nedenle. Ancak bir tanesi var ki Cumhuriyet gazetesinde, Vakıf’taki yönetim değişikliğinin ardından yeniden baş rolü kaptı. Bahsetmeden geçemeyeceğim. Önce yukarıda saydığım bütün etiketlerle bir daha okuyun Cumhuriyet hakkında yazılıp çizilenleri. Hepsini. Bir de Atatürkçülük etiketi ile yancılarına verin dikkatinizi: Ulusalcı sol, laik ve demokratik Cumhuriyet… Ha bir de aydınlanma var. Solculuk da yaman bir (yancı) etiket hiç kuşkusuz.
Solun kendisini tarihle meşrulaştırdığını hiç duymamış olabilirsiniz ama burada işler pek öyle yürümüyor. Bizim bazı solcularımız, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına, kuruculara hayranlıklarından geleceğe bakmaya zaman bulamıyorlar, devrimi gelecekte değil geçmişte arıyorlar. Sonra da çağın popülist eğilimlerini bir türlü anlayamıyorlar. Marx’ın öğretisinin içerdiği sıkı Aydınlanma eleştirisinin de farkında olmadıklarından veya ustaca görmezden gelmeyi tercih ettiklerinden, Fransız Devrimi’nden kalma bir tür Jakobenliği solculukla karıştırıyorlar. İşte Cumhuriyet’in dönmekle pek övündüğü Atatürkçü çizginin, ulusalcı ama solcu etiketinin örttüğü de bu. Aydınlanma’nın aslında solla pek ilgisi olmayan değerlerini savunup, eğitim gibi kapitalist toplumsal formasyonunun sürekliliğinin bir garantisi olarak sol literatür tarafından devletin ideolojik aygıtlarından biri sayılmış bir kurumun önemini vurgularken aslında ne kadar da muhafazakar olduklarını gizliyor bu etiket. Üstelik bu etiketin gizlediği bir başka şey, bu halis Atatürkçü pozisyonunun Atatürk ile hemen hiç ilgisinin olmaması. Arkasına sığındıkları bu Atatürkçülük, 12 Eylül düzeninin icat ettiği, İslamcılıkla milliyetçiliğin birbirine eklemlendiği, içine kuruluş mitolojisinin fantezi evrenini tamamlamak üzere şırınga edildiği bir etiket aslında. 12 Eylül faşizminin, demokrasi adına demokrasiyi yok etmiş darbe düzeninin, şiddetini ve baskısını yayarken araçsallaştırdığı, o baskının, şiddetin, ihlallerin, ölümlerin örtüsü haline getirilmiş bir etiket.
Herkese etiketlerin ardını görebileceği keskin gözler dilerim. Kriz derinleşirken çok ihtiyacımız olacak….
Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
'Şahsım' olmanın tarihsel hafifliği
Devletin en üst temsil kurumu olan Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişi, egemenliğin simgesidir, reis midir? Siyasal partiler çete midir ki liderleri reis olsun? Ülke bir tekne midir ki dümendeki reis olsun? Ama işte her şey bir şahsa indirgenirse, o şahıs kendisini tıpkı feodal hükümdar gibi bütün ülke topraklarının sahibi sanmaya başlar.
Sıradanız o halde kötüyüz!
Dudaklarında yarım, müstehzi bir gülüş. Hatasını yakaladığı herkesi ezmeye hazır. Tahakküm ilişkilerinin oyuncağı ama farkında değil. Alay ediyor, eziyor, aykırı olanı dışlıyor, kendisi için istemek veya istememek özgürlüğüne sahip olduğu yanılsamasıyla nefretini kusuyor. Umudu hınçla eziyor. Umut verene düşman...
Muhbir dolayısıyla makbul vatandaş
Aynı evde yaşayanların bile birbirlerini devlete ihbar ederek makbul vatandaşlara dönüştüğü rejimler bunlar. Her şeyin hepimizin gözünün önünde olacağı bir toplum, herkesin herkesi bildiği bir toplumsallık, her üyesini bir diğerinin polisine dönüştürür.
Yeniden, yine barış için…
Bu topraklarda Kürt sorunu turnusol kağıdı, milliyetçilikse saplantı. Kürtlerle ilgili veya Kürtlerin merkezinde olduğu her mesele karşısında aktörlerin gerçek rengi ortaya çıkıveriyor.
Gelecek dikensiz gül bahçesi vaat etmiyor!
Yolsuzluklarla boşaltılmış hazine, hortlamış bir enflasyon, derin bir üretim krizi, emeği değersizleşmiş açlık sınırında yaşayan milyonlar, bilgi üretemeyen bir toplum, soru sormayan, sorulanı da anlamayan kültürsüzleştirilmiş kuşaklar, eğitimle yaygınlaştırılan hurafelere kurban edilmiş çocuklar, depremini bekleyen beton ormanlarına dönüşmüş kentler, ekilemez hale getirilmiş topraklar…
Darbelerle demokrasi düşlemek…
12 Eylül’lerin birinde askeri darbeyle başlatılan devletin yurttaş aleyhine güçlendirilmesi süreci, diğerinde referandumda oylanan anayasa değişikliği sonucu yargı erkinin yürütmeye tabi hale getirilmesiyle devam ediyor. Bir vesayetten diğerine son hız geçişi tamamlayan son darbe ise devletin tek meşru temsilcisi olarak partili Cumhurbaşkanına işaret eden bir rejim değişikliğiyle geliyor. Bir 12 Eylül’den diğerine iyice uzaklaşan demokrasi, şimdi artık aşkın bir ideal bile değil. Ancak bir düş…
Sevincin peşinde, güvensizliğin pençesinde…
Rejim kendine tehdit olarak gördüğü herkesi hedefine yerleştirmeye devam ediyor. Ayrıca belli ki bunu gizlemeye de pek gerek görmüyor. İktidara İstanbul’da büyükşehir belediye başkanlığını kaybettiren sürecin mimarlarından Kaftancıoğlu’nun aldığı cezanın tesadüf olmadığı bu nedenle açık.
İnsanın kendine ettiği…
Bu nasıl bir nefrettir? Bütün bunları fütursuzca sadece para için yapıyor olamazlar sanki. Burada bir türlü dindirilemeyen bir hınç, önüne set çekilemeyen bir nefret görüyorum. Oysa rant ne kadar büyük olursa olsun içlerindeki nefret gediğini dolduramayacak. Onlar da eli sürekli artıracaklar.
Akademisyen: İtaat, sadakat vs., vs.
Anayasa Mahkemesi'nin 9 Barış Akademisyeni'nin bireysel başvuruları ile ilgili, bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, başvurucuların yargılanmasında hak ihlali olduğu yönündeki kararı, bizi sanki bir zaman makinesine koydu. Kendimizi yeniden 2016 yılı başında bulduk.
Demokratlık mı dediniz?
Metrodan inenlere çoğunlukla öncelik tanınmaz, kapılarda itişme kaçınılmazdır. Halbuki şöyle sağa ya da sola çekilip yol açılsa inecekler için sonra binilse ne olur? Ne olacak, uyaran “bilmiş” olur! Dolmuşta ayakta yolcuya alıştık. Kelle koltukta, tıkış tıkış… Dolmuş şoförü canı sıkılınca, sıcak basınca açar kapıları… Ayaktasın, düşer ölürsün, ama olsun, maksat gideceğimiz yere bir an önce varmak, gerisi fasa fiso…
Millet olduk sanırken ümmete sıkışmak…
Dışlayıcı bir mantığın pervasızca daralttığı, parçaladığı kamusallığın yerini şahsileşmiş ilişkiler alıyor. Yurttaşlık bağları zayıflıyor. Bu ümmet meselesi, tesadüf olmadığı gibi hiç hayra da alamet değil!
Demokrasiyi yeniden inşa etmek?
İmamoğlu artık bir simge. Yitirilmiş demokrasi vaadinin, ortak geleceğin yeniden inşası olanağının simgesi. Konumunun, kişiliğinin, üstlendiği yerel yöneticilik görevinin ötesine geçen pek çok yüklemi var bu adın.
Kadının sesi yok!
Geçen pazar günü sonunda bir mucize oluverecekmiş gibi biri moderatör, ikisi İstanbul seçimleri için yarışan aday üç erkeğe sabitlendi bakışlarımız. Üç erkekten moderatör olanı, kentin sakinlerinden bazılarının kadın olduğunu hatırlamış olacak ki adayların kadınlar için ne yapacaklarını sordu. Sonuç: Zavallı bir durumdayız.
Pontusluyuz, Pontuslusunuz, Pontuslular
Politik alanda var olabilmenin koşulu, politik tahayyüller yerine kimlikler olunca karşılaşmalar sert, toplumsal alan kutuplaşmış hale geliyor. Demokratik talepler popülerleşemiyor. Neredeyse kapalı sayılabilecek grupların, toplulukların kendine özgü hak mücadelelerini eklemleyecek politik momentler oluşamıyor.
İşkence evinden geleceğe bakınca…
Bunca yıldır her şeyin bir gün düzeleceği umudunu canlı tutmaya çabaladıktan sonra geriye dönüp bakınca, o masal sözündeki gibi bir arpa boyu bile yol gidememiş olduğumuzu görmenin ıstırabı anlatılamaz.
Her şeye inat, her şey güzel olacak!
Birden oyunun akışını değiştiren bir “söz” atıldı ortaya. İzleyiciler arasında bir heyecan dalgası yaşandı. Oyuncular ezberleri bozulunca şaşakaldı. “Her şey çok güzel olacak” dedi bu seçimin baş aktörlerinden biri. Bu sözün kerameti neydi ki konuşmayanlar konuşmaya başladı; bezgin bezgin köşesine çekilmiş olanlar canlanıverdi; hatta karşı takımın baş oyuncusu, sözü evirdi çevirdi, kendine uydurup sahiplenmeye kalktı?
Konuşmak, susmamak!
İstanbul seçimlerinin hukuksuzca iptal edilmiş olmasına itiraz etmek, buradaki yanlışa işaret etmek doğrucu kabul edilmek için yeterli midir? TTB üyesi hekimlerin, barış talep ettikleri için yargılanıp cezaevine girenlerin, gazetecilik faaliyetleri için hapsedilenlerin, fişlenenlerin, seçildikleri halde KHK'lı oldukları için ellerinden mazbataları alınanların, hak gasbına uğrayan herkesin sesi olarak da doğrudan yana tavır almak bu doğruculuk pratiğinin gereği değil midir?
Türkiye’de yazarın açmazı
İstanbul’un iktidar için önemini vurgulamak, bunun etrafında açıklamalar üretmek kolay. Ancak bana kalırsa yeterince açıklayıcı değil. İstanbul’un önemi denilen şeyin ampirik karşılığını görebildiğimi sanmıyorum. Bütün açıklamalar, inanmamız beklenen masalın, altına süpürülen pislikleri örtmek için dokunmuş bir koca halı olduğunu ima ediyor.
Türkiye ittifakından lince, Türkiye’nin halleri
Linç, kitlesel şiddetin en utanmaz formlarından biri. Ama linç girişiminde bulunan şahıslardan biri “yiğit” olarak ilan edildi, eli öpüldü. “Osman amcası” oldu bir güruhun. Serbest kaldı ki korkalım. Öyle korkalım ki tek adama biat ittifakı olacağı her halinden belli Türkiye ittifakına dahil olalım.
Tek adam rejimi, arzu, demokrasi…
Seçimler, içine Nazi kaçmış olanların maskesini düşürmüş, bu arzuyu iyice görünür hale getirmiş gibi. Artık “ileri demokrasi” sözünü pek duymuyoruz. Açık açık tek adam rejimini yıkıp demokrasi getirmek isteyenlerle mücadeleden dem vuruyorlar.
Mazbata hikâyesinden çıkan kara delik!
Seçimler, iktidarın gücünün tüm toplumsal uzamı kaplayan bir bütünselliğe sahip olduğu imgeleminde bir kara delik açtı. Bütünün imkansızlığını, her şeye muktedir görünenin kulaklarımıza kendi yenilmezliğine dair bir masal fısıldamakta olduğunu gösterdi görmeyi bilene.
Açarayda özgürlük çiçekleri açar mı?
Çırpınışlarımız, siyaseti tekrar bir imkana dönüştürmek için. Bu yerel seçimlerle yavaş da olsa bir tükenişin başladığını görüyoruz. Yaşadığımız krizin siyasetin açmazına ışık tuttuğu, tutabileceği anlaşılıyor. İstikrar adına feda edilen özgürlüklerimizin, haklarımızın yeniden kazanılması için bu açmazı aşmak gerekiyor.
Kararlıyım, kararsızım, kararlıyım….
Oyumuzu stratejik kullanmak elimizdeki en yakın fırsat. Başka yollar yaratıncaya, bu yolları etkili biçimde yaygınlaştırıncaya kadar stratejik bir biçimde oy vermenin önemli bir araç olduğunu düşünüyorum. Fazla bir şey değiştiremeyebiliriz ama yurttaşlığımızın değerli olduğunu, haklarımızdan vazgeçmeye niyetli olmadığımızı gösterebiliriz belki de…
Kutuplaşma üzerine…
Türkiye’nin Suriye topraklarında yürüttüğü operasyonların halkın çok büyük bir çoğunluğunca desteklendiğini hatırlayın. Ekonomik kriz kapıdayken, savaşın maliyetinin toplum açısından her bakımdan çok büyük olacağını kestirmek için öyle büyük bir uzmanlık gerekmiyorken sınırlarımızın ötesinde bir savaşa hevesli olanların ittifakların sınırlarını aşan bir fikir birliği içinde oldukları açık.
Kral çıplak!
Saçma böylesine çıplak biçimde ortadayken ne kadar inandırıcıdır? Basit düz mantığın, sağduyunun çöktüğünü mü gösteriyor bunlar bize? Yoksa herkesin saçmayı gördüğü ama birbirine söylemeye korktuğu bir durumu mu yaşıyoruz? Peki hakikaten bir iktidar hiçlikten öte karşılığı olmayan bir söylemsel stratejiden nasıl medet umar?
Adsız kadınlar
Kendilerinden başka güvenecekleri kimsenin olmadığını anlatmış buradaki hayat onlara. Evlerinden kaçmalarına neden olan yoksulluk, burada da kadınları bırakmıyor. Kendileri için hiçbir şeyleri olmadan hep birileri için çalışıyorlar; benliklerini zedeleyen her türlü aşağılamaya, sömürüye göğüs geriyorlar.
Şu bizim cinnet halimiz
Ölçüyü baştan kaybettik, hukuku hiç ettik. Siyasal partilerin aralarındaki ittifaklar, sınırların gittikçe silikleştiği, ölçüyü iyice kaçırdığımız şu ortamda hiçbir anlam taşımıyor. Karşılıkları yok! Kaos içinde kim kiminle ne için ortaklık kuruyor biliyor muyuz?
Elma ağacına nasıl kıydılar?
Elma ağacımızı kestiniz, ama biz hâlâ buradayız. Çoğaldık binlerce elma olduk. Gitmiyoruz.
Türkiye’de hayat zor!
Tanzim işportaların önünde icraattan memnun kuyruğa girenlerin, Afrin’de atılan mermilerin fiyatı kafalarına kakılanların, enkaz altında şehit ilan edilenlerin, her şeye rağmen kendilerine oy verecek bir sürü olduğunu düşünmeseler iktidar etme biçimleri farklı olurdu herhalde.
Şşşt kimse duymasın, enkaz altındayız!
Bir bina çöktü. Bu kentin yaşanamaz hale geldiğini, kentin yeni dinin ikonları olan gökdelenlerden ibaret hale geldiğini, buralarda artık insana yer olmadığını göstere göstere çöktü. Yeni tanrımız paraya, yeni tapınaklarımızda kurban verdik. Gümbürtülü bir sessizlikle…
Türkiye bir koca halı…
Asıl büyük korkumuz şu devasa halının altındakilerin ortalığa saçılması. Çoğumuzun öyle ya da böyle sessiz kalmakla ortağı haline geldiği o pislik ürkütücü. O nedenle olsa gerek sorumluluk üstlenmesi gerekenler, hesap vermesi beklenenler yan çiziyor.
Ey insan, sızlanmadan insan kal!
Yakınmak çare değil. Yakınmak yerine, yılmadan direnmeye bakmalı. Başı dik olmalı insanın. Kendisine dürüstlüğün gözüyle bakma cesareti göstermeli. O duvar yazarı gibi üzüntüye rağmen kalkıp işe gitmeli. Emeğidir insanı insan kılan. Emeğe sahip çıkmalı.
İşte kapı! İtmek mi, yoksa çekmek mi?
Muhalefet, Türkiye’yi açmazından kurtarmak üzere seçim denilen o hayali kapının önünde durmuş, kapıyı yine hep bildiği yoldan zorlamaya çalışıyor. İttikçe itiyor, oysa hem açmazın çıkışı o kapı değil, hem de kapı ittikçe daha sıkı kapanıyor.
Şaka gibi!
Hafta bitiyor, şakalar hız kesmiyor! Meclis Başkanı ve AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım, haftanın şakacısı olma konusunda herkese fark atmış bulunuyor! Aktarması benden, Yıldırım’ın sözlerinde gizli, siyaset bilimcilere diploma yaktıran şakayı bulmak sizden! Haydi bakalım...
Akademiye ağıt: #CerenDamar
Dayılanana, racon kesene, başını ezene hayranız; hakkını arayana haddini bildirmeye kalkan hadsizlerin ülkesi burası. Üstüne bir de siniğiz; içine düştüğümüz ahlaki nihilizmin farkında olmayan hadsizleriz. Ceren Damar olayına bakın mesela.
Bir yeni yıl dileği…
Çocukluğumuza özlemimiz büyüyor. Yaşadığımız sıkıntılarla, baskının yoğunlaşmasıyla çocukluğa duyduğumuz özlemin büyümesi arasında doğrudan bir bağıntı var sanırım. Sanki çocuk olursak yeniden, her şeye yeniden başlama şansına kavuşacağız. Sil baştan kurabileceğiz hayatlarımızı. Bambaşka bir hayat istiyorduk, bir yerlerde yanlış yaptık. Çocuk olursak yeniden, o yanlış adımı atmayız belki. Ne dersiniz?
Zamanın hızı, papağan Bahtiyar ve diğerleri
Hızın anaforuna kapıldık, beş ay gibi kısa bir süre içine sığan iki büyük tren kazasından ilkini çoktan unuttuk da ikincisini de unutmamız an meselesi. Politikacılar unutuyorsa gazeteciler hatırlatmalı oysa. Yurttaşlar bastırmalı, iktidar hesap vermeli. Ama savaş var, hız şart!
İktidar Gezi’yi neden unutamıyor?
Hareket başladığı gibi aniden sönümlenmişken, üzerinden de bunca zaman geçmişken iktidar Gezi’yi neden unutamıyor? Hıncı, nefreti neden bitmiyor? Üstelik ortada Gezi’ye benzer gerçek bir toplumsal muhalefetin uyanmakta olduğuna dair herhangi bir işaret yokken, neden yeniden neden şimdi Gezi?
Bak alınıyoruz ama....
Anladım ki tek alınan ben değilim; sosyal medyada kaymak yemediğini ispata girişen Kadıköylüler, Beşiktaşlılar, Çankayalı diğer alınganlar var. Tabii sosyal medya erişimi olmayanların alınganlıklarını nasıl ifade ettiklerini bilmem mümkün değil. Yine de tahminim odur ki kaymakla onların da pek arası yoktur.
Bizim tek umudumuz sizlersiniz!
Bilgisiyle, iyimserliğe inancıyla Askeristan direniş hareketinin tek umut olarak gördüğü Profesör Caritat olanaklı en iyi dünyayı bulamamıştır belki ama asıl umudun geleceği savunmak için ortaklaşa mücadele edenler olduğunu kavramıştır. Birkaç ağacı, belki bir parkı buldozerlere karşı birlikte savunan bir avuç insanın eylemindedir özgürlük vaadi.
Duyguyu suskunlukla düşünceyi dille boğduk
Yaş ortalaması 20 olan bir topluluk için üzerine bıkıp usanmadan konuşulabilecek bir konu sanmıştım aşkı. Yanılmışım. İlk anın şaşkınlığını üzerlerinden attıktan sonra tamamen suskunlaşan gençlerin yüzüme kilitlenmiş coşkusuz bakışlarını hiç unutmadım. Kendi hayretimi de...
Medeni ölüm
Cem Küçük’ün 2016 Ocak ayında yadırgadığımız dileği artık kanıksadığımız gerçeklerden birine dönüştü. Hayatta kalma mücadelesi veren, neredeyse ölümü çare görmeye başlayan bir kitle yaratıldı. Direnemeyen, sözünü kamusallaştıramayan yok hükmünde, “devlet düşmanı” ilan edilmiş bir topluluk...
Gücün büyüsünden Osmanlı sembolizmine
Her üç fotoğraf da AKP analizleri içinde yeni Osmanlıcı ideolojinin göstereni olarak ayırt edilmekte olan sembol dünyasını görünür kılıyor. Osmanlı hayat tarzına dair özlemin sembolleri artık öylesine çoğaldı ki neredeyse kaçışımız kalmadı. İstanbul’un laleleri ile başladık. Ev içi dekorasyona saray zevkini taşıdık, altın klozetlerden söz eder olduk.
İçimize sinen faşizmi nasıl kovarız?
Bize iktidarı sevdiren, tahakküme, sömürüye razı eden faşizmi nasıl kovacağımız bugün önümüzdeki stratejik mesele. Stratejimizi belirlerken önce içimizdeki faşisti tanımayı öneriyorum. Gerisi gelir...
Şiddete karşı düşlerin etiği
Anıtlarla ağıtlar, yitirdiklerimizin arkasından acımızın derinliğini anlatmaktan öteye bir anlam taşımalı. Düşlerin, umutların, amaçların, hedeflerin şiddet karşısında yenik düşmediğini göstermeli. Sesimizin duyulamayan bir çığlıktan bir çağrıya dönüşmesinin yolu, tekrar tekrar düşlerimize dönebilmekten, hatırlamaktan kaçındığımız travmatik deneyimlerimizin örttüğü hedefleri canlandırabilmekten geçiyor.
Affetmenin hafifliği mi, ağırlığı mı?
Tahincioğlu’nun mektubunda kurbanın perspektifini meseleye dahil eden bir çerçeve var. Affetmenin ancak ve ancak ihlalin ya da şiddetin kurbanının edimi olabileceğini hesaba katmamız için bizi uyaran, zorlayan bir çerçeve bu. Kurbanın kendi adına konuşabilme olanağının olmadığı ölüm gibi bir durumda kim onun adına affedebilir?
Tekbencinin kırılgan fantezisi
Platon’un mağarasına benzeyen kendi zihinlerinin zindanına hapis tekbencilerden toplum filan olmaz. Beklememek lazım. Tekbenci, başkalarıyla bağ kuramaz. Onun dünyası toplumsallığa kapalıdır.
Haritanın paradoksu
Söz, haritaya benzer mi? Belki de... Temsil ettiği gerçekliğin kendisini bütünüyle örten bir gerçekliği kendine atfeden, bu temsili dayatan her söz, gerçekliği yutan harita gibidir. Aşırılığıyla örter, gizler, yok eder. Geriye sözden ötesi kalmaz. Öyleymiş gibi yapmanın tehlikesi, bu harita paradoksundaki gibidir.
Dino, umut, ütopya
Babamın anıları, sosyoloji dersi gibidir. Yoksulluğun ilişki örüntülerini nasıl şekillendirdiğinin, insanın varlık içinde nasıl yokluk çekebileceğinin kanıtıdır hepsi. Bir dönemin politik tercihlerinin, bir merkezde alınan kararın zincirleme etkisini görürsünüz bu anılarda. Demokrat Parti döneminde Bitlis’e sürgün edilmiş öğretmenlerin, bir çocuğun hayatına nasıl dokunduğunu öğrenirsiniz mesela.
İşler tıkırında!
Geçen hafta Cumartesi Annelerine yapılan polis saldırısının ikonik fotoğraflarına baktık hep beraber. Onlardan bir tanesi çok konuşuldu, üzerine pek çok yazı yazıldı. Fotoğraf öylesine çarpıcı ki tahmin ederim ileride içinden geçtiğimiz dönemin sembolü olarak anılacak. Saldırı sırasında çekilmiş birkaç ikonik fotoğraf, hüznün somut karşılığı gibi.
Krizi fırsata çevirmek...
Kılıçlar çekildi; dolarlar ya yakıldı ya da ‘kulağımın kiri bile olamazsın’ mealindeki yaratıcı mesajlarla kulak çubuğu yerine kullanıldı. iPhone’ların üzerinde tepinildi. Gereken mesaj verildi kriz yaratanlara. Bu halk, çok büyüktü; bu halkın bileğini bükmek öyle her babayiğidin harcı değildi.
Kent kokusu
Bir süredir kentle, kentte yaşamakla derdim. Bir insanı bir kente bağlayan, orayı vazgeçilemez kılan nedir diye düşünüp duruyorum. Kokusu olabilir mi mesela? O koku, yaşantımızın unutulmaz veya kah unutulmasın, kah unutulsun diye debelendiğimiz anlarını taşıyorsa bilincimize, belki de kente göbekten bağlıyordur bizi. Olamaz mı?
'Hey gidi günler hey!'
Sessizliğimizi yırtalım; hemen şimdi barışı isteyelim ki çocuklar büyüyebilsinler, içlerini yakan özlemler, kendi çocuklarına anlatabilecekleri anılar biriktirebilsinler. Bir gün saçlarına ak düşmüş yaşlılar olduklarında, şöyle ağız dolusu “Hey gidi günler hey!” diyebilsinler.
Büyüklere masallar
Masal kahramanının zaferinde bulduğumuz teselli bizim için yeterli olur genellikle. Oysa bir başka seçeneğimiz daha var. Harekete geçmek...
Ben böyle yönetilmek istemiyorum!
Direnmek, eleştiri ile başlar. Eleştiri, zalime sınırını hatırlatmaktır. İktidarın zulmüne karşıdır eleştirinin sözü: Ben, böyle yönetilmek istemiyorum!
Sükut değil söz altındır
Otoriter bir rejimin artık bütün unsurlarıyla ve kurumlarıyla yerleştiği şu sıralarda muhalefet için aradığımız çıkış da korkusuzca doğruyu söyleme ediminde ısrarımızda yatıyor. Ancak, bunu otokrata bizi idare ederken doğru yolu göstermek için değil, halkı politik bir özne olarak inşa edebilmenin ilk adımı olarak yaptığımızı unutmadan.
Politikayı seçime, seçimi sayıya, farkı aynıya feda etmek
Bütün yorumların bence ortak noktalarından biri de şu: İster tamamen duygusal bir zeminden yapılmış olsunlar, isterse sayıların rasyonel soğukluğuna sığınsınlar veya topyekun yorum yapmaktan kaçmayı önersinler aslında hepsi bir duyguyu paylaşıyor: Hayal kırıklığından aldatılmışlık, yenilmişlik öfkesine, sonuçta umutsuzluğa salınan bir duygu durumu bu. Anlamak gerekiyor bunu elbette.
Kendini kandırmak...
Değişimin belirtilerini doğru okumadım. Belirtilerin bir aydan kısa bir sürede bütün gidişatı bir anda tepetaklak edebilecek bir değiştirme arzusuna ait olmadığını içten içe biliyordum, tersine ikna ettim kendimi. Bir otokraside gücü bir kez eline geçirmiş olanın sistemin bütün araçlarını tepe tepe kullanırken basit bir seçimde, yalnızca oy vermekle gidebileceğine inanmayı seçtim. Bütün eğitimimi, bütün öngörülerimi, sezgilerimi çöpe atarak...
Türkiye'nin miladı
Seçimleri iktidar partisinin lideri, bir milat olarak görüyor. Yeni Türkiye’nin, “parlamenter demokrasi” engelinden artık tamamen kurtulmasından sonra, parlamentosuz, kabinesiz yeni rejimle, “güçlü” lider tarafından tepeden tırnağa inşasına tanık olmaya başlayacağımız bir tarih 24 Haziran. Bu tarihin bir milat olduğu konusunda muhalefetin tavrı da iktidarınkine benziyor...
Ben halkım!!!
Doğmadığı günlere ait anıları olmak, yaşamadığı geleceği geçmişi kılmak... Eskiyi inkar ederken onu deneyimlenmemiş deneyimin kılıfında anlatmak... Geçmişin, gerçekte ne olduğu, kime ait olduğu önemli değil; ben halkım, ben herkesim; o halde geçmişiniz benim geçmişim, geleceğiniz benim geleceğim... Böyle giderse her şey olduğunu, mutlaklığını ilan edecek...
Demirtaş’ın ketılı: Su kaynıyor
Demirtaş’ın sosyal medya üzerinden yaptığı mitingler, fiziksel yokluğu telafi eden eyleme iradesi, hücresindeki ketılda iktidarın suyunu kaynatmaya talip olmaktan kaçınmayışı, en önemlisi konuşma hakkının olmadığı yerde konuşmayı inatla sürdürmesi siyaset olanağının yok edilemezliğini gösteriyor bana.
Fotoğraflar çoğaldıkça çoraklaşıyor
Herkes sürekli fotoğraf çekiyor. Bir günde, bile isteye çektiklerimiz kadar farkında olmadıklarımızla birlikte sayısız fotoğraf karesine giriyoruz. İyi de sabitlenmiş anlarımız, anılarımız çoğaldıkça, hikayelerimiz çoraklaşmıyor mu sizce de?
Geleceğimiz için vekil tutmayacağız, soru soracağız!
Temsilin rahatlığına kendimizi bırakacak günler geride kaldı. Harekete geçeceğiz. Diyelim ki istediğimiz sonucu alamadık, bu kez de o görünmez güçlerin, ağlarını üstümüze ören kaderin itaatkarlık çağrısına tıkayacağız kulaklarımızı. Geleceğimiz için vekil tutmayacağız, sorarak mücadeleye devam edeceğiz. Ama mutlaka soracağız, soracağız, soracağız....
Başka bir politika mümkün
Ağ imgesinden kurtulamıyorum, doğrusu kurtulmayı da arzulamıyorum. Ama öyle zamanlar var ki bu imge her zamankinden daha güçlü hale geliyor. Bu aralar öyle örneğin. Birbirinden apayrı gibi görünen iki durum buna neden oluyor. Birisi, annemi kaybettiğimizden bu yana babamın anlatmaya doyamadığı, içinden hayatlar geçen anıları; diğeri ise içinde bulunduğumuz politik ortam...
Gariban
Bu iki imgeyi tuhaf biçimde birbirine zımbalayan şey, Recep Tayyip Erdoğan’ın Muharrem İnce’yi küçük düşürmek için seçtiği “gariban” sözcüğü. İki fotoğraf bir söz: iki kanepe, bir koltuk, bir masa bir sandalye, dört duvar, iki defter birkaç kitap, bir bardak çay, nihayet GARİBANLIK!
Solun kumdan kaleleri
Mahkum olduğumuz seyirciliktir, bizi koruduğunu sandığımız kumdan kalelerin sahte duvarlarıdır. Kumdan kaleler inşa etmekten kurtulduğumuz, seyirciden eyleyene, talep eden halklara, hakları için mücadele eden yurttaşlara dönüştüğümüz günler yakın olsun dileğiyle....
Seçmen mi, halk mı?
Halk politik bir faildir, talep edebilir, ittifak içinde yer alabilir, eyleyebilir! İşte bu, zurnanın zırt dediği yerdir. Orada durulması gerekir. Unutulan, Kürt’ün halk olduğu inkar edildiği sürece, Kürt “Kürt”, Türk de “Türk” kaldığı, fark demokratik taleplerin çeşitliliği temelinde politik olarak değil, etnisite, kültür ve hatta ırk temelinde antropolojik olarak inşa edildiği sürece Türk’ün de halka dönüşemeyeceğidir.
Neyin seçimi?
Seçeceğimiz Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, hangi partiden olursa olsun, nihayetinde Türkiye’ye özgü bir seçimli dikta rejiminin resmen ilk “diktatörü” olacak. İngiliz The Guardian gazetesinin 19 Nisan tarihli sayısında yayımlanan Simon Tisdall imzalı haberde veciz bir şekilde belirtildiği gibi, seçilecek Cumhurbaşkanı Rusya’nın Putin’inden, Mısır’ın Sisi’sinden pek de farkı olmayan, demokrasiyi “Oy ver ki kazanayım” meselesi sanan bir tek adam olacak.
Kendini yok eden politika
Her gerçek muhalefet olanağı belirdiğinde, düzenin bekası adına, var kalmak için bütün “politikacılar” aynı dili konuşunca o olanak daha doğmadan el birliğiyle boğulur.
Annem: Simurg’un öyküsü
Bugünün Türkiye’sinde hâlâ bir anlamı var mı bilemem ama annem bir erdem abidesiydi. Sözünü sakınmaz, doğru olduğuna inandığı her şeyi inatla, ısrarla savunurdu. Disiplinliydi, ilkeliydi. Onurundan bir an ödün vermedi. Verdiği hiçbir sözü yerde bırakmadı. Bütün zarafetiyle direndi.