YAZARLAR

Kitlelerin ruhu ile çocuk ruhu birbirine benzerdir...

Sıradan ve eğitimli bir Alman olan Haffner, anılarında I. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, toplumunda neler olup bittiğini, insanların umutlarını, umutsuzluklarını ve koşulların, gündelik yaşam içinde giderek daha görünür olan Nazi iktidarını nasıl hem yaratıp hem ona teslim olduğunu anlatıyor.

Üniversitede, birinci sınıflara anayasa tarihi (‘anayasaya giriş’ dersinde) anlatırken, sıra faşist siyasal rejimlere geldiğinde, okuttuğum ders kitabına/notlarına sadık kalarak İtalya, İspanya ve Almanya’nın deneyimlerini kısaca özetlemeye çalışıyor, Nazi dönemine ise diğerlerinden farklı olarak bir tam ders ayırıyordum. Her birinin kendine özgü nitelikleri ve ortak yanları var malum. Mussolini ve Franco, biri Roma’ya yürüyerek (!) diğeri iç savaş ardından iktidara yerleşmiş iki müstebit. Franco yatağında ölmeyi başardı ve kendisinden sonra yönetecek olan ‘kralı’ da belirledi. Hitler rejimini diğerlerinden daha kapsamlı anlatıyor oluşumun nedeni, Nazi’lerin bana diğerlerinden daha etkileyici, çarpıcı ve hatta akıl almaz görünen yanlarının oluşuydu.

Nazi devrine dair okuduğum her yeni kitapta, aynı şaşkınlığı yaşıyorum. Rejimin uluslararası boyut ve nitelikleri, ekonomik tercihleri, toplum tahayyülleri, hukuk anlayışları, yöntemleri vesaire... Hepsi bir yana, beş para etmez, niteliksiz bir ruh hastasının, nasıl olup milyonlarca Alman’ı insanlıktan çıkarmayı başardığını, aynı hayret duygusuyla kavramaya çalışıyorum. ‘İnsanlıktan çıkarmak’ pek doğru bir ifade değil aslında. ‘İnsanın’ içinde yuvalanabilecek türlü marazları görünür ve hâkim duruma getirmek, belki daha yerinde olur. Hitler ve adamlarının bunu yaptığı insanlar, büyük besteciler, edebiyatçılar, tarihçi ve felsefeciler, devlet adamları yetiştirmiş bir halk. Ancak, başka tarihsel nitelikleri de var elbette o halkın, toprağın. Hitler, hitap ettiklerinin kumaşını, zaaflarını, antipatilerini, değerlerini ve o esnada ne hâlde olduklarını iyi bilen, pervasız biri. Yalnızca ortalama insanı değil, muhalefetin, Alman solunun ve demokratlarının çaresizliğini de iyi gözlemliyor.

Nazi deneyimi, insanda, ‘her şeyin, her yerde, her zaman olabileceği’ duygusunu yaratan bir örnek. ‘Koşullar ne olursa olsun bana bir şey olmaz’ düşüncesinin saçmalığını anlatıyor tarihe, hepimize. Düşman yaratmakta mahir, cahil bir ‘onbaşı,’ Anayasa’ya uygun biçimde, Almanların yüzde 40’ından fazlasının oyunu alarak, yani seçimle, göz göre göre iktidara geldi ve yine Anayasa’nın verdiği (md.48) yetkiye dayanarak (Hindenburg basiretsizini kullanıp!) anayasal düzeni ortadan kaldırdı. Alman hukukçu ve hâkimlerin de azımsanmayacak katkısıyla! 1939’a dek toplumunu, şiddete başvurmakta hiç duraksamadan ve başta ‘sürekli yalan söylemek’ olmak üzere muhtelif araçları kullanarak adım adım ‘pişirdi,’ milyonlarca ortalama yurttaşı Yahudi düşmanı, liberal düşmanı, komünist düşmanı, eşcinsel düşmanı, akıl fikir düşmanı haline getirip ardından büyük vaatlerle ülkesini savaşa soktu. Sonuç malum...

İşte bugün sözünü edeceğim kitap, ‘görmek isteyen herkesin gördüğü’ bir büyük felaketin, nasıl adım adım inşa edildiğine ilişkin. Daha sonra, yine perşembe yazılarında faşizm deneyimini anlatan başkaca kitapları anlatmaya çalışacağım. Özellikle, Victor Klemperer’in "Nasyonal Sosyalizmin Dili" adlı muhteşem kitabını. Bugünün konusu olan eser ise son zamanlarda okuduğum en çarpıcı olanlarından biri. Yaşadığı tarihe ‘tanıklık’ eden bir Alman’ın hikâyesi. Kitabın adı, “Bir Alman’ın Hikâyesi, Hatırladıklarım (1914-1933)” O Alman’ın adı Sebastian Haffner. İletişim Yayınları’ndan 2018’de çıktı. Tertemiz çeviriyi yapan, Hulki Demirel. Haffner’in hikâyesi, 1999’un Ocak ayında, evinin boşaltılması sırasında oğlu tarafından bulunuyor ve bir ‘maceranın’ ardından yayınlanıyor. Söz konusu macerayı, kitabın sonunda oğlu Oliver Pretzel’in satırlarından okuyabilirsiniz.

Bir siyasal rejimin kurulup varlığını sürdürebilmesi; yönetenlerin o rejimi yeşertebilecekleri uygun ‘toprak,’ elverişli ‘mevsim’ ve gerekli ‘bakım’ koşullarının bulunup bulunmadığıyla ilişkili. Örneğin, iktidarın yönetilenlere sürekli yalan söyleyebilmesi ve onları uydurulmuş ya da abartılmış tarihsel mitlerle (ki faşistlerin en çok başvurduğu araçlardan biri bu) ‘uyuşturabilmesi’ için; muhatap kitlenin de ‘uyuşturulmaya müsait,’ ‘hakikat ile pek alışverişi olmayan’ çoğunluklardan oluşması gerekli. Hitler rejimi, öncelikle I. Dünya Savaşı sonrası büyük sıkıntılar yaşayıp bir ‘kurtarıcı’ arayışında olan Alman toplumunu, 1933’den itibaren ‘faşizme elverişli’ hale getirmek için dört koldan çaba harcamış ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Sıradan ve eğitimli bir Alman olan Haffner, anılarında I. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, toplumunda neler olup bittiğini, insanların umutlarını, umutsuzluklarını ve koşulların, gündelik yaşam içinde giderek daha görünür olan Nazi iktidarını nasıl hem yaratıp hem ona teslim olduğunu anlatıyor. Kendi göreli korunaklı konumundan ve o konumun nasıl bir soruna dönüşebildiğinden söz ediyor açık yüreklilikle.

‘Giriş,’ ‘Devrim’ ve ‘Veda’ başlıklarını koyduğu üç bölümden oluşan notlarına, henüz küçük bir çocuk olduğu savaş sonrası ortamını anlatarak başlıyor. Hatırladıkları, önemsedikleri, hiç farkında olmadıkları. Acı ve çaresizliğin, yoksunlukların nasıl göreli olabildiğini fark ediyorsunuz onun gözünden.

“Tabii Berlin’deki bir çocuk için savaş o zamanlarda tamamen gerçek dışı bir şeydi, bir oyun kadar gerçek dışıydı. Hava saldırıları yoktu, bombalar da. Yaralananlar oluyordu, ama yalnızca uzaktan görüyorduk onları, ressam elinden çıkış gibi sarılı yaralarıyla... Önemli olan savaş oyununun büyüleyici gücüydü. Bu oyunda tutsak sayıları, kazanılan topraklar, zapt edilmiş müstahkem mevkiler ve batırılmış gemiler...”

Haffner, çocukluk anılarını anlatmasının bir gerekçesi olduğunu hatırlatarak devam ediyor. Ona göre, yaşadıkları münferit olsaydı anlatmaya değmezdi. Buna mukabil, hiç de münferit değildi. Burada uzunca bir alıntıya gerek var:

“Bütün Alman kuşağı, çocukluk ya da gençlik yıllarında, savaşı böyle ya da buna benzer şekilde yaşamıştı ve pek anlamlı olarak, bu kuşak bugün savaşın tekrarını hazırlayan kuşaktır. Bu hadiseleri yaşayanların küçük çocuklar ya da yeniyetmeler olması, onların gücünü ve etkisini hiçbir şekilde azaltmaz. Tam aksine, kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkiler açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir... Milletlerin heyecan ve coşku verici bir oyunu olarak, barışın sunabileceği her şeyden daha derin bir eğlence ve daha keyifli duygular bahşeden savaş: 1914 ile 1918 arasında günbegün bu şekilde yaşadılar savaşı. Ve işte bu daha sonra, Naziliğin, her şeyi mümkün kılan temel tahayyülü oldu. Nazilik ondan alır bütün propaganda gücünü, basitliğini, hayal gücü ve aksiyon şehvetine yaptığı çağrıları... Nazizm’in kökü, hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi ‘cephede yaşananlarda’ değil...” Etkileyici tespitler değil mi!

Dönemi özetledikten sonra, Hitler’e geçmeden 1918 ‘Devrimi’ ve Weimar Cumhuriyeti ile ‘cebelleşiyor’ Haffner. Malum gelişmeler... Spartakistlerin yok edilmesi ve Ebert ile Noska’nın, Haffner’in ifadesiyle ‘paçayı kurtarmak için’ kullandıkları milislerin (Freicorps), bir süre sonra ortaya çıkacak Nazi saldırı birliklerinin (SA) provası niteliğinde oluşu... Yazar, Hitler’in gereksinim duyacağı her ‘aracın’ bu dönemde filizlendiğini düşünüyor. Weimar Cumhuriyeti çok zor koşullarda sürdü ve bir iki başarısız darbe girişimi ile akıl almaz derecede zorlu bir ekonomik kriz ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bu esnada, hayli güçlü olan Alman solu, kendi kendisini tüketmek ve halkın azımsanmayacak kısmının kendilerine yönelik umut kırıntılarını yok etmekle meşguldü!

Milyonlarca Alman'ın, insanı dehşete düşüren bir çılgınlığa nasıl adım adım ilerlediği, her şeye nasıl alıştığı/alıştırıldığı ve Nasyonal Sosyalist olmayan Almanların Nazi rejiminde nasıl hayatta kalabildikleri, neler yaşadıkları, hissettikleri, önümüzdeki perşembenin konuları olsun...

Yazı, sıradan Alman’ın, Haffner’in, totaliter devleti ve onun yurttaşını tasvir ettiği satırlarıyla sona ersin:

“İki birbirine denk olmayan rakibin karşı karşıya geldiği bir düello. Son derece güçlü, muktedir ve merhametsiz devlet bir tarafta; küçük, isimsiz, kim olduğu bilinmeyen münferit bir şahıs diğer tarafta... Devlet, bu münferit kişiden, arkadaşlarından kopmasını, sevgilisini terk etmesini, kendi fikirlerinden vazgeçip önüne konan fikirleri benimsemesini, insanları alıştığından farklı bir şekilde selamlamasını, hoşlandığından farklı şeyler yemesini ve içmesini, boş zamanını nefret ettiği birtakım faaliyetler için heba etmesini, bütünüyle reddettiği maceralar için kendisini emre amade kılmasını, geçmişini ve benliğini reddetmesini ve hepsinden önemlisi, bütün bunları yaparken her an en yoğun şekilde bir coşku ve minnettarlık göstermesini, korkunç tehditler savurarak talep eder.

Ama münferit şahıs bütün bunları yapmayı istemez...”


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.