Kadının tarihine açılan pencere: Erkek Kızlar
Tarihi kaynakların, erkekler tarafından tutulmuş kayıtların içinde samanlıkta iğne ararcasına didinmeyi gerektirecek denli az, kadına, kadınlığa dair bilgi. Osmanlı tarihi özelinde düşünürsek neredeyse sadece saray ve konak kadınlarına dair, tüm bildiklerimiz. Ve bir aykırı tarihçi bulup çıkarmış onları: Reşad Ekrem Koçu!
Reşad Ekrem Koçu, ülkemizde kadının tarihine yönelik merak ve kadın çalışmaları başlamadan çok önce 1962’de yayınlar Erkek Kızlar adlı kitabını. Sonra Doğan Kitap, 2001 yılında kendi yayınevinin 1. Baskısıyla tekrar okura kazandırdı, bu güzelim eseri. Meraklısı için minik bir tüyo vereyim 2016 tarihli 4. Baskısı, kolaylıkla bulunuyor şu an piyasada. Neden merak edelim ki diyenler için de hem yazar hem kitap hakkındaki görüşlerimi paylaşacağım aşağıda. Ancak ilkin Erkek Kızlar isminin, kadın araştırmalarına hakim pek çok kişide yaptıracağı çağrışımdan bahsederek başlamak istiyorum.
Biliyorum çoğunuzun aklına hemen Afganistan’da hâlâ devam eden geleneğin ürünü 'bacha posh' denilen erkek kızlar geldi. Tabi bir de Arnavutluk’ta bugün sayıları hayli azalmış olan 'burnesalar'ı, yani yeminli bakireleri hatırlamak mümkün. Elif Key’in kaleminden kısa bilgi edinebileceğimiz bu iki gelenek kız çocuklarına toplum hayatına katılma fırsatı sunmuş. Fakat ikisinin de ortaya çıkışı, oğlu olmayan erkeğin onurunu kurtarmak da kızların boynuna borç kılındığından… Afganistan’ın erkek kızları, okul çağından evlilik çağına kadar, yaşamlarını erkek olarak sürdürüyor. Arnavutluk’taki yeminli bakireler ise tüm yaşamlarını erkek olarak geçirmek üzere yemin ediyorlar.
Kadınların toplum hayatına aktif katılamadığı kapalı toplumlarda kadın, özgür erkek yaşamına sızma ve ev dışındaki hayatı tanıma yollarını aramış. Osmanlı Devletinde de çok farklı şekillerde sürmüş bu arayış. Osmanlı’nın son dönemine ilişkin arayışı özellikle edebi eserlerde rahatlıkla görebiliyoruz. Sistemin hür kadınlara yalnız sokağa çıkma şansı tanımayıp cariyeleri yani köle kadınları ise özgür bırakan çelişkisine dair eleştirel yaklaşım, pek çok eserde görülebiliyor.
Ancak romanlardan birisinde kadınlara bu çarpık sistemden kaçış için inanılmaz çıkış yolları kurgulandığını görürüz. Fatma Aliye 'Bir Hanımın Kaleminden' imzasıyla yayınladığı 'Muhadarat' isimli ilk romanında kölenin özgür, özgürünse evde kapalı kalışının yarattığı çelişkiyi çarpıcı şekilde işler. Edebiyatımızın bir kadın tarafında yayımlanmış ilk romanında Fatma Aliye, kahramanı Fazıla için yalnız, mutsuz ve çaresiz hayatında bir çıkış kapısı aralar. Özgür bir konak kadını ama sevdiğine kavuşamamış, sevmediğiyle evlenip kötü muamele görmüş Fazıla, intiharı düşünürken akla kolay gelmeyecek başka bir çare bulur. Kendisine Peyman adını takıp cariye olarak satılmasını sağlar. Erkeklere mahsus alanlardan sayılan sokaklarda, çarşıda, pazarda özgürce dolaşabilme ihtiyacının kadının aklına getirdiği bu ekstrem kurtuluş planı, gerçek hayatta hiç uygulanmış mıdır henüz bilmiyoruz ama işte tahayyül edilmiş. Romanda, Fazıla artık Peyman adıyla satıldığı Beyrut’ta yaşayan bir ailenin genç kızının cariyesi, hanımının ev dışına çıkışını mümkün kılan refakatçisi ama yalnız da sokağa çıkabilme özgürlüğüne sahip bir kadındır.
Ancak kitabımız tüm bu çağrışımlardan çok başka ve yukarıdaki örneklere kıyasla hayli erken zamanlara ait tarihi olayları anlatır. Hatta eşcinselliği düşündürmesine rağmen ve olaylar anlatılırken bu konuya da çokça değinildiği halde kahramanlarımız, üçüncü cinsten bireyler değil. Peki kitap kimlerin hikayesini anlatıyor kısmına gelmeden biraz da yazarımızı tanıyalım. Bir de neden tarihin bu hiç değinilmeyen olaylarını yazmaya giriştiğini anlamaya çalışalım.
Bilinen tarih, erkek kaleminin ürünü malum… Tarihi kaynakların, erkekler tarafından tutulmuş kayıtların içinde samanlıkta iğne ararcasına didinmeyi gerektirecek denli az, kadına, kadınlığa dair bilgi. Osmanlı tarihi özelinde düşünürsek neredeyse sadece saray ve konak kadınlarına dair, tüm bildiklerimiz. Üstelik bunlar da tarihin en az bilinen kısmı. Hem kadın, kamusalın bir parçası olamadığından yer bulmuyor bilinen tarih içinde hem bizde kahvehaneler gibi tarih de erkek egemen alan olduğundan. Kadının tarihini bilmek, tarihte kadını bulmak pek güç… Ancak suç işlediklerinde kayıtlara geçebilmiş kadınlar. Aykırı hayatlar içinde, toplumun kıyısında, yeraltıyla veya 'ayak takımıyla' iç içe yaşayan kadın, öyküsüyle bile değil sadece suç sayılan eylemi ve biçilen cezayla konuk olmuş kayıtlara.
Ve bir aykırı tarihçi bulup çıkarmış onları. Küçük bilgi kırıntılarını, dönemsel yaşayış alışkanlıkları, giyim-kuşamı, alet-edevatı, silahlarıyla zenginleştirerek hatta kimi öykülerde mekan ve sosyal doku bilgisini Evliya Çelebi’den tamamlayıp tarihi olayları, hikayeleştirerek sunar bize. Zaten Evliya Çelebi’nin yeryüzünde gezinmesini andırıyor, Reşad Ekrem’in, tevarihlerde, sicillerde, vakayinamelerde kayboluşu. Kaybolduğu yerden tutup çıkardığı tarihi olayları yazışındaki dilin lezzeti de benzer Evliya Çelebi’ye.
Tarihi araştırmaya ve sevdirerek öğretmeye sevdalı bu tarihçi, tarihçi de sayılmamış aslında. Darülfünun kapatılıp 1933 yılında İstanbul Üniversitesi kurulurken hocası tarih müderrisi Ahmet Refik (Altınay) gibi asistanı Reşad Ekrem (Koçu) de dönemin ifadesiyle 'kadro dışı' kalanlardan. Tarihi boyunca dönemsel tasfiyeleriyle meşhur üniversite sistemimizin ilk muhreç akademisyenlerden birisi. Vefa, Kuleli gibi liselerin tarih öğretmenliğiyle sürmüş meslek yaşamı. Kadro dışı kalışında hocası gibi kendisinin de yeni kurulan cumhuriyetin batıcılık eğilimiyle değil ama sistemin bütünüyle bir nevi doku uyuşmazlığının ve kurucu kadrodan isimlerle kişisel çatışmalar yaşamasının payı olduğu söylenir. 1950’lere kadar hiç kitabının yayınlanmayışı da bundan belki… Malum bu ülkede, 1948’de kendisini feshedinceye kadar, bütün yazılı eserlerin basım-yayım izni Halkevi onayından geçer, sistemle barışık olmayı gerektirirdi. Bilinen tarih ekollerinden hiçbiriyle sınırlanmayacak karınca çalışkanlığıyla sürdürdüğü araştırma usulü ve yazım tarzı uyuşamazdı zaten o yılların yeni oluşturulan katı disipliner ve resmi görüş kuşatmasındaki akademik tarihçiliğiyle.
Hikayeci tarihçilikten hikaye etme usulünü, kronik tarihçiliğinden kaynak araştırması ve kaynak bilgisine sadakatle, kronolojik bilgi aktarma geleneğini aldığı görülür eserlerinde. Sosyal tarihçilik yöntemleriyle çalışmasa da eserlerinde insana, topluma çokça yer verip özellikle aykırı yaşamların, günün sosyal dokusu içinde olağan görünen varlığını aynı doğallıkla aktarışı, tarihçiliğin o yıllarda yükselen yıldızı, 'annales ekolü'ne de yaklaştırır O’nu. Kaynak tenkidi, tahlili eserlerine yansımaz ama genellikle kaynağını açıkça belirtir. Tarihi olayları, neden sonuç ilişkisiyle incelemese de olayların öncesini ve sonrasını sunmayı ihmal etmez öykülerinde. Tarih yazım metotlarının hiçbirine sığmazken aslında hepsinden bir parça barındıran özgün bir yanı vardır. Akademyanın katı disiplininden bağımsız 'sivil' tarihçi kimliğinin en belirgin hale geldiği kitaplarından birisi de Erkek Kızlar'dır.
Beş ayrı olay, beş ayrı kahraman yer alıyor kitapta. Osmanlı mülkünün farklı köşelerinde ve farklı tarihlerde yaşanmış, ayrı bölümler halinde yazılmış her biri. Sıradan insanın başına gelen sıra dışı olaylardır anlatılanlar. Olaylardan en eskisi 1595 yılına ait. Ocak nizamının bozulmaya başladığı ilk yıllarda İstanbul’da geçer ve tahmin edileceği gibi bir yeniçeriyle ilgili.
İkisi, 17’inci yüzyılın farklı tarihlerinde yaşanmış olaylar hakkında ve ülkenin ayrı köşelerinde, birbirinden çok uzak diyarlara götürür okuru. Bunların birisinde çocuk padişah III. Mehmet’in sünnet düğünü vesilesiyle devrin eğlence kültürüne dalıyoruz, okurken. Avam ve havasın farklı hayat tarzlarına, sarayın sefahatiyle toplumun kıyısındakilerin sefaletine adeta açılan bir pencereden bakıyormuşçasına canlı tanıklık ederiz.
Diğeri ise Bosna vilayetinde yaşanmış bir hadise. Valili, eşkıyalı ve aşklı bir olayı anlatır. Çok çarpıcı, dehşetli hadiseleri dönemin Bosna'sındaki yaşam alışkanlıklarıyla harmanlanmış bir öykü.
Kitapta yer alan kahramanlarımızdan bir başkasının yaşamı, bugünkü Suriye yani Şam Vilayetinde başlayıp Diyarbakır Vilayetinde sonlanır. Bu bölümde olayın kahramanına değdiği ölçüde IV. Murat’ın Revan Seferiyle ve kişiliğiyle ilgili bilgi de sunar. Bu olay bize günümüze de ışık tutacak önemli bir ilişki ağına, Nakşibendi tarikatıyla devlet arasındaki işbirliğine dair de fikirler verir.
Bir diğeri II. Mahmut döneminde yani 19'uncu yüzyılın ilk yarısında yaşanmış. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılışına ve yeni ordunun kuruluşuna dair, ders kitaplarında yer almayan hayli önemli bilgiler de içerir. Yeni askeri teşkilat kurulurken padişahın bir yıl boyunca kışlada yaşayıp, her sabah kalk borusuyla uyanarak askerin talimine katılışı gibi.
Peki ya bu kahramanlar nasıl ve neden erkek kızlar olmuşlar? Hayatlarındaki kırılma noktalarını ve yaşayıp yaşattıklarını Reşad Ekrem’in tatlı dilinden, nefis üslubundan okuma keyfi dilerim sizlere. Bu yıllarda Erkek Kızlar’ı ve Reşad Ekrem Koçu’nun diğer eserlerini yeniden okumanın en güzel yanı ifrat ve tefritten kurtulmamıza yardımcı oluşu. Anlaşılır nedenlerle de olsa cumhuriyetin ilk dönemlerinde aşırı yerilen Osmanlı tarihi ve kültürü malum son dönemlerde aşırı övgüyle, öykünmeyle sunulur oldu. Reşad Ekrem ise tarihi şahsiyetleri, ister padişah olsun ister eşkıya bize normal insanlar olarak tanıtır. Şüphesiz kendince ve faydalandığı kaynağın sunduğu kadarıyla ama her sıradan ölümlü gibi yanlışları ve doğrularıyla yazılması nedeniyle sadece olayın baş kahramanı değil hemen her karakterle empati kurmayı mümkün kılışı, tarihi iyi bilenler için bile sağaltıcı etkiye sahip. Yazar, yaşadığı devrin bilindik erkek tavrıyla, kadınla çalışmayı istemeyecek kadar hemhal olmasına rağmen, esere konu olayları yazarken kadınları ve kadınlığın tarihsel süreçteki sorunlarını sunmayı da başarmış.
DİPNOT: 'BİR KADINLA ÇALIŞMAM'
Türkiye’nin ilk kadın illüstratörü Sabiha Bozcalı, yazarın diğer kitapları gibi Erkek Kızlar'ı da resimlemişti. Bozcalı şöyle anlatıyor:
“Akrabam olan Refi Ulunay bey beni Milliyet gazetesinde Ali Naci’ye söyledi. Ben ‘Gazete ressamı değilim!’ dememe rağmen baş ressam olarak Milliyet gazetesine angaje edildim. Ali Naci bey ‘Reşat Ekrem Koçu’yla çalışacaksın,’ dedi, orijinal bir insandı ‘Ben bir kadınla çalışmam!’ dedi. Peyami Safa söze karışarak ‘Ben resimlerini gördüm, herhalde memnun kalacaksın,’ diye onu cevaplandırdı. Böylece Reşat Ekrem’le yıllar boyu sürecek olan mesai arkadaşlığımız başlamış oldu. Tam 20 yıl bütün ansiklopedilerinin, kitaplarının resimlerini ben yaptım.”
Berrin Sönmez Kimdir?
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.
25 Kasım, cinskırım politikası ve teğmenler 22 Kasım 2024
İstifa etmek yerine cambaza baktıranlar 15 Kasım 2024
Kadın ve çocuk cinayetlerinde cezasızlık olgusunun payı 08 Kasım 2024
Kent uzlaşısına kayyım atandı 01 Kasım 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI