YAZARLAR

İşler tıkırında!

Geçen hafta Cumartesi Annelerine yapılan polis saldırısının ikonik fotoğraflarına baktık hep beraber. Onlardan bir tanesi çok konuşuldu, üzerine pek çok yazı yazıldı. Fotoğraf öylesine çarpıcı ki tahmin ederim ileride içinden geçtiğimiz dönemin sembolü olarak anılacak. Saldırı sırasında çekilmiş birkaç ikonik fotoğraf, hüznün somut karşılığı gibi.

Bu ülkede yaşarken her gün hüznüm derinleşiyor. Hüzün, evet maalesef, hüzün, her gittiğim yerde, her yaptığım işte eşlikçim. Beni içine çeken, sorunları açmaza dönüştüren bir kuyu gibi hüzün. Katmanlı bir duygu. Tabaka tabaka ayırınca içinden neler çıkmıyor neler... Çaresizlik mesela... Utanç mesela... Umutla umutsuzluk arasında arafta bırakılmışlık mesela... İçim karpuz gibi yarılmış sanki... Kirli bir tarihin yükünü her bir yurttaşının sırtına, her gün onu biraz daha ağırlaştırarak yükleyen ama kendisini tereyağından kıl çeker gibi sorumsuz kılmayı başarmış bir devletin zulmüne direnememenin hüznüyle katılıyor içim. Duymamak, görmemek, bedenimi ardımda bırakıp başka diyarlara göçüp gitmek özlemi sarsıyor benliğimi. Ama gitmeyi hiç öğrenmemişlerdenim. İnatla duranlardanım; gitmeyi düşünse bile içine söz geçiremeyenlerdenim. Gidenlerin ardından özlemle baksak da kalmak dışında şans bırakmadık kendimize. Kalmayı seçtik. Dönüp baştan başlasak yine de kalırdık. Hüzün evimizde yüzümüz yine de hep umut vaat eden silik bir ufka dönük bekliyoruz.

Godot’yu beklemek bu varoluşsal bir ifadeyle. Yani hiç gelmeyecek olanı, gelmeyecek olduğunu bilsen de gelecekmiş gibi yaparak beklemek. İnsan olmak böyle bir şey işte. Neler olup bittiğinin tamamen farkında olduğu halde bilmiyormuş gibi yapma becerisi gösteren varlığa insan deniyor çağımızda zira. Şaşırıyoruz kimi zaman ya hani, krizde iken krizi göremeyenlere. Krizin dış güçlerin oyunu olduğuna inanmayı tercih edenlere. Şaşırmamak lazım. İnsan oldukları için kendilerini kandırma becerileri yüksek tabii. Hani şu meşhur sözde olduğu gibi, “Biliyorlar ama yine de yapıyorlar!” ya da hadi tersinden söyleyelim: “Biliyorlar, görüyorlar, anlıyorlar yine de yapmıyorlar!” Bu iki çeşitlemeden hangisini seçerseniz seçin, cümlelerdeki yap(ma)mak fiilinin yerine istediğiniz bir başkasını yerleştirin. Görün bakın sözün anlamı nasıl da çeşitleniyor. Hayatımızın her alanında üzerimize ölü toprağı serilmiş gibi suskun kalışlarımızın, canhıraş bir çabayla muktedirin her eylemini ondan daha fazla savunuşumuzun, çağlar boyu süren mücadelelerle elde edilmiş pek çok hakkın, özgürlüklerimizin “güvenlik” denen bir masalla birer birer elimizden alınışına sessiz rızamızın ardındaki çapraşık görünen ama aslında basit mekanizmayı bu cümle anlatıveriyor işte. Bize anlatılan bir tek masal yok. Politik söylemde olduğu kadar gündelik söz alışverişlerimizde de hem tüketicisi hem de anlatıcısı olduğumuz pek çok masal dönüp duruyor. Hakikat alanı bunların işgali altında. Biz bunları biliyoruz ama yine de inanıyoruz. Direnmeye yerinmenin kılıfı oluyor bu masallar. Kandırılıyoruz bile bile. Kanmaya dünden razı insanlar olarak her gün yeni masallar arıyoruz inanacak. Televizyonların, gazetelerin yetmediği yerde sosyal medya imdadımıza yetişiyor.

Hüznümü derinleştiren bu işte. Belki de varoluşsal bir hüzün bu. İçinden çıkılmaz. Ama öyle olmamalı. Hüzne gerekçe çok buralarda. Geçen hafta Cumartesi Annelerine yapılan polis saldırısının ikonik fotoğraflarına baktık hep beraber. Onlardan bir tanesi çok konuşuldu, üzerine pek çok yazı yazıldı. Fotoğraf öylesine çarpıcı ki tahmin ederim ileride içinden geçtiğimiz dönemin sembolü olarak anılacak. Saldırı sırasında çekilmiş birkaç ikonik fotoğraf, hüznün somut karşılığı gibi. Katman katman acıyı, direncin ışığını, kararlılığı, ama bir yandan da az olmanın, yetmemenin düş kırıklığını, utancı görmemek mümkün değil onlarda. Bir yarığın, doldurulması güç bir boşluktan fışkıran hüznün dışa vurumu sanki hepsi.

Anneler yalnız, onlarla ağlayanlar da yalnız. Suskunluğun bin türlüsüyle yalnızlar, yalnızız. Resmi muhalefet (ana muhalefet artık anlamlı bir tamlama olmadığı için böyle demeyi yeğliyorum), kem küm ediyor. Ağızların içinde yuvarlanan birkaç kınama cümlesi durumun ağırlığı karşısında orantısız kalıyor. Hani polisimiz orantısız güç kullanmış ya (Bkz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet gazetesince 30 Ağustos’ta haberleştirilen demeci), aslında orantısız olan muhalefetin sesi!

Dersim yanıyor, müdahale eden yok. Ses çıkaran da yok. Mesele “güvenlik” olunca herkesin aklı tatile çıkıyor. Hakikat? Bilen çok da inanan yok! Muhalefetten, hani şu resmi olanından çıt yok!

Sonraki gün Dünya Barış Günü. Dünyada mumla arasan bulunmayanın ardından yas tutma günü. Resmi muhalefet sessiz. “Seçim masalı”yla uykuya yatmışlar! İktidarı, resmi hatta saraydan onaylı muhalefeti hep bir ağızdan demokrasi masalı anlatıyorlar, bizler de “gönüllü kulluğumuz”da uykudayız ya daha ne isterler!

Olmayan demokraside seçim varsa işler tıkırında!


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.