YAZARLAR

Kabil’in soyu

Sözkonusu duygunun Türkiye’de bugünkü iktidarın sürebilmesinin kaynaklarından biri oluşu, ruhun bu kadar engin zamana yayılmış bu kadar derin karanlığını besleyebilmesinin yanında neredeyse bir hiç. Ama işte, o da bizim hayatımızı karartmaya yetiyor. İnanan insanların dünyevî varlıklarını zulmedebilmekten alınan şehevî tat uğruna kurban edişlerini nasıl izah edebilecekleri sorusuyla uğraşmıyoruz artık.

Habil ile Kabil’in acılı ve kanlı macerası, herhalde insanlık tarihi boyunca en çok tekrarlanmış, ibret ve feyz alınsın diye en çok uğraşılmış, bir o tarafından bir bu tarafından kurcalanmış, tabaka tabaka ayrıştırıla ayrıştırıla en çok incelenmiş hikâyedir. Başka pek çok ihtimal dururken, sevgisizlik, kıskançlık, acımasızlıkla örülü bu “ilk cinayet” hikâyesinin neden insanlığın “asal” anlatılarından sayıldığı, bu halin niye yadırganmadığı hem bireysel hem toplumsal kavram olarak “insanlık” bakımından ziyadesiyle açıklayıcı olmalı. Haydi bir defa yayıldı, niye reddedilmedi, niye ancak kuytuda fısıldaşarak kulaktan kulağa aktarılan yasak öykü haline gelmedi? Karanlıkta kalması, dile getirilmemesi için neden Engizisyon’un yağlı çarkları dönmedi, paslı demirleri ateşte kızdırılmadı, Arap kılıçları çekilmedi? Aksine, cennetin rengârenk çiçeklerinden bir bahsedildiyse bu cinayet yüz defa konu edildi. Niye?

Nâçizâne, diş, mide, kol, bacak, damar sinirden fazla olarak, kendisini ve etrafını bazen âbâd, çoğu zaman tahrip etmesine imkân veren, kiminin bilinç, kiminin maneviyat diye adlandırmayı tercih edeceği o şeye sahip varlığı, insanı anlama gayretinin hazırlık sınıfına buradan girilebileceğini sanıyorum.

Hikâyenin elbette çeşitli versiyonları var. Şimdilik yalnız İslâmî çeşitlemeleri dikkate alsak bile, ayrıntı zenginliğinden geçilmiyor. Bazı dinî kaynaklar işin bir yanını, bazıları ötekini öne çıkarıyor; bazı ayrıntılar kimisinde var kimisinde yok. Hadiseyi “İslâm[‘ın] ilk günden itibaren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış” olmasından başlatanları şimdilik izninizle bir kenara koyuyorum. Yapılan yorumlar, çıkarılan hisseler, elbette çeşitli. Lâkin ana hatlarıyla hikâye belli: Çiftçilik yapan ilk çocuk Kabil, çobanlık eden ikinci çocuk Habil’i öldürür. Sebep hırs -hattâ ihtiras- ve kıskançlıktır. “Allah böyle münasip görmüş”ü aklını çalıştırmama bahanesi haline getirmiş zihin tembelleri üzerinde durmasa da, cinayete yol açan güdüler ve -madem dinî anlatı- her şeyden önce ilâhî iradenin niye iki kardeş arasındaki ilişkiyi böyle bir kanlı sonuca vardırdığı ve daha da öncelikli olarak, bizim neden bunu mâkûl bulduğumuz, ulaşılacak yargıları sükûnetle karşılamaya hazır bulunmaya çalışılarak araştırılması gereken çetrefil sorunlar. Diyorum, nâçizâne, burada insanın kendini kavramasını sağlayabilecek hayatî unsurlar var. Ölümcül de diyebiliriz, ikisini aynı yerde kullanabilmenin de ayrıca açıklayıcı oluşu karşısında hayranlık ve hayrete kapılarak.

Düşünün, benimseyip kuşaktan kuşağa aktardığımız anlatıyla, kıskanç katilin soyundan geldiğimiz şüphesini sürekli canlı tutuyoruz.

“Dedeme katil diyemezsin” işini olmadık yerlere vardıran kimileri, bu tatsız meseleyi halledebilmek için “Kabil’in zürriyeti”nin Nuh Tufanı’nda boğulduğu gibi formüller bulmuşlar. Elbette sonradan bulunmuş her formül gibi bunu da “peygamber söylemişti”ye dayandırmayı ihmal etmeden.

Kimileriyse, katilin torunluğundan kurtulayım derken katmerli meselelere yolaçmış: “Kabil'in oğullarından Kabil'e rastlayıp da, onu, taşa tutmayan bir kimse yoktu. Kabil'in âmâ olan oğlu, bir gün, Kabil’in yanına kendi oğlu ile birlikte gelip oğlu: ‘İşte, bu, baban Kabil!’ deyince, âmâ, hemen bir taş atarak babası Kabil’i öldürdü! Âmâ'nın oğlu: ‘Babacığım! Sen, babanı, öldürdün!’ dedi. Âmâ, hemen elini kaldırıp oğluna bir şamar indirdi. O da, öldü! Bunun üzerine, âmâ, ‘Yazıklar olsun bana! Attığım taşla babamı, öldürdüm! İndirdiğim şamarla da, oğlumu, öldürdüm!’ diyerek acındı.”

“Dedemiz katil değildi”ye inanabilmek için bulduğumuz yolların hepsinde karışıklık, tutarsızlık, pek çok şaibeye açık kapılar var. Ya da, görüldüğü gibi, başka cinayetler var. Cinayet bizi rahatsız etmiyor. Evet, kendimize “Şis Aleyhisselam”ın temiz soyunu yakıştırıp ürküntümüzü yatıştırabiliyoruz, ama pamuğu yeni atılmış yastığa gömülür gibi rahat, huzurlu bir arkaya yaslanma değil bu. Kâh Kabil’in soyundan birileri biryerlerde boy gösteriyor, kâh Şis’in sülalesinin erkekleri zina ve fuhuş âleminin cezbesine kapılıp Kabil’in torunlarının arasına karışıyor. Ortam tekin değil.

Nitekim, bizzat Kabil’in soyunun sürmesini insanın zorunlu “imtihanı”nın gereği sayan da var. “Cenabı Allah tercih imkânı vermiş” böyle düşünenlere göre. Yani artık, bunca zaman sonra, Kabil’in soyundan olmayı veya kimseye kötülük etmemeyi… değil, sadece iman etmeyi -çünkü bu devirde artık ikisi, kötülük etmemekle iman etmek, aynı şey sayılmıyor- seçebilirsin.

EŞREFİ MAHLÛKAT: BİLDİĞİN YARATIK

Kabil’e dönelim. Önce bir defa, anasının gözbebeğiyken, sevgiyi rakip gelen küçük kardeşle paylaşma sıkıntısından muzdarip oluyor. Toprağını ekip biçerken içinde eski huzur-sükûn yok, kıskançlığı ve hırsı akan terine karışıyor. Vücudunda dolanan, biriken sıvılar aşırı hararet yaratıyor. Birlikte dünyaya geldiği kızkardeşle evlenmek istiyor, oysa bu yasak. Yasa, aynı batından olmayan kızkardeşle evlenmesini buyuruyor. Üstelik, yine yasa icabı, onun istediği kızla çobanlık eden kardeşi Habil evlenecek. Ve o kız Kabil’e düşen kardeşten daha güzel! Veya bu aynı zamanda aşk ve tutku hikâyesi olarak da bir ilk. Belki eskiden işin bu kısmına dair ayrıntılar daha fazla mevzu ediliyordu; belki Kabil’in gözünü kan bürümesine yolaçan “şeytanî” güdü, tutkuydu; bilmiyorum açıkçası. Kabil geçerli yasayı kabul etmiyor, diretiyor. (Durumu “ailede huzur kalmamıştı” diye tasvir edenler var!) Kuşaktan kuşağa aktarılacak dinî hikâyeye uygun düşen yönteme başvuruluyor: Allah’a kurbanlar adayıp kiminkinin kabul edileceğine bakıyorlar. Kabil bir ekin demeti -çoğu anlatıma göre, niyeyse, entipüften bir demet-, Habil -besili!- bir hayvan koyuyor dağbaşına. Habil’inki kabul ediliyor. Aksi olsa, Kabil gösterişli bir ekin balyası, Habil cılız hayvan koysa ilâhî iradenin tercihiyle vereceği mesajın etkisi artardı, hikâye neden böyle, anlayamıyorum. Lâkin her durumda ilâhî iradenin daha munis, itaatkâr olandan yana tecelli etmesinde tuhaflık yok; kuşaktan kuşağa aktarılacak öğütler böyle imal ediliyor.

Hikâye buradan sonra, yüce irade ile kardeşlerin başka isimlerle karşımıza çıktığı, sonu cinayete değil uzlaşmaya varan Sümer ve Gılgamış Destanı versiyonlarından ayrılıp, kendi kanlı -isterseniz şöyle diyelim: insana yaraşır- yoluna sapıyor. Kabil’in öfkesi kabından taşıyor, hırsı nasıl kendi terine karıştıysa o da Habil’in kanına karışıyor. Çiftçi, çobanı öldürüyor.

Ve uzağa gidiyor. Bugün, dinî anlatıya göre Allah’ın Adem ile Havva’yı yeryüzünde buluşturduğu yerin yakınındaki kutsal şehrin hakimi olanların çoluk çocuk demeden bombaladığı yere. Adem, babası, kovuyor onu. Kardeşini öldüren oğlanın babası tarafından kovulması. Bu arada anne ne yaşıyor? İşte bereketinden yüzyıllardır faydalanılmış bir hikâye kaynağı daha. Şimdilik yanından geçmek zorundayız. Kabil’i kovarken Adem oğluna, artık hep korku içinde yaşayacağını, hiçbir zaman kendini güvende hissedemeyeceğini, esenlik duygusunun ondan ebediyen uzak kalacağını -herhalde bir yandan da beddua eder gibi- söylüyor.

Âdetâ bizi tarif ediyor. Eşrefi mahlukâtım diyerek kendinden zayıf gördüğü herkese her türlü eziyeti yapabileceğini, üstelik bundan keyif imal edebileceğini vehmeden hem zalim hem mazlum, güçlendikçe güvensizleşen, ezdikçe ürken yaratığı.

EKSİK KALAN O DUYGU

Habil-Kabil hikâyesinden bugüne uzanan ve kat ettiğimiz onca yola rağmen aslında yaratık olarak pek de gelişmemiş olduğumuzu gösteren çok şey var. Hikâyenin en önemli eksiğiyse, öldürdüğü, yani üstün geldiği, ezebildiği, yok edebildiği anda Kabil’i bir anlığına tatminin doruklarına ulaştıran duyguyu dışarıda bırakması. Oysa insanlık tarihinin azımsanmayacak kısmının bununla izah edilmesinin mümkün olduğunu, yine nâçizâne, büyük ihtimal sayıyorum. Hükmedebilmekten, ezebilmekten, elindeki güçle başkasının hayatının karartabilmekten duyulan ve böyle tarif edildiğinde kulağa sapıkça gelen, ama aslında insan denen toplumsal yaratığın “normalleri” arasında yeralan duygu, bizzat bütün toplum hayatının temeli olan sınıfsallığın sürebilmesinin kaynaklarından biri bile olabilir. Fakirler gözönünde olmasa zenginler hayattan ne zevk alırdı?

Sözkonusu duygunun Türkiye’de bugünkü iktidarın sürebilmesinin kaynaklarından biri oluşu, ruhun bu kadar engin zamana yayılmış bu kadar derin karanlığını besleyebilmesinin yanında neredeyse bir hiç. Ama işte, o da bizim hayatımızı karartmaya yetiyor. İnanan insanların dünyevî varlıklarını zulmedebilmekten alınan şehevî tat uğruna kurban edişlerini nasıl izah edebilecekleri sorusuyla uğraşmıyoruz artık. Bu kurbanın “kabul edilmeyeceğini” akıl edebilmek için çok şey bilmeye gerek yok. “Bizim adımıza, üstelik bizden olmayan biri, kayıp evlatlarını arayan anaları tartaklatabiliyor, sevmediklerimizi yerlerde sürükletebiliyor, ne müthiş!” diyerek keyifle arkasına yaslananlar, o yastığın içindeki iğnelerin sırtlarına batışını hissetmiyorlar. İğnelerin ucunda uyuşturucu var. Ve buna alışıldı artık.

Ne diyorduk? Kabil’in soyu. Sonunda paçoz olmuşlar işte.