YAZARLAR

Dr. Kerim Has: Türkiye pergelin bir ayağını Batı'ya sabitlemeli

Dr. Kerim Has: "Gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Türkiye, pergelin iğneli ayağını Batı’ya sabitleyip diğer ayağıyla Rusya’yı da, Çin’i de, Afrika’yı da dolaşabilmeli. Bunun için de her şeyden önce, uzun vadeli stratejik çıkarlardan sapılmamalı."

Küresel gündem bu yaz özellikle en hareketli dönemlerinden birini yaşıyor. Bir yanda ABD’nin Rusya, İran ve Türkiye’ye uyguladığı yaptırımlar diğer yanda alternatif arayışları önemli başlıklar olarak dikkat çekiyor.

ABD’nin Trump dönemi politikalarından memnun olmayan müttefikleri de Rusya başta olmak üzere diğer aktörlerle ortak bir zeminde buluşma gayretinde. Adeta kaynayan bir kazana dönen küresel gelişmeleri Moskova Devlet Üniversitesi’nde Rus ve Türk dış politikası üzerine dersler veren akademisyen Dr. Kerim Has ile konuştuk.

YAPTIRIMLAR, ABD-RUSYA İLİŞKİLERİNDE NADİR RASTLANAN BİR 'ÇIBAN' DEĞİL

ABD’nin Skripal Krizi nedeniyle Rusya’ya bir dizi yeni yaptırımı 27 Ağustos’ta uygulamaya girdi. 2014 Ukrayna Krizi’nden bu yana ABD Rusya’ya ekonomi ve teknoloji yaptırımları uyguluyor. Sizce bu yaptırımların hedefi nedir?

ABD’nin Rusya’ya yönelik yaptırımları Ukrayna kriziyle hız kazanmış olsa da Mart 2014’te başlamadı. Sovyetler sonrası ABD, ilk Rusya yaptırımlarını Rus Glavcosmos şirketinin Hindistan’a satışı öngörülen 400 milyon dolarlık roket motoru anlaşmasını imzalamasıyla Mayıs 1992’de devreye sokmuştu. Benzer biçimde 1990’lar ve 2000’lerde İran’a nükleer teknoloji transferinden Suriye ve Irak’a silah satışına kadar birçok farklı gerekçeyle Rus şirket ve kurumlarına ABD’nin ambargoları söz konusu oldu. Yine 2012’deki Magnitsky Yasası’yla da Rusya’ya yaptırım uygulandı. Yani yaptırımlar, ABD-Rusya ilişkilerinde nadir rastlanan bir “çıban” değil.

Ukrayna krizinden günümüze kadar uygulanan 20 ayrı paketlik ABD yaptırımlarını farklı kılan ise Moskova’ya yönelik bu “yaptırım politikasının” artık bir istikrar kazanması ve Washington’ın Rusya stratejisinin temel bileşeni haline gelmesi. Hatta 2016 ABD başkanlık seçimleri sonrası bu stratejide zaman zaman “gerilimi tırmandırarak” taktiksel hedefler güdüldüğü de ileri sürülebilir.

Bütün bu yaptırımlar, Rusya’nın bankacılık ve finans, enerji ve savunma sektörlerinde başını ağrıtıyor. ABD’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarının kısa ve orta vadede iki temel hedefinin olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yaptırımların zorlayıcı etkisiyle mevcut Rus siyasi elitinin ve Kremlin’in Ukrayna, Suriye ve İran’da izlediği bölgesel politikaların özelde ABD, genelde ise Batı ittifakının çizgisine yakınlaşacak şekilde değiştirilmesi. İkincisi, Rus ekonomisinin kırılganlığını artırarak mevcut iktidarın temel paydaşları Rus siyasi eliti ve iş dünyası oligarklarını Kremlin ile Batı’yla iş tutabilme arasında bir seçime mecbur etmek ve zamanla Rusya’daki iktidar yapılanmasında değişimi zorlamak. Özellikle 2018 Ocak sonunda ABD Hazine Bakanlığı'nın Kongre’ye sunduğu “Kremlin Raporu” buna işaret ediyor.

ABD, Rusya dışında Kuzey Kore, İran ve Türkiye’ye de yaptırımlar uyguluyor. ABD yaptırımları mağdurları arasında ABD’ye karşı bir dayanışma olabilir mi?

Belli seviyede bu ülkeler arasında bir dayanışmanın olabileceğini zannediyorum. Ama bunun, ABD’nin küresel siyaset ve finans alanındaki mevcut hegemonik gücünü hızlıca yerinden edebileceğini sanmıyorum. Bu listeye Çin isteyip dahil olsa dahi mevcut Batı merkezli küresel güç dengesinin bu “mağdur” ülkeler lehine değişmesi için daha onlarca yıl gerekecektir. Kaldı ki, İran ve Kuzey Kore’yi bir kenara koyarsak, Rusya, Çin ve Türkiye’nin bunu gerçekleştirebilmeye kapasiteleri yetmeyebilir.

ABD, Çin’in toplam ihracatında yüzde 19’luk payla ilk sırada. 2017’de Amerikan pazarına 432 milyar dolarlık mal satan Çin, ABD’yle ticaretinde 277 milyar dolar fazla kazanıyor. Tek başına bu rakam, Çin’in toplam dış ticaret fazlasının yüzde 64’ü demek.

Rusya’ya ise Çin, ABD’ye sattığının ancak 10’da birini (43 milyar dolar) ihraç edebiliyor ki zaten Rusya, Çin’in ilk 10’daki ticaret ortağı arasında değil. Rusya ise toplam ihracatının yüzde 54’ünü hâlâ Avrupa’ya yapıyor. 2017’de Rusya’daki büyük 162 doğrudan yabancı yatırım projesinin 32’si Çin’in finansmanıyla sağlanırken, geri kalanlar hep Batı ittifakı içerisinde yer alan Almanya, ABD, İtalya, Japonya gibi ülkeler tarafından gerçekleştiriliyor. Türkiye’nin ise en fazla dış ticaret açığı verdiği ülkeler arasında 20,4 milyar dolarla Çin ve 16,8 milyar dolarla Rusya ilk iki sırayı paylaşıyor. Türkiye’nin kronik sorunu dış ticaret açığında bu iki ülkenin toplam payı yüzde 49. Diğer yandan, 2017’de Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırımlarda ilişkilerinin limoni olduğu Hollanda yüzde 24’lük payla liderliğini korurken, AB ülkelerinin oranı yüzde 65’i geçiyor.

Bu ekonomik tablo, ABD’yle veya genel olarak Batılı ülkelerle zaman zaman yaşadıkları gerilimlerden dolayı siyasi yakınlaşmaya giden bu “mağdur” ülkelerin küresel güç dengelerinde alternatif bir paradigma oluşturmalarının hiç de kolay olmadığını ve bunun için serden geçmeleri gerektiğini gösteriyor. Bu “mağdurların” olası dayanışmasının daha ziyade konjonktürel bir ilişkiye tekabül edeceğini, NATO ve AB ittifaklarıyla ilişkilerinde bir kopuş yaşadığı takdirde ise özellikle Türkiye’nin Batılı ülkelerle yaşadığı sorunların benzerlerini farklı bir düzlemde ve daha tehlikeli bir şekilde bu sefer Rusya ve Çin ile yaşayabileceğini düşünüyorum.

TÜRKİYE’NİN RUSYA’YA AÇABİLECEĞİ ALAN KREMLİN’İ HEYECANLANDIRIYOR

.

Türkiye ile Rusya tarihsel olarak enerji başta olmak üzere ilişki içinde. Astana Süreci’yle beraber de Suriye’de bir işbirliği söz konusu. Sizce ABD ile Türkiye ilişkilerindeki yüksek tansiyon Türkiye-Rusya ilişkilerine nasıl yansıyor?

Ankara-Washington arasında yükselen tansiyonun Türkiye-Rusya ilişkilerine yansımalarının taraflarca farklı şekillerde değerlendirildiği ve haliyle sonuçlarının da birbirinden ayrışacağı kanısındayım. Rusya açısından, kısa vadede olumlu addettiği, Türk Akımı’ndan Suriye’de istediğini alma ve NATO içinde çatlaklar oluşturmaya kadar olağanüstü kazanımlar sağladığı bu ilişki modelinin uzun vadede riskler içerdiği fikrindeyim.

Türkiye açısından ise bu modelin, kısa vadede süregelen domates kotasından vize ambargosuna, İdlib’deki risklerden S-400’lerle F-35’ler çekişmesine kadar masada ve sahada Moskova’ya karşı pazarlık payını azaltıp uluslararası ilişkilerde Ankara’nın güven kredisini tüketebileceği tehlikesiyle çıkarlarına olumsuz yansımalarının olabileceğini, uzun vadede de bugün için alternatif olarak görmek istediği dünyanın daha istikrarsız ve huzursuz bir ilişki biçimini doğurabilecek olması nedeniyle çıkarlarına uygun olmadığını düşünüyorum.

Bu durum pek tabii Rusya’yla ilişkilerin geliştirilmemesi gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine Ankara, Rusya’yla ilişkilerini çıkar endeksli yürütmeli ve geliştirmeli. Ama kendi elini zayıflatan hamlelerden de uzak durmalı. Rusya’nın S-400’leri Türkiye-NATO ilişkilerini zayıflatmak, kararlarında Ankara’nın da rızasının gerektiği ve konsensüsle çalışan NATO’yu kendi içinde mümkün olduğunca işlevsiz kılmak, sonrasında istikrarsızlığa sürüklenmeyeceğinden emin olsa NATO’ya “elveda!” diyen bir Türkiye’yi kendi yörüngesine çekme gayesiyle kullanmaya çalıştığı argümanlarını yabana atmamak gerek.

Rusya, Türkiye’nin Batı’yla ticari-ekonomik ilişkilerinin yerini alabilecek bir aktör değil. Zaten Moskova’nın da böyle bir hedefi yok. Ama kendi askeri-siyasi ve jeopolitik yöneliminde Moskova’nın önceliklerini Brüksel ve Washington’ın taleplerine önceleyen bir Türkiye’nin Karadeniz’den Kafkaslar ve Doğu Akdeniz’e kadar Rusya’ya açabileceği alan Kremlin’i zaten yeterince heyecanlandırıyor.

Hocam bir de S-400 krizi var. Türkiye, ABD’nin F-35'i ile Rusya’nın S-400'ü arasında bir tercihe zorlanıyor.

Ankara’da zannımca daha ziyade siyasi iktidarın Batı’dan kendisine karşı son yıllarda hissettiği tehdit algısını elimine edebilme gayesiyle başvurduğu S-400 kartının, iktidara sağlayacağı düşünülen bir çeşit savunma garantisinin ötesinde Türkiye’nin uzun vadeli stratejik çıkarlarına etkilerinin daha derin olacağı kanaatindeyim.

ABD’yle yaşanan Brunson krizinden bağımsız olarak, şunun bilinmesinde fayda var: Başta AB ve NATO olmak üzere Batı ittifakından kopmuş veya uzaklaşmış bir Türkiye, Rusya’ya karşı zayıf kalır, güçten düşer. Bunu aklı başında hangi Rus uzmana sorsanız, aynı cevabı verir. Kendi çıkarlarını Batılı bağlarla uyumlulaştırdığı ve kuvvetlendirdiği ölçüde Türkiye’nin öncelikleri Rusya tarafından daha fazla değer görüp dikkate alınır. Aynı şekilde yine Türkiye, çıkarlarına uygun şekilde Rusya’yla ilişkilerini geliştirdiği nispette de Batı’nın ihtiyaç duyduğu bir aktör olur.

ANKARA SURİYE’DE KÜRTLERİN DURUMU KONUSUNDA AYNI ZEMİNDE BULUŞAMIYOR

Ama Türkiye ile Rusya stratejik ortak...

Rusya, Suriye’de Astana süreci ile kısmen dahi olsa bölgedeki ateşin sönmesine katkı sağlıyor. Bu sürecin Türkiye’yi yeniden bölgesel dengelere dahil ettiği bir gerçek. Ama bu işbirliğinin sonuçları itibariyle hâlâ süregelen “uçak krizi” gibi bir bedelinin olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Ankara, Suriye politikasında Esad rezervini fiiliyatta kaldırdı. Ama Suriye’deki Kürt sorununda hâlâ ne Moskova’yla ne de Washington’la aynı zeminde buluştu. Terör tehdidi İdlib üzerinden Türkiye’nin sınırına yığıldı. Buysa ülke dışına yaydığı askeri gücün belli bir süre sonra yeni sınavlarla karşılaşması demek. Türkiye 10 yıl öncesine göre Suriye nedeniyle enerji hatları rekabetinde daha pasif konumda.

Uçak krizinin tortuları hâlâ gözümüzün önündeyken, Batı’ya “eyvallah!” çekip hızlıca Rusya kapısına dayanmak sadece “karşılıksız sevgi” doğurur. Türkiye-Rusya stratejik ortaklığı tezinin sağlam temellere oturabilmesi için tarafların, tek başına ABD’yle veya Batılı ülkelerle yaşadıkları krizlerin “motive edici” gücünden destek almaları sonuç verici olmaz. Stratejik ortaklık için Ankara ile Moskova’nın yüzyıllardır süren bölgesel jeopolitik çıkar çatışmalarının en azından birinde ortak çözüm geliştirebilmeleri, askeri güçlerini dengeleyebilecek kapasiteye sahip olmaları veya aynı ittifak içerisinde yer alarak karşılıklı tehdit algılarını minimize edebilmeleri, karşılıklı ticaretteki dengesizliklerini aşabilecek iradeyi göstermeleri beklenir.

BERLİN MOSKOVA’YLA TÜM KÖPRÜLERİ ATMAYI HİÇ İSTEMEDİ

.

Trump iktidarıyla beraber Avrupa, Rusya ve Çin ABD’nin ‘önce ABD’ politikasından mustarip. Son olarak Putin ile Merkel Berlin’de bir araya geldi. Suriye, Ukrayna ve enerji özelinde Kuzey Akım-II Projesi için tarafların daha yakınlaştığı görülüyor. Oysa AB 2014’te Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladı ve bunlar hâlâ yürürlükte. Sizce bu yakınlaşma ne anlama geliyor?

Kırım’ın ilhakı ve Donbas’taki çatışmalar sonrası AB, cezalandırma ve politikasını değiştirme amaçlı Rusya’ya yönelik birçok yaptırım paketi yürürlüğe koydu. Ama bununla beraber bu yaptırımlara uzun süredir yenileri eklenmedi. Sadece olanlar uzatılıyor.

Yine; yatırımlar, enerji, bölgesel politikalar gibi alanlarda Avrupa’da Moskova’yla işbirliği seçeneklerini masaya yatıran aktörlerin sayısı son dönemde artmaya başladı. Almanya işte bu seçeneği en güçlü şekilde dile getiren AB’nin lider ülkesi. Bunun birkaç nedeni var.

Birincisi, Almanya’nın ve Fransa, İtalya, Avusturya gibi AB’nin ağır toplarının Rusya’yla enerjiden yatırımlara, güvenlikten ticarete derin bağlara sahip ilişkileri önemsemesi. İlk etapta AB, tek taraflı adımlarla sınırları değiştiren Moskova’yı cezalandırma politikasına başvurdu. Ancak Almanya’nın Ukrayna yüzünden Rusya’yla temaslarını tamamen buzdolabına koymaktan çekindiğini düşünüyorum. Bir tepki gösterilmesi gerekiyordu, bu yapıldı, ama Moskova’yla bütün köprüleri atmak ne Berlin’in ne de Brüksel’in gündeminde hiçbir zaman olmadı.

Artık Ukrayna’da atılabilecek sembolik adımlar ve Almanya’nın yönlendirmesiyle AB’nin Rusya yaptırımlarını tamamen kaldırmasa da gevşetme politikasına başvurmak isteyebileceğini düşünüyorum. Ukrayna krizinde AB ve Rusya “gerginliğin tırmandırılması” politikasında artık belli bir doygunluğa eriştiler. Bu saatten sonra ne Berlin’in ne de Brüksel’in bölgedeki çatışmaların şiddetlenmesi riskini kapsamlı yeni yaptırım paketleriyle aşmak isteyeceklerini zannetmiyorum.

İkincisi, Almanya’nın mülteciler konusunda izlediği politika da ister istemez, Suriye’deki rolü dikkate alındığında Rusya’yla diyaloğunu belli bir pozitif gündemle sürdürmesini gerektiriyor. Suriye’de yeni anayasanın ve siyasi geçiş sürecinin daha yoğunlukla konuşulmaya başlandığı bu günlerde Almanya Şansölyesi Merkel’in Rus lider Putin’le belli politikalarda yakınlık kurmayı istemesi anlaşılabilir. İdlib’e olası kapsamlı bir operasyonun Almanya’yı da tedirgin edeceğini ise belirtmeye lüzum yok. Rus tarafı da anladığım kadarıyla, Suriye’nin yeniden inşasında Almanya’yı önemli bir finans kaynağı olarak değerlendirmek istiyor.

Üçüncüsü, Almanya’nın Kuzey Akım-II projesine kendi çıkarları ve Rusya’yla ilişkileri açısından başından beri olumlu yaklaşması. Kuzey Akım-II projesi ilk defa Ukrayna krizinin şiddetini sürdürdüğü Eylül 2015’te Almanyalı Wintershall’in de yer aldığı Avrupalı paydaş şirketlerle Gazprom arasında imzalanan anlaşmayla resmen hayat buldu. Kuzey Akım-II projesi Almanya’yı Rus enerjisine daha bağımlı kılmıyor. Tam tersine, Avrupa’ya satılan Rus gazında Almanya’nın üstleneceği “hub” ülke rolünü pekiştiriyor.

Bir süre önce Tass haber ajansı Rusya, Fransa, Almanya ve Ukrayna’nın yakın bir tarihte Donbas’taki durumu müzakere etmek için bir araya geleceğini duyurdu. Bu dörtlü toplantıdan ne beklemek gerekiyor?

Donbas’taki çatışmaların şiddetini artırdığı evrede Haziran 2014’te gerçekleşen, sonrasında Normandiya Formatı olarak adlandırılan Rusya, Fransa, Almanya ve Ukrayna liderlerinin bölgedeki durumu müzakere etmek için bir araya geldikleri dörtlü zirvenin sonuncusu Ekim 2016’da yapılmıştı.

Normandiya Formatı görüşmelerinin şu ana kadarki en somut neticesi ise liderler düzeyinde Şubat 2015’te imzalanan ve Eylül 2014 tarihli ateşkes öngören Minsk Protokollerini teyit edip kapsamını genişleten 13 maddelik Minsk Anlaşmalarının Uygulanmasına Dair Tedbirler Paketi idi. Ancak bu son anlaşmanın maddelerinin uygulanmasında öncelik, takvim ve müeyyideler belirtilmediğinden Kiev yönetimi ile Donbas’taki ayrılıkçılar ve buna paralel olarak da Brüksel ile Moskova, anlaşmayı günümüze kadar farklı açılardan yorumlamaya devam ettiler.

Şu aşamada, sahadaki güç dengesi değişmeden veya siyasi iradeler farklı bir pozisyon takınmadan bir ilerleme oldukça güç görünüyor. Normandiya Formatı’ndaki dörtlü liderler zirvesinden yine, yeni, yeniden bir ateşkesle çatışmaları dondurmaya çalışma, mayın temizleme, esir takası gibi makyaj içerikli adımlarla Donbas’ta çözümün ötelenmesi politikasının çıkacağını düşünüyorum.

TANAP’TAN RUSYA DAHA KAZANÇLI ÇIKIYOR

Gazprom, yakın dönemde hem Türk Akımı hem de Kuzey Akım Projeleri için çalışmalara başladı. Aynı zamanda Türkiye TANAP’tan da gaz almaya başladı. Sizce Türkiye ile Azerbaycan arasındaki bu yakınlaşma Rusya-Türkiye ilişkilerini nasıl etkiler?

Olumlu veya olumsuz bir etkisi olacağı kanaatinde değilim. Hatta zannedilenin aksine, TANAP’ın Rusya’yı biraz memnun ettiğini bile ileri sürebiliriz. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, TANAP’la birlikte Türkiye’nin Azerbaycan’dan alacağı gaz miktarı artmıyor. Mevcut anlaşmanın süresi zaten 2021’de bitiyor, halihazırda Şah Deniz-I sahasından pompalanan ve Bakü-Tiflis-Erzurum hattı üzerinden Türkiye’nin aldığı 6,6 milyar metreküplük Azerbaycan gazı bu tarih sonrasında Şah Deniz-II’den ve TANAP üzerinden -büyük ihtimal de daha yüksek fiyatlarla- alınmaya devam edecek. Bu da fiyat farkından dolayı, Türkiye’nin 2021 sonrası artan ihtiyacını karşılamak için Azerbaycan gazından ziyade daha düşük fiyatlı Rus gazını tercih etmesini netice verebilir.

İkincisi, Şah Deniz-II konsorsiyumunun paydaşları arasında Rusya’nın enerji devlerinden Lukoil şirketinin yüzde 10’luk payı var. Bu da TANAP’tan satılan her metreküp gaz için Rusya’nın bütçesine katkı demek.

Üçüncüsü, TANAP’tan Avrupa’ya satılacak gaz ne Rusya’nın Avrupa gaz piyasasındaki konumunu ne de AB’nin enerji dinamiklerini değiştirecek boyutlarda. Gazprom, 2018’de Türkiye de dahil Avrupa pazarına toplamda 205 milyar metreküp gaz satmayı hedefliyor. Avrupa’nın toplam ithal ettiği gaz miktarı 409 milyar metreküp. TANAP’tan Avrupa’ya pompalanacak gazın 10 milyar metreküp olduğu dikkate alındığında, TANAP’ın Avrupa’nın enerji ihtiyacındaki rolü daha rahat anlaşılır.

Son olarak ise TANAP, Türkiye’nin enerjide “hub” ülke hedefini gerçekleştirmesindense “transit” rolünü pekiştirdi. Bu, Moskova’nın Ankara’yla Türk Akımı müzakerelerinde pazarlıkları yüksek perdeden başlatmasını ve Türk Akımı’nda Türkiye’nin enerjide bölgesel dağıtım merkezi olma hedefinin Rusya’nın arzuladığı şekilde geri plana itilmesine neden oldu.

TÜRKİYE, PERGELİN İĞNELİ AYAĞINI BATI’YA SABİTLEYİP DİĞER AYAĞIYLA RUSYA, ÇİN VE AFRİKA’DA DOLAŞABİLMELİ

.

Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’ne Cumhurbaşkanı Erdoğan İslam İşbirliği Örgütü’nü temsilen katıldı. Bu da beraberinde Türkiye BRICS’e mi girecek tartışmalarına neden oldu. Sizce BRICS ve Rusya ile Çin odaklı oluşumlar Türkiye için yeni bir alternatif olur mu?

Türkiye’nin dünya ekonomisinde önemli bir yere sahip BRICS gibi oluşumlarla ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmesi taraftarıyım. Ama bu ilişkilerin, Türkiye’nin Batı’yla bağlarına alternatif olması gerektiği veya olabileceği tezlerine katılmıyorum.

BRICS, her şeyden önce karar alma mekanizmaları oldukça yavaş ve esnek çalışan bir örgüt. Yine grup üyeleri farklı coğrafyalarda konumlandıklarından dolayı BRICS’in ortak tehdit ve çıkar algılarının zayıf olduğunu belirtmek lazım. Türkiye’nin BRICS içinde siyaset ve güvenlik alanında değil de grubun doğası gereği ekonomi, ticaret, teknoloji vs. konularına ağırlık vermesi gerektiğini bilmesi gerekir.

Türkiye’nin Rusya, Çin, İran gibi ülkelerle kâğıt üzerinde yapacağı “ittifakların” çıkarlarına faydadan ziyade zarar verdiğini düşünüyorum. Bu ülkelerin her birinin kendi aralarındaki birçok sorun ve çıkar ayrışmaları göz önüne alındığında, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) olsun, BRICS olsun, Avrasya Birliği olsun, bunların hiçbirinin Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerine alternatif olamayacağı, ancak dış politika ve ekonomik kazanımlarında çeşitlilik sağlayabileceği zannımca çok açık.

Türkiye’nin çıkarlarına uygun olan reçete çok belli. Hayallerden ve abartılardan kaçınıp, gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Türkiye, pergelin iğneli ayağını Batı’ya sabitleyip diğer ayağıyla Rusya’yı da, Çin’i de, Afrika’yı da dolaşabilmeli. Bunun için de her şeyden önce, uzun vadeli stratejik çıkarlardan sapılmamalı; Türkiye’nin Batı’yla sorunlarının çözümüne içeriden başlayıp çıkarlarını uyumlulaştırmak için rasyonalite ve profesyonelliğe ağırlık verilmeli; Rusya, Çin, İran gibi aktörlerle de ilişkiler çıkara dayalı geliştirilmeli.

Kerim Has Kimdir?

Moskova Devlet Üniversitesi’nde Türk ve Rus dış politikaları üzerine yarı-zamanlı dersler veren Dr. Kerim Has’ın belli başlı ilgi alanları Rusya’nın iç ve dış politikası, Türk dış politikası, Ermenistan dış politikası, Orta Asya ve Kafkasya, Avrasya’da enerji ve güvenlik politikaları ve uluslararası güvenliktir. Carnegie Moscow Center’da Ekim 2012-Ocak 2013 döneminde araştırma asistanı olarak akademik çalışmalarını ilerleten Has doktorasını Moskova Devlet Üniversitesi’nde bitirmiş olup ileri seviyede İngilizce ve Rusça, orta seviyede ise Ermenice bilmektedir.


Mühdan Sağlam Kimdir?

Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda doktorasını yapmıştır. Enerji politikaları, ekonomi-politik, devlet-enerji şirketleri ilişkileri, Rus dış politikası ve enerji politikaları, Avrasya enerji politiği temel ilgi alanlarıdır. Gazprom’un Rusyası (2014, Siyasal Kitabevi) isimli kitabın yazarı olup, enerji ve ekonomi-politik eksenli yazıları mevcuttur. Barış için Akademisyenler “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzadığı için 7 Şubat 2017'de çıkan 686 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilmiştir.