YAZARLAR

Her gün 16.20’de, tek ayak üzerinde duracaktı...

Sıradan, sıradanlığı ölçüsünde konforlu ve memleketin bunaltıcı atmosferi sayılmazsa, ziyadesiyle huzurlu bir yaşamı vardı, Ülker’in. Ta ki bir çarşamba günü, yaşamını tümüyle değiştirecek cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Resmi Gazete’de yayımlanana dek...

Mazbut bir hayatı vardı Ülker’in...

Ankara’da, Birlik Mahallesi’nde yaşıyordu. Birlik Mahallesi, Çankaya, Gaziosmanpaşa sırtlarına komşu, eski bir gecekondu muhitiydi. Kentsel dönüşüm başlayınca gecekondular ve eski evler, birer birer lüks apartmanlara dönüşmüş, ancak dönüşüm Çukurambar’dan ve Birlik’in komşusu Oran’dan farklı seyretmişti. Çukurambar, yeni düzenin görgüsüzlük anıtı olarak yükselir ve pahalı spor araçlar nargile kafeler önünde konuşlanırken, Birlik Mahallesi orta halli kalmıştı. Ülker ve hanımı Selin, Birlik’e taşınalı hayli zaman olmuştu. İlk aylarında, bir mahalleye benzemeyen, aslında tam olarak hiçbir semte benzemeyen bu büyük yerleşim yerini yadırgamış, eski evlerini özlemiş ancak zamanla alışmışlardı. Malum, insan ‘alışmak’ istediğinde ya da alışmak zorunda kaldığında, yüz yüze geldiği her neyse iyi yanlarını görmeye başlardı. İnsana alışırken, işe alışırken, muhite alışırken, iktidara ve hatta yeni rejimlere alışırken... Birlik Mahallesi aslında merkeze çok yakındı, Eymir Gölü’ne komşu sayılırdı, havadardı, oksijeni boldu, vesaire...

Gerçi Eymir’e yürüyüşe gitmiyorlardı ama olsun. Yürüme bandını da kullanmıyorlardı, fakat balkonda dikilmiş vaziyette durması, geleceğe dönük umut veriyordu. Yürüme bantları, hemen her evin küçük odası ve balkonlarının tavan yüksekliğine uygun imal edilmişlerdi. Önce hobi odası olan evlere bakmış, ancak hobilerinin olmadığına karar vermelerinin ardından sıradan bir dairede karar kılmışlardı. Dört artı bir, ıslak zemin kalebodurdu. Gerçi Ülker, hiç de amatör sayılamayacak yetenekli bir fotoğrafçıydı ve bunun için ayrıca bir odaya gereksinimi olup olmadığı konusunda kararsızdı. Selin ise Ülker’in böyle bir gereksinimi olmadığı kanısındaydı ve beyini ikna etmesi zor olmadı.

Ülker’in fotoğraf merakı eskiden beri vardı var olmasına, fakat işi ilerletip hayatının odağına taşıması, çalıştığı finans kuruluşundan ayrılmasından sonraydı. Kendisini ‘gerçekleştiremediğini’ düşünmüştü. Ferrarisini satan bilge, misali. Gel gör ki Ülker’in bir Ferrarisi yoktu ve bunu hatırlaması fazla zaman almadı. Mutluydu ama. Hanımı çalışıyordu ve yaşadıkları sade hayat için iki maaşa ihtiyaçları yoktu. Selin, bir otobüs firmasında yöneticiydi. Muavinlikle başladığı kariyerinde çalışkanlığıyla göz doldurarak hızla zirveye tırmanmıştı. Ülker’in işini bırakmasını dert etmiyor, onun fotoğraf merakını geliştirmesini memnuniyetle karşılıyordu. Birlik Mahallesi’nde, sakin ve huzurlu bir yaşamları vardı. Nadiren yemeğe çıkıyor, her gün bir dizi ya da film izliyor, siyasi gelişmeleri takip ederek endişe duyuyor; bazen eş dostla, aile fertleri ve kız kardeşi Gülnur’un sevimli oğlu ile buluşup kaynatıyor, güzel zaman geçiriyorlardı. Ülker, haftada iki gün Kızılay’a yakın ve tanıdığı tarafından işletilen Livor adlı bir bar-kafeye gidiyor, orada eski arkadaşı Ecevit ile buluşuyordu. Ülker ve Ecevit, bir yandan biralarını içerek memleket meseleleri üzerine konuşurken, diğer yandan artık farklı şehirlerde yaşayan eski arkadaşlarının dedikodusunu yapıyorlardı. Ecevit, eski bir akademisyendi. Üniversite yıllarından beri arkadaştılar ve o yıllarda ikisinin de saçları aynı anda dökülmeye başladığında, artık gülümseyerek hatırladıkları telaşları üzerine konuşup geçmişi yad etmekten zevk alıyorlardı. İstanbul aktarlarından sipariş ettikleri çeşitli otları zeytinyağı ile karıştırıp saçlarına sürerek çare bulmaya çalışır, birbirlerine yeni ürünler tavsiye ederlerdi o yıllarda. Dökülmeyi durduramayacaklarını anladıklarında, hemen her kelleşen erkek gibi, saçın gereksizliğine, kelliğin rahatlığına ve sunduğu avantajlara dikkat çekmeye başlayarak şu hayatta asıl önemli değerin sağlık olduğuna kanaat getirmişlerdi.

Ülker elinde fotoğraf makinesi ile yollara düşmeyi seviyordu. Fotoğrafçılığa ilk başladığında, yaşadığı şehirde yeni başlayan hemen herkes gibi o da Saman Pazarı’nın ara sokaklarında sümüklü oğlan çocuklarının fotoğraflarını çekmiş olsa da, artık buna gerek duymayacak kadar ustalaşmıştı. Arkadaşlarının özel günlerinde fotoğraf çekip onlar için albümler hazırlamaktan, artakalan zamanlarında aile işlerine koşup bolca kitap okumaktan, fotoğrafçılık öğrenmek isteyen gençlere yardım etmekten, karşılık beklemeksizin ders vermekten hiç şikâyetçi değildi. Sıradan, sıradanlığı ölçüsünde konforlu ve memleketin bunaltıcı atmosferi sayılmazsa, ziyadesiyle huzurlu bir yaşamı vardı, Ülker’in.

Ta ki bir çarşamba günü, yaşamını tümüyle değiştirecek cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Resmi Gazete’de yayımlanana dek...

Doğal olarak Resmi Gazete okumayan Ülker, kararnamenin yayımlandığından habersizdi. Hürriyet ve diğer havuz medyasının internet sayfalarında da henüz yer bulmamıştı. Öğleden sonra tivitırda dolaşır ve sigara içerken bir internet gazetesinde, ‘Garip kararname’ başlıklı haberi fark etmiş ancak pek ilgilenmemişti. İlerleyen saatlerde, düzenli olarak takip ettiği diğer sitelerde de benzer başlıklar görünce, haberi tıklayıp okudu. Önce hayâl gördüğünü düşündü. Gözlerine inanamayarak, defalarca tıkladı aynı başlığı. O günün mükerrer sayısında yayımlanmıştı kararname. Hemen Resmi Gazete’nin ana sayfasına girip metni buldu. Bir kez daha okudu. Bir kez daha. Kalkıp salonda yürüdü, mutfağa gidip bir bardak su içti. Sigara yakıp bir nefes aldıktan sonra, yeniden okudu. Remi Gazete sayfasına girip çıkıyor, her seferinde bu kez görmeyeceğini umut ediyordu. Şaşkınlıktan başkaca bir duyguydu yaşadığı. Kendisini, gençliğinden beri çok sevdiği gerçek üstü sinema filmlerinden birinin kahramanı gibi hissediyordu. Sanki bir anda kapı açılacak, hanımı Selin kahkahalar atarak içeri girecek; arkadaşları, bürokrat Atabey ile bankacı Mesut, gülen yüzleriyle şakalarını nasıl bulduğunu soracaklardı. Ancak kapı açılmıyor, içeri kimse girmiyor, tek paragraflık kararname metni bilgisayar ekranından yok olmuyordu.

“1970-1971 yılları arasında doğmuş, adı Ülker olup Ankara’da mukim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı fotoğrafçıların, her gün öğleden sonra saat 16.20’de, evlerine en yakın parkta, otuz dakika süreyle tek ayak üzerinde durmalarına dair...”

Devamını okumakta zorlanıyor, gözü kararıyordu. Kararname hükmünün, İçişleri Bakanlığı tarafından uygulanacağı yazıyordu, metnin son satırında! Oturduğu iskemleden kalkamıyordu bir türlü. Ne yapacağını, kime danışması gerektiğini kestiremiyor, kendisini, bir hata olabileceğine ikna etmeye çalışıyordu. Her ne kadar yönetim sistemi değişmiş ve rejim dönüşüyor olsa da, böyle bir düzenleme yine de mümkün olamazdı. Devlet neden böyle bir işle meşgul olsun ki, diye düşünüyordu. Hükmün nasıl bir anlamı olabilirdi. Deli miydi canım, her gün ne diye gidip o saatte tek ayak üzerinde bekleyecekti, böyle saçma şey ne görülmüş ne duyulmuştu... Ayrıca o niteliklere sahip başkaları da vardı herhalde, yani topluca itiraz edilebilirdi. Yok hayır, belli ki büyük bir yanlışlık vardı... Belki de Resmi Gazete’yi heklemişti kimi serseriler, belli mi olurdu! En iyisi sakinleşmek ve adımlarını sükûnetle, düşünerek atmaktı. Şimdi telefonlar gelmeye başlayacak, ailesi, eşi dostu arayıp ne olduğunu soracaklardı. Sakin olmalıydı. Sakin... Biraz soluklandıktan ve bir sigara daha yaktıktan sonra, Ecevit gibi eski bir akademisyen olan anayasa doçenti arkadaşı Fırat’ı aramaya karar verdi.

Uzun süre hiçbir şey, kararnameden önceki gibi olmayacaktı Ülker ve hanımı Selin’in hayatında...

(devamı haftaya...)


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.