YAZARLAR

Bir kurban mevsimi

Biri bitmeden bir diğerinin hatta birçoğunun başladığı sürgit bir kurban ritüeli. Deyim yerindeyse “publica sacra”lar sarmış dört bir yanı, “halk için devlet bütçesiyle” gerçekleştirilen kurbansal ‘törenler’. Sanki kurbandan razı olunmamış da bir yenisi, bir yenisi isteniyor. Neden bu kadar çok kurban?

Bir kurban bayramı daha ifa edildi. Sığırı koçu kesildi, kanları toprağa değdi. Belki de aşkı bilmeyip sadece arzuları bildiklerinden olsa gerek, ancak kokuları ve dumanlarıyla teskin olabilen tanrılar rahata kavuşsun diye etleri, yağları ateşlere serildi, yenildi ve içildi, bir kez daha ‘kaos’ defedilerek hedeflenen arınma ve düzen yeniden tesis edildi, kurbanların yaşamsal güçleri, kusura, yanlışa, ihlale meyyal olanların ya da hali hazırda bunlara batmış olanların arınması için serbest bırakıldı ve böylelikle de topyekûn bir canlandırma ve diriltmenin, yeni bir yaşama kavuşmanın kapıları açıldı.

Kendindeki anlamı kutsal olmayanın bir bölümünün bilerek ve isteyerek kutsal olana feda edilmesiyse kurbanın amacı bundan başka neydi ki? İfasıyla asıl vazifesi kendini ölümsüz olduğu inancına kapılmamak olan insana bunu yeniden hatırlatılarak tanrısal olanla arasındaki sınır yeniden kuruluyordu, tıpkı Delfi’deki Apollon Tapınağı’ndaki yazıtın “fazlası zarar” ifadesindeki anlamı ima edercesine. Bu sınırın çizilmesi yükümlülüğüne atanan evcil hayvanın boğazlanmasıyla, parçalanmasıyla kanın, ateşin ve kurumsallaşmış iktidarın oluşturduğu düzeneğin ilksel bir aradalığının örneği tekrarlanıyordu. Her ne kadar “saçmalığın inayetiyle inanan” ve imanını sergileyen İbrahim’in ediminin tekrarına hasredilip dar bir anlam çeperine hapsedilmiş ve çok katmanlılığı unutuşa bırakılmış olsa da totemizmden paganizme, çok tanrılı dinlerden, tek tanrılı olanlarına kadar süzülüp gelenler burada, evlerin bahçelerinde veya kurban alanlarındaki her bir kurbansal sunuya sızıyordu. Ve kutsal olmayan payın kutsala nakliyle şefaat bekleniyordu.

Oysa kurban bayramına gelene kadar, buralarda uzun zamandır varlığını sürdüren ve biteceğe de benzemeyen metaforik veya değil sözcüklerin çokça yetersiz kaldığı bir hal, deyim yerindeyse bir kurbansal sunu dönemi yaşanıyor. İnşaatlardan düşenlerinden “dost ateşi”yle öldürülenlerine, kaçış yolunda boğulanlardan sivil ölümlere terk edilenlere, hanelerde, yurtlarda, sokaklarda yakılan yok edilenlerden hapishane hücrelerinde ölümü enselerinde hissettirilenlerine, bir büyüklük baş dönmesiyle ve gözü dönmüşlükle dönümlerce orman arazisinin tarumar edilişinden, yakılan ve yanmaya bırakılan ormanlara, mezralara, yatakları, akışları unutturulmaya çalışılan ırmaklarına derelerine kadar çoluğu çocuğu, yaşlısı genci, kadını erkeği, börtüsü böceği, yani üstende canlı cansız yaşayanlarıyla adeta on binlerce ‘kamusal kültlerden’ yorgun toprak kavruluyor.

Biri bitmeden bir diğerinin hatta birçoğunun başladığı sürgit bir kurban ritüeli. Deyim yerindeyse “publica sacra”lar sarmış dört bir yanı, “halk için devlet bütçesiyle” gerçekleştirilen kurbansal ‘törenler’. Sanki kurbandan razı olunmamış da bir yenisi, bir yenisi isteniyor. Neden bu kadar çok kurban? Her nevinden olan kurbanlar mı kusurlu, sakat? Bu kadar çok kurban kusurlu olabilir mi? Olsa olsa mütehakkim çembere direndikleri için ya da onun dışına kaçtıkları için kusurlu kılındılar, sakat addedildiler. Belli ki kusurlu değiller işte. Peki neden o zaman? Kurbana bu açlık niye? Her bir katlde, ölümde daha da çoğalan ve bir türlü doyurulamayan bu açlık nasıl bir açlıktır? Sürekli teşvik edilen, ortalığa dökülmüş ‘dindarlık’ gösterileri eşliğinde ölü kılınanlarda, ölüme terk edilenlerde, öldürülenlerde ifadesini bulan ve asıl varlığını sürdüren bir gücün tükenişi ve ölüm ve fakat inatla bunların inkârı olamaz mı?

Bilinir ki ölenin yakınlarına kurban farz değildir. O zaman her neviden öldürülmüşlerin ve ölüme bırakılanların yakınlarına kurban düşmüyorsa kurban bayramında kurban kesenler kimlerdir, kimlerdendir? Ve bu kadar çok varlığın kurban edildiği bir ülkede kurban keserek ne tür bir imanı tazeliyor olabilirler? İbrahim’in ediminde tecelli eden imanı tazelediklerini iddia edebilirler mi? Ya da giriştikleri, ifa ettikleri bir iman tazelemesi olabilir mi? İman bu kadar ucuz ve sakil olabilir mi bir mümin için? İnandığını söylediği tanrıdan mı gerçekten ‘şefaat’ beklemektedir,’inayetine ermek’ istediği o mudur gerçekten? Yoksa iman, şefaat, inayet sadece birer sözcükten başka bir şey değil midir? Asıl olarak iman edilen para ve güç olduğu için yegâne inayetine erilecek olan tanrı çoktan tahtından indirilmemiş midir? Ve esasta kesilen kurbanların bir dindarlık gösterisinden başka bir anlamı olabilir mi? Kendinden geçtikleri gösterileriyle var ettikleri kendilerinin düzeniyken diğerlerinin payına düşen kaostan başka bir şey midir? Ve bütün bu her türden ateşlerin ortasında öyle ya da böyle nezaket ve saygı adına ‘kurbanınız, bayramınız mübarek olsun’ diyebilmenin asıl işaret ettiği mütehakkim düzenin taşlarını temizlemekten başka bir şey olabilir mi? Öyleyse dileğim:

Bereketiniz kıt, kademsiz olsun!


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.