YAZARLAR

El Turco 4: Polis şefi

Buenos Aires... İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrası... İspanyol devrimcileri, Naziler, Patagonya'nın anarşistleri, Peron, iktidar, para, Tango, aşk ve kim olduğu bilinmeyen gizemli bir adam: El Turco! Bir labirent öykü. Bir Metin Yeğin polisiyesi...

El Turco - Bütün bölümler....El Turco - Bütün bölümler....

Tahmin ettiğim gibi bastonun içinde bir elmas parçası çıktı. Bana doğru gelirken bastonu uzatır gibi yapmıştı. Bastonun benim olduğunu o zaman anlamıştım. Elması pencere kenarına götürdüm. Işıkta ışıl ışıldı. Küçük olmasına rağmen içi parlak ışıklarla doluydu.

- İyi bir görüşme ama bu daha başlangıç...

Elması kenara çektiğimde aşağıda bekleyen çulsuzları gördüm. Pepe de bunun farkına vardı. Garip... Elmas, saat kadar ilgisini çekmedi.

- Bunları ne yapıcaz komutanım! diye aşağıdaki son yoksul yolcuları gösterdi.

- Hepsini alın içeri. Birer aylık vizeyle.

Tekrar elmasa bakmayı tercih ettim. Işığı parçalama gücü vardı.

- Tabakları, çanakları da birilerinin taşıması lazım

NAZİ

Solucan. Beşinci sınıf bir askeri kuvvetlerin beşinci sınıf komutanı. Hasbelkader bir kapıya yerleştirdikleri için kendini ne sanıyorsa. Rüşvetçi asalaklar. Zararlıları ayıklıyormuş. Sen kendini kopar kendi bendeninden semirmiş bir irin parçası gibi. Şu anda o küçük elmas parçasıyla satın aldığım ruhu keyif içindedir. Yalnız bakan Jimanez’in söylediğinden daha kurnaz olduğu kesin. Koku alma duygusunu geliştirmiş. Belki tek hücreli bir amip ama nereye doğru gideceğini bu koku alma duygusuyla kestirebiliyor. Kader denilen bu olmalı. Kapısında bu solucanların olduğu bir ülkede yaşamı sürdürebilmeyi satın alabilmek. Tek teselli, onları defalarca satın alabileceğim kadar elmasa sahip olmak.

Bavulları alıp götürmemiş olsalar bari, onu taşıyan ayak takımı. Toptan arındırılmış, temizlenmiş bir dünyayı hayal ederken, inşa ederken onların arasına yuvarlanmak bir Wagner parçası gibi görkem ile trajedinin aynı eserde yer alması… Ve daha kötüsü trajedi ile sona ermesi.  Oradalar… Bavulların üzerinde oturuyorlar. Neyin üstünde oturduklarını bilseler. Gerçi bu henüz çok küçük bir parçası ama her bavulun köşesinde bucağında saklı ışığın kendisi bu ayyaş takımını yıllarca mutlu edebilecek şey…

Beni görünce ayağa kalktı biri. Koca bacağının bavulun üzerinde yaptığı koca çöküntü henüz kaybolmadı. Şöyle bir yüklendi ama ne tarafa götüreceğini bilemedi. Dışarda bekleyen bir at arabası mı yoksa bir otomobil mi ona göre taşıyacaktı. Kimse beklemiyordu beni. Dikkatli olmalıydım çünkü. Doktor Hessler’i birileri tanıyabilir. Gerçi beni tanıyanların neredeyse hepsi bilime hizmet eden bir kadavraya dönüştü ama yine de önlem almak iyi bir şeydir. Burada olmamın nedeni de bu aslında. Bilimsel bir titizlikle her sonuca karşı önlem almış olmam. Bir el işareti ile bavullar beni takip etmeye başladı. Bulabileceğim bir otomobile ve bulabileceğim bir otele. Bakan Jimanez’in dediği otele gitmek en iyisi. Ben onu bulana kadar onun beni bulması da daha iyi. Bavullar peşime takıldı onu taşıyan iki sefille birlikte. Bekleyen hiçbir araba yoktu bir tanesi dışında ve onda da gemideki o garip adam duruyordu. 'El Turco' denilen. Bilimsel olarak sınıflandırılması zor bir kişi. Kimin yanında dursa onun gibi görünüyordu. Gemide bizim mevkide iken hiç sırıtmıyordu, aksine parlaklığı ile bir çok kişiyi cezbediyordu ama o gün beni deniz tuttuğu o sabah, kalktığımda gördüğüm gibi diğer mevkiden insanlarla konuşurken bu sefer onlara benziyordu. Üstündekiler bile sanki solmuş gibiydiler. Şu kenarda bekleyen Gauguin’in sefil tablolarındaki adamlar gibiydi konuştukları… Ve kadın. Fakat kadın çok güzel görünüyor. Sanki buraya ve üstündekilere ait değillermiş gibiler. Ayaklarının dibindeki boş Arjantin şarabı şişesi olmasa kadının Wagner’in Parsifal’ı olduğuna iddiaya girebilirdim. Bir araba yavaşladı. Doluydu. Sadece kaldırımın üstündekilere bakıp uzaklaştı. Şimdi otele gitmek için arabaya ve adama, El Turco’ya sormaktan başka çarem yoktu.

- Mösyö arabayı nereden buldunuz acaba? Diye Fransızca sordum. Fransızca cevap verdi.

- İndiğimde buradaydı mösyö ama isterseniz sizi de istediğiniz yere bırakabilir. .. Ben Emperyal otele gidiyorum.

Yine aynı şey olmuştu. Hatta Alman aksanıyla Fransızca konuştu. Demin gümrükte yanındaki o sokak kadınına benzeyen kadınla birlikteyken, çok rahat o kadının satıcısı diyebilirdim. Başka çare yoktu ve ben de zaten o otele gidiyordum. Bavul taşıyıcıları zaten ben demeden yüklemişlerdi bile. Çok muhtemel hemen şaraba yatıracakları parayı vermemi bekliyordu. Onlara da güldü ve beni beklemeden yüklü bir para uzattı. Güldüğünde onlara benzedi yine. Otele gidip sıcak bir duş yapıp Bakan Jimanez’i beklemeye başlayacaktım. En azından uzaktan da olsa kulaklarımı tırmalayan şu sefil tangodan kurtulmuş olacaktım.

BAKAN

- Hotel Emperyal’e...

Çok acıktım. Otel makam arabasıyla en fazla beş dakika ama içeri girene kadar bir çok kişiyle selamlaşıp, konuşana kadar o kadar zaman uzun zaman geçiyor ki bütün hükümet işleri o sırada konuşuluyor sanırsınız. Yalan da değil. Sendikaların önü kalabalık. Bizim… Peron yine onlarla, işçilerle birliktedir sanırım. Konuştuğumuzda işçileri komünistlere bırakmamak gerektiği söyleyip durur ama bunu bana söylüyor. İşçilere de "askerlere nereye kadar güveneceksiniz" diyordur. Sanki kendi asker değilmiş gibi. O kadın, sevgilisi… Oldukça aklını çeliyor bence. Eva, Evita! 'İşçilerin sevgilisi' diyorlar. Savaş bitti ama büyüyen komünizm belası her zaman buraya sıçrayabilir. Çok iyi tanırım onları. Patagonya’da onlarla mücadele ettim ben. Onlar anarşistti ama olsun bozgunculuk aynı. Oradaki ayaklanmış işçilerin yanında bizim komünist parti yöneticileri kuzu kalır. Hâlâ kalabalık yerlerde yemek yerken ilk başta çekinirim. Bazen tabakları değiştirir, tabağı verdiğim kişinin sessizce yemesini beklerim. Patagonya’da bu bozgunculuk ahçılardan başlamıştı. Kafaları zehirlenmiş insanların elinden zehirlenmek işime gelmez. Otele geldik bile…

Ooo gelmiş bile. Bizim şu Nazi eskisi doktor. Daha doğrusu yeni yatırım aracımız. İspanya’da görüştüğümüzden beri kilo almış gibi. Umarım sahip olduğunu söylediği şeyler Führer'i gibi yok olmamıştır. İçeri girebildiğine göre bizim polis şefini görmüş olmalı. Belki sadece ismimi vermiş olması yeterli olmuştur ama zannetmiyorum içişleri bakanının her adını söyleyenin elini kolunu sallayıp içeri girmesi mümkün mü? Belki de doğrudan geçip girmiştir tabii. Öğreniriz... Arabada yanındaki adam kim? Parlak bir kişilik… Bir asker tavrı var, kararlı ve cesur. Alman'ın yanında ama pek Alman’a benzemiyor. Daha çok onların öldürdüklerinin ten renginde.

Doktorla doğrudan karşılaşmamak için biraz oyalandım. Evrak çantasını açtım. Ben inicem diye kapının önünde birikenler olmaya başladı. Bir iki selam, arada kalmış, takılmış bir işi olanlar ve hatta iş isteyenler, gümrük mevzuatı ve benzerleri. Bir sürü halledilmesi gereken şey ve tabii ki karşılığının alınması şartıyla. Birikmeye başladılar merdivenlerde. Oyalanır  gibi yapıp elime bir belge aldım. Polis istihbaratının son tehlikeliler listesi. Radikal işçiler, İspanyol anarşistler ve komünistler, iki Mapuche şefi, 4-5 Bolivya’lı madenci… Bir gün Peron’un ismini bu listede görsem pek şaşırmam. Birkaç cezaevinden salıverilen Patagonya isyancısı… Bu isimlere bakmak istedim ama dışardakiler oldukça birikti. Şoför kapımı açmış, elimde liste ile indim. Birkaç kişinin elini sıktım. Elimdeki listenin bir parçası sıkıştığım eller arasında kaldı. Her el sıkışımızda birkaç isim sıkışıp yırtılıyordu. Şoföre verecektim ama ona da pek güvenemiyordum. Asker olmayanlara pek güvenmem. Gerçi Peron da var güvenmediklerim arasında ama zaten askerlerin de hepsine güvenmem. Kimseye güvenmem.Tehlikeli şüpheliler kağıdını çantaya tam sıkıştırdım, başımı kaldırdığımda elimi sıkmaya hazırlanıyordu. Bizim Yugoslav geri dönmüş. Büyük yatırımcı, hayalperest ve kumarbaz…

- Ooo hoşgeldiniz senyör Kerovic nasılsınız?

- Sağolun sayın bakan geri geldim savaştan sonra yarım kalanları tamamlamak istiyoruz.

- Ohh ne güzel ne güzel…

- Görüşme şansımız olabilir mi size Madam Florance'ı tanıştırayım.

Bir şey diyemeden bir kadını kendi önüne ve benim önüme çekti. Yugoslav'ın ya yeni yatırımcısı ya da metresiydi. Sadece yatırımcı olamayacak kadar güzel bir kadındı ve bir metres olamayacak kadar çok elmas yüzüğü vardı.

DEVAM EDECEK…


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...