YAZARLAR

Vamık Volkan: Her yasta öfke var

Her yas tutmada, öfkelenme var; çünkü önemli birini kaybettiğiniz zaman içinizde bir yara açılır ve yara açıldığı için ölen kişiye, kaybettiğiniz kişiye kızarsınız. Niye durup durduk yerde ölüp de bütün hayatımı değiştiriyorsun, bana kötü hisler veriyorsun diye kızıyorsunuz.

Yas, çoğu zaman bir kayıp duygusuyla birlikte gelen dış gerçekliği iç gerçekliğe adapte etme çabası gibi gelir bana. Var olan durumu inkâr etmekle yüzleşmek arasında gidip gelen ve türlü duygulara gebe olan çetrefilli bir süreçtir.

Hem bireysel hem de toplumsal anlamda sağlıklı yas tutulamadığında ruhsallığımız patinaj çeker, güç kaybeder ve sağlıklı yeni yaşantılara başlamak pek de olası değildir.

Politik psikoloji alanında dünyanın önde gelen psikiyatrist ve psikanalistlerinden biri olan Prof. Dr. Vamık Volkan’la kayıp duygusu, bireysel ve toplumsal yas tutma süreçleri, sağlıklı/sağlıksız yas üzerine bir söyleşi gerçekleştirdim.

Bu yaslar ülkesinde hepimize bir nebze farkındalık sağlayabilmesi umuduyla…

Prof. Dr. Vamık Volkan

Bazı insanlar yas tutabiliyorken, bazıları ise yas tutamıyor. Bu aradaki ayrımı kişinin psikolojik dinamikleriyle nasıl açıklarsınız?

Yas tutmama diye bir şey yok. Önemli bir kayıp olduktan sonra yas tutma psiko-biyolojik bir süreç olarak gelişir. Fakat insanlar çok çeşitli biçimlerde yas tutabilirler. "İnkar" mekanizmasını kullanan kişi yas tutmaz gibi görünür.

Aklıma bir örnek geldi. On-on bir yıl önce Amerika'da bir komşuyu ziyaret etmiştik. Bu komşu bir doktordu. Benim yas üzerinde çalıştığımı biliyordu. Benimle alay eder gibi konuşmaya basladı. Kendisi hiç yas tutmamış. Zayıf kişiliği olanlar yas tutarmış, ağlarmış, vb. Genç yaşta abisi bir kaza sonucu ölmüş. Daha sonra annesini kaybetmiş. Fakat böyle olaylar dünyada her gün olan şeylermiş. Hayat devam edermiş, vb. vb. Bu arada biz bahçesinde viskilerimizi içiyorduk. Benim boşalan bardağımı doldurmak için bardağımı alıp evinin içine girerken küçük bir böceğin üstüne basıp böceği öldürdü. Aşağı bakıp "böcek gitti" dedi ve ansızın hüngür hüngür ağlamaya başladı, kullandığı "inkar" mekanizmasını benimle konuşurken elinden kaçırdığı için.

Yani örtük de olsa bir şekilde yas tutuyoruz. Bunu başka başka biçimlerde ortaya çıkarsak da... Bir de biriken yaslar var. Örneğin bir ayrılık yaşıyorsunuz. Ve öncesinde yaşadığınız tüm ayrılıkların acısı abanıyor üzerinize. Fatura son yaşadığınız ayrılığa çıkıyor. Yasın da hafızası var mı? Yani yas, tutulduğunda tamamen biten bir şey değil mi?

Bebeklikte başlamak üzere ilişkide bulunduğumuz kişilerin veye şeylerin tasarımlarını aklımızda geliştiririz. İsterseniz şimdi gözünüzü kapayınız ve yanınızda olmayan sevdiğiniz veya nefret ettiğiniz birini hayal ediniz ve bu hayal ettiğiniz tasarımla konuşunuz.

Birisi vefat ettiği zaman onun vücudunu gömeriz. Fakat onun tasarımı aklımızda kalır. Yas tutma bu tasarımla duygularla dolu geliştirdiğimiz ilişkidir. Ağlarız, güleriz, kızarız, kendimizi suçlu hissederiz, bu veya şu hatıra aklımıza gelir. Bu tasarımla olan ilişkimiz zaman geçtikçe yavaşlar. Böylece yas tutma pratik bakımdan sona erer. Fakat ölen kişinin tasarımı tamamen kaybolmaz. Ölümün yıl dönümünde veya ölen kişiyi bize hatırlatan gelişimlerde tasarımla tekrar ilişki kurarız, bu defa kısa da olsa. Yani biz kendimiz ölene kadar bu tasarımla ilişki kurabiliriz.

Peki bazı kendilik hallerimizin de yasını tutuyor muyuz? Örneğin hamilelik sonrası depresyonda veya bir yazarın kitabını yayımlattıktan sonraki yaşadığı boşluk duygusunda ya da bir hayal kırıklığına maruz kaldığımızda yastan söz edebilir miyiz? Yas illa ötekine karşı değil de kendi dönüşümümüze dair de olabilir mi?

Evet, teorik olarak bunlar da yas tutma. Kayıp sonrası gelişen şeyler. Hayalin kaybı. Fakat günlük hayatımızda bu terimi kullanmayız.

Bir de yas tutmayı büyük bir kayıptan sonra geçirdiğimiz şoktan, kayba inanmamaktan, ağlayıp bağırmaktan da ayırmamız gerekiyor. Böyle kederli başlangıç biterken yani kaybın gerçek olduğunu kabullendikten sonra yas tutma başlar.

Öyleyse dediğinizden hareketle şöyle düşünebilir miyiz; herhangi bir şeyin kaybı söz konusu olduğunda bu bir kişi, eşya ya da değer/inanç olabilir, bu durum kontrol etme mekanizmamıza dair bir tehdit unsuru oluşturuyor. Dış gerçekliği kontrol edemiyoruz. Ve yas tutmak ise bu kontrolcülüğü bırakıp var olan duruma teslimiyeti gerektiren bir şey gibi geliyor bana. Hayatla boğuşmaktansa akışına uymak gibi mi yani?

Evet böyle düşünebiliriz.

"Kayıptan Sonra Yaşam" kitabınızda geçen şöyle bir cümle var; "sağlıklı ayrılıklar birbirinin üzerine inşa edilir."

Bu cümleyle kast ettiğinizi biraz daha açar mısınız?

Burada sağlıklı yasa değinmek gerekebilir. Derin ilişki içinde olduğumuz kişinin bazı fonksiyonları üzerimizde iyi tepkiler yaratır. Bu kişi ölünce sağlıklı bir yas tutarsak bu kişinin tasarımının iyi kısımları ile özdeşim yaparız. Böylece onun bazı fonksiyonlarını şimdi biz de yapmaya başlarız. Bu sayede kişiliğimiz zenginleşir. Örneğin sevdiği ve saygı duyduğu bir öğretmeni öldükten sonra (bilinçdışında onun tasarımı ile özdeşim kurduktan sonra) öğrenci hocasının yaptığı şeylerle özdeşim kurar ve mesela hocasının okuduğu kitapları okur veya ders verir. Yas tutan kişiye destek veren kişi kaybedildiğinde, yas tutan kişi bu desteği artık kendisine vermeyi başarır.

Sağlıksız yasla tutulamayan yas arasında bir paralellik var mı?

Yas tutan kişi kaybedilen kişinin tasarımının iyi tarafları ile özdeşim yapacağına (sağlıklı yas) kaybolanın tasarımını o kişi daha hayattayken, bu tasarıma karşı hissettiği ambivalans ile içselleştirir. Böylece yas tutanın içine iyi ve kötü tarafları arasında kavga olan bir tasarım yerleşir. Bu da depresyon gibi semptomlara yol açar. Bu sağlıksız yastır.

Bitmeyen yasta ise, yas tutan kaybedilen kişinin tasarımının özel bir parçasını içe alır. Fakat bu içe alınan parça ile tamamen özdeşim kurmaz. Bu parça sanki başka biriymiş gibi kalır ve kişi devamlı bu parça ile meşgul olur. Ya onu hayata getirmek ister ya da onu öldürüp gerçeği kabullenmek ister. Fakat ne birinciyi ne de ikinciyi yapar.

Bugünkü Türkiye’ye baktığınızda bazı toplumsal kayıplardan, travmalardan sonra tutulamayan yasların nasıl bir etkisi olduğunu söylersiniz?

Bu konu üzerinde bir çalışma yapmadım. Böyle bir çalışmanın yapılması çok önemli bir girişim olur. Toplumsal travmadan sonra paylaşılan yas komplikasyonlu olur. Toplumlarda büyük bir travma yaşandıktan sonra paylaşılmış yeni uğraşlar ortaya çıkar. Var olan kültürel normlar değişir. Paylaşılmış bağlantı nesneleri olarak anıtlar yapılır. Ve bu travmanın yanıtları nesilden nesle devam eder.

Türkiye'de toplumsal yas sürecini politika dışında incelemek ve buna karşı terapötik olarak ne yapılabileceğini araştırmak önemli.

'DİNİ TÖRENLER KİŞİLERİN YAS TUTMASINA YARDIMDA BULUNUR'

.

Kayıplardan sonraki geleneksel bazı tutumların, ritüellerin yas tutma sürecine nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?

Toplumsal yas tutma hakkında bir sual soruyorsunuz. Her toplumun kayıp, travma ve yas tutma ile bağlantılı gelenekleri vardır. Yas tutma ile bağlantılı dini törenler kişilerin yas tutmasına çok yardımda bulunur. Birisinin ölümünden sonra yapılan dini merasimler, kaybedilen kişinin tasarımını ziyaret etmek ve “normal” yas tutmaya başlamak için toplumsal destek verir.

Paylaşılan toplumsal yas tutmaya verilen tipik bir davranış anıtlar yapmaktır. Bu anıtlar bir savaşta kaybolanları, bir felaketin tasarımını veya bir savaş sırasında topluma şeref veren kahramanları hatırlatır. Anıtların değişik duygusal anlamları vardır. Bazı anıtlar toplumun yas tutması için çok önemlidir.

Mesela, Vietnam Memorial Anıtı’nı düşünün. Harp zamanında Amerikalılar ikiye bölünmüştü ve yas tutulamıyordu. Bu anıt yapılınca, ki bu tür anıtların şeklinin psikolojisi de çok önemlidir, harbin yasını tutmayı ve travmanın etkisini biraz aşağı çekmeyi başardılar. Bunun üzerine birçok kitap vardır. En önemlisi de bütün ölenlerin isimlerinin bu anıtta yazılı olmasıdır. Simsiyah bir taş ama yanına gittiğiniz zaman ayna gibi oluyor. Kendi imajınızı bu anıtın içinde görüyorsunuz. Anıtın üzerinde de ölenlerin isimleri var ve siz böylece bir bakıma ölenlerle yeniden birleşiyorsunuz. Ve onlara psikolojik olarak "Allahaısmarladık" demek imkanı oluyor böylece.

'TRAJİK KAZALARDA TOPLUM ŞOK YAŞAYANLARLA ÖZDEŞLİK KURAR'

Bazı toplumsal travmalardan sonra ise yeterince yas tutamadığımızı düşünüyorum. Bununla ilgili neler söylersiniz?

Her yas tutmada, öfkelenme var; çünkü önemli birini kaybettiğiniz zaman içinizde bir yara açılır ve yara açıldığı için ölen kişiye, kaybettiğiniz kişiye kızarsınız. Niye durup durduk yerde ölüp de bütün hayatımı değiştiriyorsun, bana kötü hisler veriyorsun diye kızıyorsunuz. Ama bu ölümler çok ve şiddetli olursa o zaman ben bilinç dışında öfkelenemiyorum, çünkü korkuyorum. Zira kendimle özdeşleştiriyorum bu korkunç şeyleri. Bu durumda yas tutmak çok zor bir şey oluyor.

Burada “öfke” duygusu önemli bir belirleyici sanırım.

Toplumlarda öfkeyi dışarı çıkartmak için bazı gelenekler olabilir. Mesela, ben çocukken Kıbrıs’ta Türk aileleri arasında bir gelenek vardı. Aile para vererek bazı kişileri evlerine alıyorlar ve ölü kişiyi içine alan tabut evden ayrılırken bu kişiler pencereden bağırıyorlardı: “Nereye gidiyorsun? Beni arkada bıraktın. Bana bunu niye yapıyorsun?” Bu gelenek çoktan Kuzey Kıbrıs’ta kayboldu.

Paylaşılan çok büyük travmalardan sonra bazen eski gelenekler yas duygusunun altında büyük bir öfke olduğu için farklı biçimlerde ve kötücül olarak tekrarlanabilir.

Dünya politikasında da toplumsal yas ile bağlantılı gelişimler vardır. Eskiden Osmanlı idaresinde oldukları için çok çeşitli kayıpları olan toplumların bugünkü Türklere olan bakışlarında, birçok başka neden arasında, kayıplardan oluşan öfkenin devam etmesini düşünebiliriz.

Başka bir örnek verecek olursam, Gürcistan’da, Gürcülerle Güney Osetyalılar arasındaki savaştan sonra, Güney Osetyalılar kendilerine ait bir geleneği abarttılar ve kötüye kullandılar. Güney Osetya’da eski bir adete göre bir erkek bir kadına aşık olduğu zaman kadını “kaçırır.” Erkeğin bunu yapacağını hem kendi ailesi hem de eşinin ailesi ve herkes bilir. Bu bir gelenektir.

Ertesi gün adam ve kadın evlenirler. Sovyetler Birliği çöktükten ve Gürcistan bağımsızlığını kazandıktan sonra Gürcüler ve Güney Osetyalılar arasında bir savaş çıktı. Güney Osetyalılar büyük bir travmaya maruz kaldı. Bu olaydan sonra geleneksel kız “kaçırma” abartıldı. Bu defa kızlar gerçekten kaçırılıyor ve taciz ediliyordu. Fakat evlenme olmadan.

Bu söyleşiyi yaptığımız sıralarda Tekirdağ/Çorlu’da bir tren kazası oldu. Çok sayıda ölü ve yaralı var. Bunun olduğu sırada ise yayın yasağı getirildi. Yayın yasağı gibi bazı uygulamalar yas tutma sürecini nasıl etkiler?

Böyle trajik kazalarda “beklenmeyen kayıplar” oluşur ve yukarıda anlattığım yas süreci psikolojisi başlamadan önce kaybedilen kişilerin anneleri, babaları, akrabaları ve yakınları şoka girerler. Trajik kazalardan sonra toplum içinde birçok kişi yas tutanlarla, daha doğrusu şok yaşayanlarla, özdeşim kurar. Çünkü herkes ani büyük kayıplardan korkar ve böyle durumları aniden öğrenmek içlerinde bir reaksiyon ortaya çıkarır. Öteki yandan birçok kişinin verdiği reaksiyon kaybedilen kişinin yakınlarına yalnız olmadıkları hissini vererek yardım eder.

Ben Çorlu kazasında bir yayın yasağı olduğunu bilmiyordum çünkü Kıbrıs’ta bu haberi öğrendim. Daha önce bir yayın yasağı var ise bunun bir nedeni var. Fakat bu nedenin ne olduğunu bilmiyorum.

Vamık Volkan Kimdir?

Virginia Üniversitesi Psikiyatri Fahri Profesörü, Washington Psikanalitik Enstitüsü’nde Fahri Eğitim ve Süpervizyon Analisti, Massachusetts Austen Riggs Merkezi Eğitim ve Araştırma Enstitüsü Kıdemli Erik Erikson Öğretim Üyesidir.

Finlandiya Kuopio Üniversitesi (2005) ve Ankara Üniversitesi’nden (2006) Onursal Doktora ünvanlarına sahiptir.

Viyana’da Dünya Psikiyatri Birliği tarafından Sigmund Freud ödülüne de layık görülen Prof. Volkan, Türk-Amerikan Nöropsikiyatri Derneği, International Society of Political Psychology, American College of Psychoanalysts ve değişik kurumların başkanlığını yaptı. 50’nin üzerinde yayımlanmış ve birçok dile çevrilmiş kitabı; 500’e yakın makalesi var.

Prof. Vamık Volkan 2005, 2006, 2007 ve 2008’de, ortaya koyduğu psiko-politik teoriler ve dünyanın problemli birçok yerinde barış için yaptığı çalışmalar nedeniyle Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.