YAZARLAR

Yalanlar, yanılsamalar çağında aklın ipini tutmak

Bu aşırılık hevesinin, başa çıkılamaz gibi görünen gerçek sorunlardan komplolara kaçmak yönünde bir tür savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum. Giderek daha tehlikeli bir hal alan ortak bir ruh hali bu. Gündeliğin bir parçası halini alan şiddet ve haksızlıklara karşı bir şey yapılamadıkça dilin hatta aklın kendisi dev bir şiddet mekânı halini alıyor. Burada önemli bir risk de sapla samanın birbirine karışması. Her şeye anında aynı şiddette tepki verip sonraki konuya geçmenin gerçek sorunlara verilecek gerçek tepkilerin etkisini azaltması.

Hayatta hiç, beklemediğiniz yerden sıkı bir kazık yediniz mi? Öyle düz, basit bir şey değil ama, planlı programlı, yalanlı manipülasyonlu. “Ben bunu nasıl anlamadım ya?” ile “bu bana yapılır mıydı, yazıklar olsun” duyguları arasında hula hoop çevirten. Bolca flashback'li, aydınlanmalı, salondan çıktıktan sonra günlerce kafada dönmeye devam eden film cinsi kazıktan bahsediyorum. Kazık gibi kazık.

Pek çok kişinin türlü vesilelerle başına gelmiştir sanıyorum. Bu gibi darbeler, hayata tutunduğumuz temel duygu ve prensipleri sarstıkları için tehlikelidirler. Sadece bir ilişki, bir hukuk sona ermemiştir. Güven ve iyi niyet suistimal edilmiştir. Size, sizin sağladığınız olanaklarla ‘saldırılmıştır.’ Anahtarınızı teslim ettiğiniz kişi evinizi soymuştur.

Bu gibi hallerde yaşadığımız en şiddetli duygu ‘artık herkesten her şeyi beklerim’ duygusu olsa gerek. Geleceğin bir anda karanlık bir ormana dönmesi.

Kolay olmasa da çıkmak gerekir o ormandan. Salt ilişkiler alanında değil, bir felaket senaryosunun içinde bile mümkün olduğunca sakin kalmanın, rasyonel düşünmenin önemini bilerek ışığa doğru yürümek gerekir.

Issız bir adaya on kişi düşsek açlıktan birbirimizi yemeden önce ağaç kabuğu ve toprak yemeyi denerdik herhalde. Ölümün soluğunu ensemizde hissederken yanımızdaki insanlara güvenmeye çalışır, birbirimize hikayeler anlatarak hayatta kalmanın yollarını arardık. Dar ve havasız bir yere kapatılsak çırpınarak oksijen tüketmek yerine soluğu ve enerjiyi idareli kullanmanın tek şansımız olduğunu anlardık.

Şahsi ya da toplu, küçük büyük tüm kriz anlarında yapmamız gereken şey, kendimize bir çeki düzen verip mümkün sükunetle yola devam etmek. Dış koşulları değil yalnızca kendimizi yönetebileceğimizi kavramak. Olaylara ve insanlara ruh hallerinin puslu filtresiyle, kötü deneyimin etkisi altında değil gerçekte oldukları şekilde yaklaşmak.

‘Her zaman en kötüsünü beklemek,’ korunmak için, kulağa geldiği kadar iyi bir strateji olmayabilir.

Daha önce de bahsettim. Seçimlerden sonra iyice artan, dolara da endeksli gelecek kaygısı, özellikle büyük kentlerde hayata, ilişkilere çok fazla yansıyor. Beklenmedik olan çok beklenebilir hale geldi ilişkilerde. İyi tanıdığımızı sandığımız insanların içinden birden bir Mr. ya da Mrs. Hyde çıkabiliyor. Hayatın zorluğu, hızıyla beraber ruh kemirici kaygılar insanları birer makine gibi ana kartı yanıp zızzt diye duran tuhaf yaratıklar haline de getirebiliyor.

Kötülük bulaşıcı üstelik, belli davranış kalıplarıyla karşılaştıkça bunları benimseme riskimiz de artıyor. Eleştirdiklerimize dönüşmeye sandığımızdan çok daha yakınız. Nietzche’nin dediği gibi, uçuruma uzun uzun bakarsak, uçurum da bize bakmaya başlayabilir.

Bunların sonuçları ne oluyor bireysel ilişkilerde? Ya çok hızlı ve tekil durumun gerektirdiğinden fazla tepki veriyoruz ya da hiç hareket etmiyoruz ki bir yanımız incinmesin. K’nın ucu göründüğü anda “aha geliyo kazık!” deme refleksi artıyor. Herkes herkesle dostmuş gibi, kimse kimseyle dost değilmiş gibi. Kuralları da katılımcıları da sürekli değişen, bir tuhaf oyuna döndü hayatımız.

Tüm bunların daha genel, toplumsal yansımalarını ise her gün sosyal medyadan gözleyebiliriz. Bir aşırılıklar sirki halinde akıp gidiyor, gümbür gümbür. Her konuda cazip indirimli kutuplaşma olanakları mümkün, linç zaten bedava. Ağa her gün yeni kişiler düşüyor, arenada izleyerek, birçok lince katılmasak da ortak oluyoruz farkında olmadan. Bir gün övülen ertesi gün lime lime ediliyor. Akla ve sağduyuya mukayyet olmak gerekiyor, kısacası. Hamle en ‘beklenebilir’ yerden geldiğinde bile.

Son iki günün menüsünde bir çizgi film vardı. TRT Çocuk’ta yayınlanan “Maysa ve Bulut” adlı çizgi filmde eşeğe tecavüz görüntülerinin yer aldığı iddialarıyla kaynadı ortalık. Ben durumu öğrendiğimde kınamalar, lanetlemelerle yorumlar, gerçeğin önüne geçmişti çoktan.

Videoyu izledim. Evet bir eşeğin yanında tuhaf bir devinim halinde duran bir adam vardı ama ilk tepkim “niye böyle bir şey yapsınlar ki?” oldu. Bilindiği gibi resmi hikaye anlatıcılığımız, bu türden toplumsal gerçekleri göze sokmak değil mümkün olduğunca sümen altı etmek üzerine kuruludur. Salt TRT’de değil, tüm kanallardaki dizilerde çok daha olağan arızalar bile gözlerden saklanır. Cinsellik, farklı cinsel yönelimler, politik meseleler, gündemin yüzde 80’i kurmaca programlarda asla içerilmez. Bu nedenle dizilerimiz bir yanıyla bir tür fantastik zamansızlık, dönemsizlik içindedir. Ya toz pembedir ya da bir trajediler pornosu halinde seyreder ama suya sabuna çok az dokunulur. Hâl böyleyken, TRT’de bir çocuk programının içine eşeğe tecavüz görüntüleri yerleştirmenin herhangi bir mantıklı açıklaması olabilir mi? Durup bir-iki dakika bunları düşünmek görüntüleri tecavüz gibi algılamayı önlüyor zaten.

TRT Çocuk, videoya dair yorumlar üzerine sert bir açıklama yaptı. Açıklamada, efektsiz, ham görüntülerde eşeğini rüzgardan korumaya çalışırken şalvarı rüzgarla sallanan bir adamdan başka bir şey olmadığının anlaşılacağı belirtiliyor. Yorumların hastalıklı zihinlerin iftiralarından ibaret olduğu söyleniyor, müfteriler lanetleniyor ve haklarında gerekli yasal işlemin başlatılacağı kamuoyuna saygılarla arz ediliyor.

Ham görüntülerde durum anlaşılıyor.

Ham görüntüler açıkça gösteriyor gerçekten. Videonun gördüğümüz kısmı, başarılı bir animasyon değil. Ama eşeğe tecavüz falan da söz konusu değil.

TRT açıklaması üstüne, “bu ihtimali akla getirebilecek hiç mi bir şey yok ortada?” sorusu gelebilir akla. Elbette TRT’den eğitim müfredatına, diğer televizyonlarda yayınlanan programlara ve konvansiyonel basın diline her yere büyük oranda cinsiyetçilik, ayrımcılık, ahlakı sadece kadının iki bacağı arasına sıkıştırıp her türden şiddeti fütursuzca içermek türünden büyük arızalar hakim. TRT’de yayınlanan programlarda sansür anlamı devre dışı bırakacak boyutlara varabiliyor. Ama eşeğe tecavüz görüntüsüne yer vermenin, saptanabilir herhangi bir lehte/mantıklı tarafı yok. Bu olayı bu açıdan düşünmek gerek.

Olaya dair tepkilerin korkutucu yanı bana göre şu: Çocuklar için hazırlanan bir TV programında eşeğe tecavüz görüntülerinin yer aldığına onlarca insanın bir anda, kolayca inanması. En kötü senaryoya inanmaya bu kadar meyilli olmak, ihtimal dahilinde olanla olmayana aynı coşkuyla kapılmak, aklın anında devre dışı kalması.

Ben bu aşırılık hevesinin, aşırı tepkilerin, başa çıkılamaz gibi görünen gerçek sorunlardan komplolara kaçmak yönünde bir tür savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum. Giderek daha tehlikeli bir hal alan ortak bir ruh hali bu. Gündeliğin bir parçası halini alan şiddet ve haksızlıklara karşı bir şey yapılamadıkça dilin hatta aklın kendisi dev bir şiddet mekânı halini alıyor. Burada önemli bir risk de sapla samanın birbirine karışması. Her şeye anında aynı şiddette tepki verip sonraki konuya geçmenin gerçek sorunlara verilecek gerçek tepkilerin etkisini azaltması.

Kötülük, kötücüllük ne denli yaygın ve baş edilemez bir hal alsa da, aklımıza sahip çıkmak, galeyana gelmemek dışında bir çaremiz yok. Gerçek durum ve sorunlara harcayacağımız enerjiyi bu gibi şeylere harcamak, var olan oksijenin tüketilmesinden başka bir işe yaramıyor. Bunun yerine Italo Calvino’nun sözüne uymak tek yol galiba: “Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek…”


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.