YAZARLAR

Diplomaside serseri zamanlar

Türkiye diplomaside normatif açıdan bir felaket yaşıyor. Bunun nedeni ekonomide, iç siyasette ya da iç hukukta, kısaca içeride A’dan Z’ye her alana hakim olan iş tutma tarzının dış ilişkilere de sirayet etmiş olmasıdır. Ekonomideki kötü gidişatı da Amerikan müdahalesine bağlayarak faturayı dışa kesmeye kalkışabilirler. Fakat artık çekirgenin yeni bir sıçrayış için şansı kaldı mı emin değilim. 

İzmir’de tutuklanan Amerikalı rahip Andrew Craig Brunson ve New York’ta görülen Halkbank davasıyla bağlantılı gelişmeler, diplomasi gurularının da işaret ettiği üzere ABD-Türkiye ilişkilerini tarihinin en dip seviyesine çekti. Sadece düşmanlar arasında olduğunda anlayışla karşılanabilecek bir takas süreci işliyor. Bu durum, iktidar cenahının kurguladığı gibi basitçe ‘milli’, ‘bağımsız’ ve ‘özgün’ bir dış politika eğilimine karşı Washington’ın hegemonik hezeyanına indirgenebilir mi? Aslında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsında AKP iktidarı ile Beyaz Saray arasındaki ilişkinin türünü Ak Saray’daki damat, ‘aile’ anıştırması yaparak muhteşem özetledi.

Herkes unutabilir ama Erdoğan henüz hiçbir resmi sıfatı olmadan Oval Ofis’teki şöminenin önündeki koltuğa ilişmiş olmanın iktidar yürüyüşündeki yerini aklından çıkaramaz. Geldiği yolu iyi bildiği için yıllar içinde arkasına yığmayı başardığı büyük kitleler de huzur içinde oturmasını garantileyemiyor. Ki şu sıralar ekonomik çöküş mehter ritmiyle gelirken Amerika’dan emin olmak herkesten çok onu ilgilendiriyor. Handiyse bu minvalde anti-emperyalist bir fasıl açmaya kalkışanlar yüzünden işte bu notu düşmek elzem oldu!

Klişe olacak ama onurlu dış politika evvela tutarlı olmayı gerektirir. Bağımsız dış politika ise daha fazlasını: Her bakımdan hakkı verilerek inşa edilmiş kale gibi evde oturmadan olmaz. Borçla değil üreterek büyüyen bir ekonomiyle; ele geçirilmiş değil bağımsız bir yargıyla; kurumsallaşmış yapılarla, gel-gitler değil güçlü teamüllerle, tek adamın noteri değil denetleyen ve yol gösteren bir parlamentoyla; ‘ulusal onur’ diyerek dış politikadaki yanlışların arkasına dizilen değil iktidara ayna tutacak ve dizginleyecek gerçek bir muhalefetle; ve tabii gerçek ve özgür bir medyayla olabilir.

***

Artık çekilmez hale gelen bu efelenmelerin, ABD’nin dayattığı küresel düzenle hesaplaşma ya da benimsenen özgün bir dış siyasetle ilintisi birer efsaneden ibaret. Meselenin milat noktasında fevkalade ‘kişisel’ unsurlar yatıyor. Sorumlu olanı görmek için tekrar tekrar zurnanın zırt dediği yere yani başlangıca gitmek gerekiyor. Kriz, Türkiye, İran’a yönelik haksız yaptırımlara eşlik etmediği için mi bu noktaya geldi? Alakası yok. O vakit, “İran benim komşum, ticari ilişkileri kesmem” diyen Türkiye, Amerikan yaptırımlarından zaten muafiyet kazanmış bir ülkeydi. Hikaye bu değildi. Halkbank üzerinden yaptırım delme mekanizması oluşturan, bu mekanizmayla İran’a para transferleri yaparken komisyon (rüşvet) alıp kişisel servetlerini katlayan, aynı mekanizma çerçevesinde ülkenin dış ticaret hacmini İran namına altın-giriş çıkışlarıyla şişiren ve bu şekilde vatandaşını enayi yerine koyan bir müptezellik sayesinde ülke berbat bir noktaya geldi.

Türkiye bile bile küçük hesaplarla yaptırımlarla yüz yüze bırakıldı. Ülke bu kadar dar boğaza sokulmuşken Halkbank’la ilgili kesilecek cezalar da şimdi uykularını kaçırıyor. Ayrıca Halkbank davası derinleştirildiği takdirde ucunun kime kadar gideceğini de ilgili herkes biliyor. Anladığımız kadarıyla Brunson’a karşı eski Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın takasıyla ilgili anlaşma da bankayla ilgili biri idarenin diğeri savcılığın yürüttüğü iki yeni soruşturma. Pazarlıkta el sıkışıldıktan sonra ilaveten davanın tamamen çekilmesi şartı koşulmuş ki bunu Mahmutpaşa esnaflığı bile kaldırmaz!

Kişisel hırslar uğruna ülkeyi ağır bedellerle karşı karşıya bırakanların bunu şimdi kalkıp onurlu dış politikayla, küresel egemenlere karşı dik duruşla, liderler ligine oynayan Türkiye’nin önünü kesmeye çalışan dış güçler safsatasıyla geçiştirmeleri mümkün değil.

***

Dış politikada imza attıkları yanlışlıkların sonuçlarından kaçmak için diplomasiye sıra dışı iki enstrüman eklediler: Şantajcılık ve rehinecilik. Son zamanlarda rehine siyasetiyle Almanya ve Fransa ile yaşanan rezaletler belki iktidarın istediği sonuçları verdi ama çekirge üçüncü sıçrayışında Amerikan sahasında dalda kaldı. Ortada yargı diye bir şey bırakmayan iktidarın, ‘Türk yargısının bağımsızlığı’ argümanıyla rehine siyasetine itibar kazandırmaya çalışması nafile. Türkiye’yi izleyenlerin buna karnı tok. Diplomasinin tarihi ve beynelmilel ilişkiler düzeni AKP ile başlamadı. Sistem 16 yılda iktidarın ‘yoğurt yeme’ biçimiyle mihenk taşını kaybetse de “Yanlış nedir” sorusunun yanıt bulacağı diplomatik birikim dağlarca. “Diplomasiyle işimiz olmaz” diyecek kadar açık yürekli de değiller. Önümüzde biriken kurusıkı racona bulanmış dış ilişkiler karmaşası. Yoksa ‘raconatif diplomasi’ mi demeli? O da değil. Çünkü raconun da bir raconu var. Bizdeki tepeden tırnağa tutarsızlık:

Müttefiklerle ilişkiler sarpa sardığında ‘millici’ olan, azıcık yüz gördüğünde ‘enternasyonel’ kesilen…

Sabah kendilerine neredeyse ‘antiemperyalist’ dedirtecek kadar köpüren, akşam (son NATO zirvesinde Donald Trump’la paslaşmalarda görüldüğü üzere) küresel liderlerden biriyle tokalaşmayı böbürlenme vesilesi yapıp ilişen…

Halkın önünde “Adalet ve İçişleri bakanlarını kara listeye mi aldılar, misliyle yanıt veririz” diye efelenip arkadan “Bu işi düzeltin” diye adamlarını seferber eden…

Türkiye diplomaside normatif açıdan bir felaket yaşıyor. Bunun nedeni ekonomide, iç siyasette ya da iç hukukta, kısaca içeride A’dan Z’ye her alana hakim olan iş tutma tarzının dış ilişkilere de sirayet etmiş olmasıdır. Ekonomideki kötü gidişatı da Amerikan müdahalesine bağlayarak faturayı dışa kesmeye kalkışabilirler. Fakat artık çekirgenin yeni bir sıçrayış için şansı kaldı mı emin değilim.

***

Elbette ABD’nin yaptırım ve müdahaleci politikaları küresel küstahlıktır. Bunu savunacak halimiz yok. Sıra Türkiye’ye gelmeden önce de bu küstahlık vardı. Trump’la da başlamadı. Sadece şunu söylemeye çalışıyorum: Amerikan küstahlığı, Türkiye’yi ateşe atanların akıldışı eylemleri için mazeret sayılamaz. İktidar sahipleri kendi hukuk dışı eylemleriyle, yıllardır sırtlarını dayadıkları bu küstahlığa yakalarını kaptırdı. Müsaade edin de Amerikan müdahaleciliğini yerin dibine batırırken Türkiye’yi topyekûn yakanların sorumluluğuna da parmak basmış olalım.

Belli geri adımlarla bu kriz atlatılsa bile iktidarın dış ilişkilerde normatif düzene dönmesi zor. Diplomaside de tuz koktu. Şu türden beylik laflar edebiliriz ama nafile: Türkiye’nin bütün komşularıyla gerilimleri emen rasyonel ilişkilere yönelmesi, bunu yaparken ucuz hamasi yüklerden kurtulması, AB ile ortaklık sürecine samimi bir şekilde dönmesi, yanı sıra Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS gibi ortaklıklarla alternatiflerin genişletilmesi, bu yönelimleri eksen kayması ya da Batıcılık-Avrasyacılık zıtlığına hapsetmeden gerçekleştirmesi pekâlâ mümkün.

Yeni rejim ve cari parametrelerle bütün bunlar hayal. Normal zamanlarda “Stratejik müttefikim” diyerek böbürlendiği bir ülkeyle dahi bağlarını ‘takas ilişkisi’ne indirgemeyi başarmış bir iktidar neyi sağlıklı yapabilir ki hayli emek gerektiren çok yönlü ve tutarlı bir dış politika çizgisini tutturabilsin.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.