YAZARLAR

'Medeniyet çınarı'nın bir dalı olarak AKP

Medeniyetçi siyaset, görünüşte AKP’nin inşa ettiği “yeni Türkiye” için dünyada bir alan açan, dış ve iç siyasette bağımsız davranabilme kudreti kazandıran bir ideolojik çerçeveydi. AKP’li Türkiye, kendini tarih boyunca İslam’ın kılıcı olmuş bir devlet geleneğinin devamı olarak sunduğunda, İslam dünyasına aitmiş gibi durabiliyordu. Ancak kendi deneyimini İslamcı gruplara laik ve demokratik siyasetin bir modeli olarak önerdiği oranda da, o dünyanın dışına çıkmış oluyordu.

Medeniyet paradigması, AKP’nin ideolojik repertuvarına 2012 yılında eklendi. Söz konusu dönüşüm, AKP’nin dördüncü kongresinde Erdoğan’ın yaptığı konuşmayla resmen ilan edilmiş oldu. Konuşma, AKP’yi sadece adalet ve kalkınma mücadelesi değil, aynı zamanda medeniyet mücadelesi yürüten bir güç olarak tanımlıyordu. Mücadelenin başlangıcı için Türklerin Anadolu’ya giriş yılı olan 1071 işaret edilmekteydi. Osman Bey’in göbeğinden çıkan ve Cumhuriyet’e doğru uzayan “medeniyet çınarı”nın kökleri, Anadolu’nun fethine kadar götürülmüştü. Erdoğan, dalları dünyayı kaplayan bu çınarın gölgesinde bir sevgi medeniyeti vücuda geldiğini iddia ediyordu. Batı dünyasını kaygılandıran medeniyetler çatışması riskinin karşısına, sadece bu sevgiye dayanan bir medeniyetler ittifakı anlayışıyla çıkılabilirdi. Başbakan, böylesi bir ittifakın olanaklarının somut olarak sınanacağı Arap Baharı’nı coşkuyla selamlıyor ve Kürt sorunu için çözüm arayışlarını da bu çerçeve içine yerleştiriyordu.

Aslında medeniyet kavramının siyasi ve ideolojik bir anlam verilmiş haliyle ilk defa karşılaşmıyoruz. Modernleşme tarihimizin tamamını bu paradigma çerçevesinde anlayan köklü düşünce akımları var. Medeniyet, düşüncemizin düzeni içine ilk olarak on dokuzuncu yüzyılda Avrupa dillerindeki “civilization” sözcüğünün karşılığı olarak girmiş bir terim. Türklerin Arapçadan türettiği ve Arapların o zamana dek bilmediği bu kavram, modern Avrupa ile etkileşimin yarattığı sorunları anlama ve yorumlamanın zemini olsun diye türetilmişti. Avrupa, dünyanın geri kalanını “ilkel” olarak görüyor ve kendine bir medenileştirme misyonu yüklüyordu. Aslında yayılma ve tahakküm arzusunun ifadesi olan sömürgecilik, bu sayede “Batılı adamın” taşımak zorunda olduğu bir yük, bir tür soyluluk ödevi gibi sunuluyordu. Osmanlılar ise Avrupa’yı yüzyıllar boyunca küfre karşı yürütülen cihat ve gaza geleneği üzerinden tanımış ve tanımlamışlardı. Ne var ki, değişen güç dengeleri ve sekülerleşme süreci Osmanlı’ya, Avrupa’nın üstünlüğünü temellendiren medeniyet kavramını, kendini Avrupa’ya göre tanımlamanın mecburi zemini olarak dayatmaktaydı.

Medeniyet, yerine göre, geçişken bir model, kaprisli bir destekçi veya güvenilmez bir hasım olarak değerlendirilebiliyordu. Mesela Namık Kemal, insan emeğinin ortak mahsulü olarak gördüğü ilerlemeleri “iktisab-ı medeniyet” siyasetiyle kendimize mal etmemizi önerirken, Mehmed Akif medeniyeti “çelik zırh” olarak tarif edip “tek dişi kalmış canavara” benzetebiliyordu. Ziya Gökalp kültürümüzden vazgeçmeden de medeniyetimizi değiştirebileceğimizi söylerken, Kemalist aydınlar kültür ile medeniyet ayrımını yararsız, düpedüz yanlış bir anlayış olarak mahkûm edebiliyordu. Atatürkçüler, buradan Batı’nın teknik ve kültürünü bir arada almanın gerekliliğini savunan bir “muasır medeniyet” anlayışı çıkarmıştı. Tartışmanın bir tarafında da İslamcılar vardı. Hatta medeniyet tartışması, İslamcıların Kemalizm ile hesaplaşmasının en geniş halkasını oluşturur dense yeridir. “Bizim” medeniyet derken, İslamcılar öz olarak, geçerliliği vahiy yoluyla güvenceye bağlanmış bir hakikatin örgütlediği insanlar topluluğunu anlarlar. Bu bakımdan İslam medeniyeti, hem Türkiye’deki Batıcılara hem bizzat Avrupa’ya dinin vereceği cevabın en geniş zemini olarak işlev görür.

İslam için bir referans oluşturduğu ölçüde medeniyet, rekabetçi ve çatışmacı bir nitelik taşır. Böyle bakıldığında, Erdoğan’ın dilinden dökülen medeniyet düsturunun, İslamcı gelenek ile muğlak ve pragmatik bir bağ kurduğunu söylemek yanlış olmaz. Kongrede yapılan konuşmanın, medeniyet kavramına en çok yatırım yapmış aydın olan Sezai Karakoç’un dizeleriyle başlaması herhalde bir tesadüf olmasa gerektir. Karakoç, “kullanmamak ve kullandırmamak” maksadıyla medeniyeti asıl “bizim” geliştirmemiz ve denetlememiz gerektiği inancındaydı. Oysa Erdoğan, farklı olarak, medeniyet dediğinde öncelikle Müslüman Türk toplumlarının geliştirdiği bir “devlet geleneğine”, sonra da uyum ve ittifak üzerine kurulmasını önerdiği bir “dünya düzenine” gönderimde bulunuyordu. Üst üste gelen seçim başarıları ve Davos krizinden sonra doruk yapan özgüven, bu söylem değişikliğiyle bir arada çok anlamlı gözüküyordu. Ancak AKP’nin medeniyetçi siyaseti, Karakoç veya Kısakürek gibi İslamcı düşünürlerin anladığı ve önerdiği türden bir şey değildi. AKP, muhafazakâr demokrasiyi işler kılan formülü burada da aynı şekilde uyguluyordu: “Hem o hem bu olmak ve ne o ne bu olmak.”

Medeniyetçi siyaset, görünüşte AKP’nin inşa ettiği “yeni Türkiye” için dünyada bir alan açan, dış ve iç siyasette bağımsız davranabilme kudreti kazandıran bir ideolojik çerçeveydi. AKP’li Türkiye, kendini tarih boyunca İslam’ın kılıcı olmuş bir devlet geleneğinin devamı olarak sunduğunda, İslam dünyasına aitmiş gibi durabiliyordu. Ancak kendi deneyimini İslamcı gruplara laik ve demokratik siyasetin bir modeli olarak önerdiği oranda da, o dünyanın dışına çıkmış oluyordu. Yaptığı İslamofobi eleştirisi, “one minute” veya Mavi Marmara seferi gibi çıkışlarla mazlum Filistin halkından yanaymış gibi görünebiliyordu. Buna karşın, Çeçenler, Azeriler ve daha birçok Müslüman topluluğun mağduriyetlerini yok sayarak Moskova ile yakınlaşmakta hiçbir beis göremiyordu. Tüm bu salınımlar, medeniyetçi söylemin esasını yeni Türkiye’nin değil, Erdoğan ve AKP’nin iktidarını pekiştirme gayesinin oluşturduğunu net bir şekilde gösteriyordu. Yaşanan ideolojik dönüşüm asıl işlevini, değişen dünya ve ülke koşullarında açığa çıkan fırsat ve tehlikeleri, iktidar lehine değerlendirecek bir stratejik muğlaklık düzeyi yarattığında yerine getirmiş oluyordu.

Biz bu medeniyetçi belirsizliğin somut sınırlarını ilk olarak, Kürt sorunu için geliştirilen “barış sürecinin” uğradığı akıbette görmüş olduk. AKP, muhafazakâr demokrat olduğu dönemlerde, dış siyaset aracılığıyla iç siyaseti dönüştürmenin olanakları konusunda ziyadesiyle talim yapmıştı. Bu sefer, dışarda güçlü olabilmek için önce içerde güçlü olmak gerekir düşüncesinden hareketle Kürt sorununu da medeniyet çınarının gölgesine almak istemişti. Ancak bu konuda olası gelişmeleri, örgütün silahtan vazgeçmesi ve HDP’nin terörü açıkça kınaması şartına bağlamayı da ihmal etmemişti. Doğrusu, süreç boyunca silahlı saldırı yapmamış olsa da, örgütün silah bırakma konusunda isteksiz olduğu daha en baştan belliydi. Ayrıca HDP’nin benimsediği siyasi kimlik ve seçmen tabanıyla kurduğu ilişki nedeniyle, AKP’nin beklediği türden bir terör kınaması yapması ne mümkün ne de makuldü. Bu kısıtlamaların kaynağındaki yapısal muğlaklığın üstü, işine geldiği müddetçe AKP tarafından, akil insanlar heyeti oluşturmak veya analar ağlamasın gibi söylemler geliştirmek vasıtasıyla örtülmüştü.

7 Haziran seçimlerinde HDP, kampanyasını “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı etrafında örgütleyinceye kadar bu tutum korundu. Ancak seçimden sonra Y. Akdoğan’ın “Bundan sonra Çözüm Süreci’nin sadece dizi filmini çekersiniz” açıklamasıyla barışın bittiği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış oldu. Çözüm Süreci ile ilgili çok sayıda dizi çekildi çekilmesine, ama tersinden. Yani devlet desteğiyle ve barış arzusunu tümüyle mahkûm eden bir anlayış içinde izleyicilere sunuldu. Başlangıçta dışarıda güçlü olmak gerekçesiyle uygulamaya konan süreç, zülfü yâre dokununca Kürt sorunundaki medeniyetçi çözümü açmaza sokmuştu. Varılan noktada sürecin, ortak iyiliğe yaptığı katkıyla değil, AKP’nin iktidarını pekiştirmede üstlendiği işleve göre değerlendirildiği herkesçe görülebiliyordu. Yani AKP’nin operasyonel ideolojisi açısından esas olan, çözüm siyasetinin stratejik değeri ve kendi seçim başarısına yapacağı katkıydı. Bu yüzden silah bırakma ve terörü kınama koşuluyla ilgili muğlaklıklar hızla giderildi ve Kürt meselesi hızla “yerli ve milli” bir siyasetin karşı dayanaklarından birine dönüştürüldü.

Medeniyetçiliğin diğer bir sınırı, AKP’nin Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı fırsatları değerlendirirken içine düştüğü açmazlarda somutlaşmıştı. Tunus’ta başlayan eylemlerin Libya’yı aşıp Mısır’a varması, Arap toplumlarının demokratik özgürlükleri ve hakları sahiplenen devrimler başlattığı yönünde güçlü kanaatler uyandırmıştı. Gelişmeler, medeniyetler çatışması tezinin siyasal iddiası olan, İslam ve demokrasi arasındaki uyuşmazlık meselesi için bir çözüm olanağı yaratmış gibi görünüyordu. Medeniyetçi siyasete küresel düzeyde bakıldığında, AKP’nin Türkiye deneyimi böylesi bir çözümün somut örneği olarak gösterilebilecek düzeyde bir değer taşıyordu. Erdoğan, bu bakıştan kaynaklanan kredisinin tamamını Arap Baharı’nın kendisi için yarattığına inandığı siyasi fırsatlara yatırdı. Çoğunlukçu demokrasi mantığıyla bakıldığında, bu ülkelerin Müslüman seçmenlerinin Türkiye’dekine benzer bir modele ihtiyaç duyacağı ona tartışmasız gözüküyordu. Geriye, İslam dünyası için uygulanabilir bir demokrasi modeli sunarak tüm dünyaya gücünü göstermek ve kendisinin medeniyetler ittifakı için taşıdığı önemi kanıtlamaktan başka bir iş kalmamıştı.

Ancak AKP’nin anladığı ve uyguladığı biçimiyle demokrasi, bir modelden çok endemik bir bitkiye benziyordu. Bunu, Türkiye’de demokrasi ve din arasındaki ilişkinin mümkün kıldığı siyasi fırsat yapısının diğer ülkelere genellenemez olduğunu belirtmek açısından özellikle vurguluyorum. “Laiklik din düşmanlığı değildir” biçimindeki İslamcı klişe, yıllar boyunca Türkiye’de demokratik siyasete İslamcı bir perspektiften katılmanın mümkün ve meşru koşulunu oluşturdu. Ancak, en azından biçimsel açıdan, anayasası şeriatı esas almış Müslüman ülkelerdeki İslamcı hareketler için aynı koşul geçerli değildi. Nitekim Erdoğan bu klişeyi Mısır seyahati sırasında dile getirdiğinde, Müslüman Kardeşler nezdindeki popülerliği hızla kayboldu. Açıkçası, AKP tarzı stratejik muğlaklık, “ihvan” açısından siyasetlerini ilerletecek bir model değil, ancak geriye atılmış bir adım olabilirdi. Başta büyük tezahürat gösteren birçok İslamcı yorumcunun, sonradan Erdoğan konusundaki hayal kırıklığını Mısır basınında dile getirmesi bunu açıkça gösteriyordu.

Medeniyetçi siyasetin içeriden ve dışarıdan karşılaştığı bu iki sınır, Rusya’nın sürece dâhil olması ve Rojava’da Kürt sorununun bölgesel karakterini hissettirmesiyle beraber Arap Baharı’nın açtığı fırsat pencerelerinin tümüyle kapanmasına yol açtı. Sonuçta AKP’nin demokratik potansiyelinin cılızlığı ve bir model olarak demokratikleşen ülkeler açısından yararsızlığı daha da berraklaşmış oldu. Çünkü Türkiye’de insan hakları ve demokrasi açısından önemli bir parametre olan Kürt sorunu, Kobane olaylarıyla beraber yeniden çatışma dinamiğinin etkisine girmişti. Türkiye’nin bir bölge gücü olabilmesi için önce Kürt sorununu çözmesi gerektiği argümanı, Suriye’deki Kürt hareketinin bu siyasetin önüne engel olarak çıkmasıyla kendi içinde çelişkili hale gelmişti. Dünyaya kendini bir model olarak sunan AKP’nin medeniyetçi siyasetinden geriye sadece reisçi ve baskıcı bir iktidar aygıtı yadigâr kalmıştı. Artık çanlar, partiyi medeniyet çınarının bir dalı olarak kuran bu ideolojik söylem için çalıyordu. Şimdi sıra “yerli ve milli” olmanın erdemlerini keşfetmeye gelmişti.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.