YAZARLAR

Eğitim hakkı ve yurttaşlık

Kamusal eğitimin ortadan kaldırılmasının, eğitimin paralı hale getirilmesinin ve cemaat-tarikat ilişkilerine devredilmesinin ilk sonuçlarını 2000’lerin ortasında görmeye başladık. Liyakat usulünün tamamen ortadan kaldırıldığı bir dönemde neredeyse bütün cemaat-tarikat unsurları, kontenjanlarla devlet kadrolarına yerleştirildi. Nitelikli bir kamusal eğitimden yararlanamayan halk sınıfları için üniversiteye girmek boş bir hayal haline geldi.

1990’lı yılların sonlarında İzmir Atatürk Lisesi’nde öğrenciydim. Bir kenara koyulacak gibi değil ama yine de erkek lisesi olmasını bir kenara koyarsak çok da güzel bir öğrencilik dönemi geçirdim. O işin özel kısmı, fakat öğrenci olma durumunun bir de kamusal kısmı vardı. Herkesin bildiği, bugünün gündemi olan ve fakat nedense kimsenin konuşmadığı gündemler yer alıyor bu kamusal kısımda. Muhtemelen aynı dönemde her eğitim kurumunda farklı farklı deneyimlenen. Eğitim Sen’in geçen haftalarda yeni Milli Eğitim Bakanı’na sunduğu kıymetli raporları okuyunca ve son sınavlardaki artık alıştığımız öğrenci performanslarını görünce, Türkiye’de en uzun soluklu ve kritik mücadele alanının bir hak olarak eğitim alanı olduğunu yeniden idrak ettim.

Eğitim meselesi, doğrudan doğruya modern yurttaşlık bağlamında bir hak olarak ele alınmıştır. On sekizinci yüzyıldan başlayarak Aydınlanma düşünürlerine, ansiklopedistlerin temel motivasyonlarına baktığınızda kamusal eğitimin, hakkını arayan ve hakkı için mücadele eden, hak taşıyıcı bir yurttaş ile ilişkisini kurmak çok zor olmaz. Dolayısıyla bir hak olarak eğitim fikri, eğitimin devlet tarafından ücretsiz ve nitelikli bir biçimde verilme zorunluluğunun ötesinde; devlet karşısında güçlenen, kendisine yapılanı sorgulayan ve siyasal katılma hakkını oy vermenin ötesinde kullanabilen bir yurttaş idealiyle daha geniş bir hak kategorisi içinde değerlendirilmelidir.

1990'LARDA YOĞUNLAŞAN SÜREÇ

1990’lı yılların sonunda öğrenci olma durumumun kamusal kısmı bununla ilgilidir. Yaklaşık yirmi yıl sonra bugünümüzde derinleşen sorunların ortaya çıkış momentlerine denk düştüğünü düşündüğüm birkaç örnekle bu kamusallığı anlatmak isterim.

Birincisi bugün pek hatırlanmasa da Türkiye sağının cemaatleri yaygınlaştırma ve destekleme faaliyetlerinin devletin okullarına doğru genişletme hamlesidir. Bugün cemaatlerin artık çok açıkça kamu kontenjanları ile desteklendiği Erdoğan rejimine gelmemiz de bir günün işi değil. Erdoğan ile ittifak içinde olan cemaatlerin devlet teşkilatları içinde kullandığı ayrıcalıklar herkesin malumu, Erdoğan’a muhalif cemaatlerin sönen yıldızlarının da. Bir tür saray oyununa dönen cemaat devlet ilişkisinin toplumsallaşmasının ilk gelişimi belki de cemaatlerin eğitim sistemine sızması ile oldu.

90’lı yıllar Türkiye’de kamusallığın her boyutuyla tasfiye edilmeye başladığı bir siyasal-ekonomik sistemin tüm ağırlığı ile hissedilmeye başladığı yıllardı. Kamusal olan her şeyin tasfiye edildiği, iş güvencelerinin sistematik olarak kaldırılmaya başladığı, emekçi sınıfların kazanımlarının tasfiye edilme çabasının yoğunlaştığı, kişiyi bütün haklarından ve haklarını savunmak için giriştiği örgütlerden ayırarak bir başına ve çıplak bırakan bir sermaye stratejisinin içindeydik. Tansu Çiller’in kendi zavallı ufkundan dünyanın tek komünist ülkesi olarak tanımladığı Türkiye’de o güne kadar yarım yamalak oluşmuş sosyal haklar bir bir elden gidiyordu. Bunlar yapılırken ülkenin bir bölümünde girişilen ve devletin resmi teşkilatı içinde yer almasa da devlet adına hareket eden çeteler aracılığıyla yaratılan ırkçı ideoloji ile yurttaşlığın hak arama hakkı olarak gelişeceği alanlar da bölünmeye, kapatılmaya çalışıyordu. Yani sosyal haklar tasfiye edilirken Kürtlere karşı oluşturulmuş yüz yıllık devlet politikası bir eşik daha atlamış ve Türkiye sağı neo-liberalizmle kol kola giden bir ırkçı dalgayla 12 Eylül rejimini konsolide etme uğraşındaydı. Irkçı dalga ile bütün hak arama mücadeleleri terör çemberine alınmaya başlamıştı daha o günlerden.

YOKSULLARIN YURTTAŞLIK ÇEMBERİNDEN ÇIKARILMASI

İşte o günlerde, özellikle yoksulların, İzmir’e doksanlardaki göç dalgası ile gelmiş Kürtlerin çocuklarının, işçi sınıfının sendikasız ve taşeron kesimlerinin çocuklarına cemaatlerin açık ilgisi görünüre çıktı ve devlet tarafından desteklendi. Lisede yönetimle yaşadığımız ilk kamusal tartışma Adnan Oktar’ın Harun Yahya adıyla yayımladığı bilim karşıtı kitapların okul kapısında dağıtılması ve bunun yönetimce desteklenmesi karşısında oldu. Fethullah Gülen cemaatinin dershaneleri ve okulları bir başarı efsanesi olarak yayılıyordu. Buralara gidenler yurttaşlığın kurmaya çalıştığı hak çemberinden çıkarak cemaatin ayrıcalık çemberine giriyordu.

Cemaatleşmeyle kol kola giden ikinci mesele eğitimin paralılaşmasıydı. İzmir Atatürk Lisesi’ne kayıt olmaya cebimizde para olmadan annemle gittiğimi ve geri çevrilen ailelerle birlikte yaşadığım utancı hatırlıyorum. O dönemde bir kayıt parası çıkmıştı, gerekçe olarak devletin yeterli katkıyı yapmadığı söyleniyordu. Daha sonra katkı payı adlı bir uygulama çıkardıklarında “eğitim haktır satılamaz” adlı bir siyasal kampanyayı okulumuzda örgütlediğimizi hatırlıyorum. Bu kampanya sırasında tartıştıklarımızın, olacağını söylediklerimizin olması liseliler olarak o günkü haklılığımıza işaret etmiyor, çünkü o günlerde bizler de liseliler olarak "yok bu kadarı da olmaz" diyorduk özel konuşmalarımızda. Fakat oldu, bizzat AKP hükümetleri tarafından devlet okulları niteliksiz okullar olarak işaretlendi. Eğitim ayrıcalıklar sistemi üzerinden paralılaştırıldı. Devlet eğitim öğretim alanını yurttaşlık çemberinden çıkararak cemaat ayrıcalıkları üzerine odakladı. Son sınıfta tanıştığımız ücretli öğretmen adındaki arızi kategoriyi sistematik bir uygulama haline getirdi, öğretmenliği adım adım itibarsızlaştırdı. AKP’nin Türkiye sağının hiç cesaret edemediği kadar yoğun bir biçimde eğitimi cemaat-tarikat kurumlarına açması ve yapılan yasal düzenlemeler ile özellikle sosyal haklarından yoksun bırakılmış sınıfların çocukları cemaat-tarikat kapalı ilişkileri içinde atıldı. Tarikatların yurtlarında yaşanan tacizler, tecavüzler, yangınlar böyle geldi.

Kamusal eğitimin ortadan kaldırılmasının, eğitimin paralı hale getirilmesinin ve cemaat-tarikat ilişkilerine devredilmesinin ilk sonuçlarını 2000’lerin ortasında görmeye başladık. Liyakat usulünün tamamen ortadan kaldırıldığı bir dönemde neredeyse bütün cemaat-tarikat unsurları, kontenjanlarla devlet kadrolarına yerleştirildi. Nitelikli bir kamusal eğitimden yararlanamayan halk sınıfları için üniversiteye girmek boş bir hayal haline geldi. Öğretmen açığına rağmen yapılmayan öğretmen atamaları, ücretli öğretmenliğin sistematik hale getirilmesiyle sürdürülen eğitim sistemi, bir ihtisas mesleği olan öğretmenliği itibarsızlaştırdı. Öğrenciler ile öğretmenin kurduğu ilişki bir para ya da tarikat cemaat ilişkisine çevrildi.

İşte AKP’nin öncellerinin oluşturduğu, Erdoğan rejiminin kurumsallaştırdığı ayrıcalıklar üzerine kurulu eğitim politikası budur. Sınavlarda ortaya çıkan sonuçların da onlar açısından bir başarısızlık olarak tanımlandığını düşünmüyorum. Çünkü hedeflenen de budur. Peki ya bizim açımızdan? İşte bu yüzden Eğitim Sen’in Bakan’a sunduğu raporları* daha geniş kamusal platformlarda tartışmak, ötesine geçerek bugünümüz ve yarınımız için geçerli ve etkili kamusal eğitim modelleri yaratmak, devlet alanı içinde ve dışındaki platformlarda kamusal bir eğitimin, yeni bir müfredatın nasıl olacağını, toplumcu bir eğitim modelinin yirmi birinci yüzyılda nasıl kurulacağını modellemek zorundayız.

*Raporlara buradan ulaşabilirsiniz.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.