YAZARLAR

Büyük biraderin büyük çaresizliği

Bunca gizliliğin, mahremiyetin nedeninin kulluğu sürekli kılan ahlak rejimlerinin işi olduğu ortada; üstelik bu ahlak sadece geleceği üzerinde son derece sınırlı söz hakkı olan ortalama insan için geçerli, hiyerarşinin tepesindekiler için değil. Hakikatsizliği, yani gizlemeyi, gizlenmeyi, mahremiyeti, dolayısıyla kulluğu geriletmeyi esas alan bir ahlak rejimi Büyük Birader’i, büyük insanlık üzerine yaptığı insafsız seferinde mağlubiyete mahkûm edecektir.

Hakikat, özgürleştirir. Bu söz kuvvetini hem hakikatin hem de özgürleşmenin insan eyleminin varıldıkça ötelenen daimi ufukları olmalarından alıyor olsa gerek, yoksa başka birçok konuda hem de hiç anlaşamayan toplum kesimleri bu söze hep birden neden sarılsınlar… İnsan ne yapsa da tutsaklıktan bir türlü kurtulamadığı için, gizini sürekli açmak zorunda olduğu bir gerçeklik tarafından kuşatıldığı için hakikat onu şeksiz şüphesiz özgürleştirir. Bu kabullerle varılacak en kestirme ve çarpıcı sonuç, insanı sürekli olarak yeniden üreten toplumsal-siyasal mekanizmaların tutsaklık ve hakikatsizlik tarafından karakterize edildikleridir. Esasen bu mekanizmalar birbirlerini gerektiren hakikat (gizleme) ve özgürlük (tutsaklık) rejimlerine dayanırlar. Bu bakımdan şöyle de denebilirdi: Özgürlük, hakikate erdirir. Başka bir deyişle insan tutsak alındığı için hakikatten mahrum bırakılabileceği gibi, hakikatsizliğe maruz bırakıldığı için tutsak alınabilir.

Toplumsal bağın tesis edildiği andan en karmaşık halini aldığı modern devlete kadar tüm insan toplulukları, birbirlerini gerektiren hakikatsizlik ve tutsaklık rejimlerinin bileşkelerince karakterize edilmişlerdir. Hakikatsizlik (gizlenme, mahremiyet) ve tutsaklık (kulluk) her toplumda en yalın insan ilişkilerine sızma becerisini göstermemiş olsalardı, insanı sürekli kılan toplumsal bağ kurulamazdı; bunun için insanların en azından toplumsal yeniden üretimi sağlayacak kadarı kendilerini sürekli kılan toplumsal bağı tesis eden hakikat ve özgürlük rejimlerine ikna olmalılar. Şöyle düşünecektir çoğunluğu oluşturan bu ortalama insan: ‘Mevcut toplumsal bağ sayesinde yalansız (olabilecek en doğru şekilde) ve hür yaşıyoruz.’ Evet, ortalama, yani toplumsal bütünün yeniden üretimini sağlayan insan böyle düşünür ancak diğer yandan hakikat, dolayısıyla da özgürlük kendisi için metafizik ufuklar olarak kalmayı sürdürürler. Çünkü tabi olduğu hakikatsizlik ve tutsaklığa dayalı toplumsal-siyasal mekanizma onda hakikate uygun ve hür yaşadığı inancını yaratır, aslında ona bu inancı dayatır. Fakat söz konusu dayatma, yaratılan özgürlük ve hakikat hiyerarşisi aracılığıyla rıza biçimini alır: Bazı toplum kesimlerinin, hakikat ve özgürlüğü diğerlerinden daha fazla hak ettikleri kabul edildiğinden her hakikat rejimi esasen bir gizleme, mahrum kılma rejimi, her özgürlük rejimi ise bir tabiiyet, kulluk rejimidir. Toplumsal yeniden üretimi sağlayan ortalama insan, her zaman hakikate vakıf ve hür olduğuna en çok inanan ve hakikatsizlikten ve kulluktan en çok pay alandır. O halde her toplumsal-siyasal yapı karartmak, gizlemek, yasaklamak ve tutsak almak zorundadır ve bunu kendilerine hakikat ve özgürlük bahşedilenler ile hakikatsizler ve tutsaklar hiyerarşisi tesis ederek yapar: Egemenler ve tabiler hiyerarşisi. Hakikat ve özgürlüğün ele geçirilemezlikleri nedeniyle herkesin birbirini ezmek zorunda olduğu, kimsenin statüsünden emin olamadığı, bu nedenle egemenin dahi mekanizmaya esir olduğu bir hiyerarşidir bu; hiyerarşide yükseldikçe üzerinde durulan zemin kayganlaşır.

Birbirlerini gerektiren hakikat ve özgürlük anlayışlarının oluşturduğu toplumsal bağın kurumlaşmasıyla ahlak ortaya çıkar. Nitekim her ahlak rejimi, neyin hak neyin nahak, neyin doğru neyin yanlış, neyin gerekli neyin gereksiz olduğuna karar vermek suretiyle kendine tabi olanların sınırlarını tayin eder. Bu durumda her ahlak rejimi aynı zamanda hakikatsizliği (mahremiyet, gizleme) ve tutsaklığı (kulluk) da çerçeveler, hakikatin olduğu kadar hakikatsizliğin, özgürlüğün olduğu kadar kulluğun da kaynağıdır yani. Neticede, bir toplumun mayası olarak kabul edilebilecek toplumsal bağa, toplumu bir arada tutan zorunlu ilişkilenme biçimine yöneltilen eleştiri, söz konusu ilişkilenme biçimini teşkil eden hakikat ve özgürlük rejimlerine, yani ahlak rejimine itiraz etmek anlamına gelir. Peki, bir ahlak rejimini bir başkasına tercih etmemizin ölçütü ve bu ölçütün meşruiyet kaynağı nedir?

Bir ahlak rejimi, sonunda baskın olarak egemenin çıkarlarının gözetildiği, hakikat ve özgürlüğün sorunsallaştırılmadığı hakikat ve özgürlük anlayışlarına dayanabilir. Bu durumda hangi ahlak rejiminin benimseneceği, egemen-tabi hiyerarşisince belirlenir. Söz konusu tercihin meşruiyeti kendinden menkuldür, yani muktedir ‘doğru, hak olanı’ tercih edip hür olanın kim olduğuna karar verir. Diğer yandan hangi ahlak rejiminin benimseneceği bizzat hakikat ve özgürlük sorunsallaştırılarak da belirlenebilir. Burada ölçüt, hakikatsizlik ve tutsaklık yaratan ahlakın terk edilmesi olacaktır. Ölçütün meşruiyet kaynağı ise mevcut hiyerarşideki tarafların neyin hakikatsizlik, neyin tutsaklık olduğu çekişmesini çözüme kavuştururken gösterdikleri performanstır. Yani hakikatsizliğe maruz bırakılmış, kul kılınmış kesimler, mahrum bırakıldığı hakikati ve özgürlüğü tarif ederek alternatif bir ahlak rejimi tarif eder, bunu da her seferinde hakikati ve özgürlüğü mesele ederek, yani daha az bilenler ve daha çok bilenler, daha az özgürler ve daha çok özgürler hiyerarşini ortadan kaldırma gayretiyle yapabilirler. Örneğin kendilerine su satmaya çalışan birine "Su satılamaz" dedikleri vakit, mahrum bırakıldıkları hakikati apaçık etmiş olurlar; suyu satın almamakla servetlerinin, yani politik-ekonomik kudretlerinin bir kısmını hiyerarşinin üst katmanlarındaki birilerine devretmedikleri için kuşkusuz daha özgür (daha az borçlu, daha serbest hareket edebilir) olacaklardır.

Hakikate daha vakıflar ve daha hürler hiyerarşisinin tercih ettiği ahlak (hakikat ve özgürlük) rejimi hiç de şaşırtmayan bir biçimde insanın en zayıf, en kolay istifade edilebilir yanlarına yatırım yapmaktadır: Doğuştan gelen yeteneklerimiz, koşulların sağladığı fırsatları değerlendirme gücümüz (açık gözlüğümüz, kurnazlığımız, daha yakışıklı, daha güzel, daha becerikli olmamız), arzularımız, özellikle de içgüdüsel olanları… İnsan kardeşlerimizi doğa ananın bize bahşettiği bu nedenlerle kendimize kul etmekte hiçbir yanlış taraf görmüyoruz. Kulluğun bu ‘doğal, kendiliğinden’ dayanakları, hakikatin tezahür biçimleri olan gizleme, gizlenme ve mahremiyet (yasaklama) tarafından insana (yani doğanın geriye kalanından farklı olana) yaraşır hale getirilir: Ahlak. Örneğin örtünmek edep meselesi haline getirilir; giyinmek zorunda olan çöl ve soğuk iklim insanı edepli, tropikal iklim insanı edepsiz, vahşi (yani asgari ahlaka sahip olamayan) olacaktır. Dünyanın kimi bölgelerinde olağan ve gerekli görülen akraba evlilikleri, çokeşlilik diğer bölgelerinde kınanmakta, yasaklanmakta, gayrı medeni kabul edilmektedir. Aynı konularda birbirlerinden ayrı ahlaki ilkeler belirleyen bu ahlak rejimleri, kuşkusuz, geniş kitlelerin esaretini sağlayacak hakikatsizliği temin etmek üzere biçimlendiriliyor, söz konusu kitleler derin bir ikiyüzlülük, gizleme, gizlenme ve yasak pratiğinin failleri kılınıyorlar. Başka bir deyişle, birini esir almak istiyorsanız, onu öyle bir ahlak rejimine maruz bırakın ki kendini sürekli olarak gizlediği, mahremiyet adıyla, yani özel alan adıyla yasaklarla örülü bir dünyaya mecbur kılındığı, ikiyüzlüce bir yaşam sürsün. Yasakların, mahremiyetin, birlikte yaşamın gerektirdiği ölçüde olduğu, kimsenin kimseden hiçbir şeyi gizlemek ihtiyacı duymadığı bir dünyada ne hakikat ne de özgürlük birer imtiyazdır.

Önceki çağlar için de farklı olmayacağı kolaylıkla kabul edilebilir olsa da günümüz dünyası için, patlak veren mahremiyet ihlali skandallarından yola çıkılarak toplumların dağılıp gitmelerini önleyen bağlar olarak ahlak rejimlerinin insanı gizlemeye, gizlenmeye, ikiyüzlülüğe sevk eden hakikat ve özgürlük rejimleri olduğu sonucuna varılabilir. Kulluğa rızanın en şiddetli biçimde gösterildiği ahlak rejimleri, gizleme, gizlenme, yasaklama ihtiyacının en şiddetli olduğu rejimlerdir. Bunun için insanda sürekli izlendiği hissinin uyanması gerekir. Totaliter rejimler, bu hissi en çok uyandıran rejimlerdir. İzlendiği, gözlendiği hissi kişiyi hakikatsizliğe, kulluğa sevk eder.

G. Orwell’ın korkunç bir denetim toplumunu anlattığı meşhur romanı 1984’ü okuduğumda Sovyet Rusya’ya göndermeler yapıldığını fark etmiş ancak tarif edilenin aslında günümüzün hür dünyası olduğunu düşünmüştüm. Hür dünyanın totalitarizm dediği şey çökmüştü, ama teknolojik gelişimin kat ettiği mesafe, muarızı gibi esaret ve hakikatsizlikle malul hür dünyanın tahayyül edilemez bir totalitarizme evrilmesine yol açmıştı: Artık her birimizin kolaylıkla takip edilebildiği vatandaşlık numaraları, sigorta numaraları, vergi numaraları, çipli (takip edilebilir) kimlik kartları, sürekli görsel ve işitsel, konumsal sinyal yayan cep telefonları, mobil cihazları var. Şirketler bizi ‘büyük fırsatlardan yararlandırmak için’ hakkımızdaki tüm önemli malumatı, her hareketimizi kayıt altına alıyor. Bundan on beş sene evvel biri gelip "Bütün hayatınızı dakika dakika kaydetmek istiyorum" dese, "Ne hakla" diye yanıt verirdik. Bugün bunu büyük bir gayretle, bir an bile geri kalmamak telaşıyla yapıyoruz. Yahut bankalar, dolayısıyla devlet ne renk iç çamaşırı, hangi marka diş macunu satın aldığınızı neden bilsin? Üstelik sadece yapıp ettiklerimiz değil, siyasi tercihlerimiz, beğenilerimiz, eğilimlerimiz, zevklerimiz, hakkımızdaki her şey kaydediliyor. Google, Yahoo, Facebook gibi şirketlerin topladıkları veriyi siyasal, toplumsal gidişatın manipülasyonunun hizmetine sundukları ortaya çıktı. Büyük Birader’in mütemmim cüzleri olup esaret ve hakikatsizliği yeniden üretmeye koşulmuş oldukları apaçık olan bu kuruluşların ne yapmasını bekliyorduk? Asıl şunları sorun etmemeli miyiz: Meşhurların mahrem fotoğraf veya videolarını görmeye, izlemeye neden bu kadar can atıyoruz, evlilik dışı ilişki yaşayan siyasetçilerin video kayıtları neden siyasal hayatları hakkında hükümran kılıyor bizleri (hele ki yaşamlarında bu tür ilişkiler hakkında hiç fikir beyan etmemişlerse), neden bu kadar çok gizlimiz saklımız var, siyasal eğilimlerimizi, inanışlarımızı, cinsel, etnik kimliklerimizi, tercihlerimizi neden saklamak zorundayız?

Bunca gizliliğin, mahremiyetin nedeninin kulluğu sürekli kılan ahlak rejimlerinin işi olduğu ortada; üstelik bu ahlak sadece geleceği üzerinde son derece sınırlı söz hakkı olan ortalama insan için geçerli, hiyerarşinin tepesindekiler için değil. Hakikatsizliği, yani gizlemeyi, gizlenmeyi, mahremiyeti, dolayısıyla kulluğu geriletmeyi esas alan bir ahlak rejimi Büyük Birader’i, büyük insanlık üzerine yaptığı insafsız seferinde mağlubiyete mahkûm edecektir. Çünkü Büyük Birader’in (şirketler ve devletlerden müteşekkil kapitalist iktidar-gözetleme-denetim kompleksi) büyük insanlığı esir almak üzere kurup işlettiği mekanizmalar, denetlenemez eylem biçimlerine ve yeni demokratik taleplere yol açacak, toplumları maniple etme gayreti lâfzen desteklediği özgürleşme ideali tarafından anlamsızlaştırılacaktır. Nihayet öyle tahmin ediyorum ki Büyük Birader’in mütemmim cüzleri (Facebook, Twitter, Google, Apple, Samsung, vb.) müşterekler arasına katılacaklardır. Kulluk ve hakikatsizlik üretmeyen bir ahlak rejiminin tesis edilmesi, mevcut rejimin gizleme, gizlenme, mahremiyete yol açan, bunlardan beslenen kurum ve kuruluşlarının büyük insanlığın müşterekleri arasına katılmasını gerektiriyor. Onlar kadar cüretkâr olup bunu talep etmeliyiz!


Aydın Ördek Kimdir?

1979'da İmranlı'da doğdu. ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümünden mezun oldu. Siyasal-iktisadi bir kategori olarak parayı tanımlama sorununu konu alan doktora çalışmasını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde sürdürmektedir.