YAZARLAR

Osman’a mektup - 'Ruhumu asla!'

Seni neyle suçladıklarını bilsek, “Hayır,” diyebilirdik, “asla o suçu işlemedi.” “O gün orada değildi,” diyebilirdik. “O yazıda asla o dediğinizi kastetmedi.” “Öyle bir faaliyeti yok.” “Öyle bir amaç gütmedi.”

“İki genç balık, beraberce suda yüzüyormuş. Karşıdan gelen yaşlıca bir balığa rastlamışlar; yaşlıca balık onlara bir baş selâmı vererek şöyle demiş: ‘Günaydın çocuklar. Su nasıl?’ Genç balıklar yüzmeye devam etmiş ama bir süre sonra bir diğerine dönüp sormuş: ‘Su da neyin nesi?’…”

Bu Su. Yaşama Uğraşına Dair Bir Yol Haritası’nda David Foster Wallace anlatır, balıkların hikâyesini. Şöyle der: “Balık öyküsünün anafikri, en bariz, en belirgin ve en büyük önem arz eden gerçeklerin çoğu zaman parmak basılması ve ifade edilmesi en güç şeyler olmasıdır. Bunlar, böyle dile getirildiğinde beylik laflar sadece, ama yetişkinlerin gündelik yaşam mücadelesinde beylik laflar hayatî önem taşıyabilir. Ya da bu pırıl pırıl, güzelim sabah vaktinde ben bunu öne sürmek niyetindeyim.

Bugünün sabah vakti pek de öyle güzelim, pırıl pırıl bir zaman dilimi değildi, Osman. Son yıllarımız gibi, ötesini göremediğimiz kaderimiz gibi, ruhumuz gibi. Pırıl pırıl, güzelim ruh hallerimiz, göğsümüzde ömrü uzatan ferahlıklar, zihinlerimizde gözleri açan aydınlıklar yoktu belki daha önce de. Şu son günlerin, çaktıkça aydınlatacağına karartan şimşekleri, bitmek bilmeyen gökgürültüleri, hepimizi eritip şehrin betonlarına yapıştırmaya ahdetmişçesine üzerimize lanet gibi boşalan acımasız yağmurları gibi de değildik ama. Arkasını göremeyelim ve gösteremeyelim diye çekilmiş duvarlarda daracık yarıklar arayıp bulurduk. Işık nereden sızıp biryerleri aydınlatabiliyorsa oraları tesbit edebilirdik. Eksik gediktik, hasarlıydık, şuyduk buyduk, eyvallah; fakat bırak, uyanıp pırıl pırıl güzelim sabahla karşılaşmayı, biri çıkıp ‘pırıl pırıl güzelim sabah’ın lafını etse bile keder ve utançla başımızı öne eğmiyorduk.

Sana mektup yazmak için türlü düzenler kurdum, türlü hazırlıklar yaptım. Pırıl pırıl ya da puslu gri sabahlarda. Hiçbir girişimim başarılı olmadı. Ne anlatayım, nelerden sözedeyim, bilemedim. Cezaevine gönderilecek mektupta günün siyasî tartışmalarını sağlıklı şekilde, ayrıntısıyla özetlemek mümkün olamaz, diye düşündüm. Kurulan keyfî baskı rejiminin tasvirlerine girişemeyeceğimi varsaydım. Siyaset yolundan yürüyerek anlatacaklarım hem işe yaramaz olacaktı hem riskli - çünkü artık vaktimin ve toplayabildiğim kuvvetin büyük bölümü kendimi tutma çabasına gidiyor-; hem de sana ne yararı olacaktı ki bunların?

Seni neyle suçladıklarını bilsek, “Hayır,” diyebilirdik, “asla o suçu işlemedi.” “O gün orada değildi,” diyebilirdik. “O yazıda asla o dediğinizi kastetmedi.” “Öyle bir faaliyeti yok.” “Öyle bir amaç gütmedi.”

Hiçbirini diyemiyoruz, çünkü seni neyle suçlamaya çabaladıklarını bilmiyoruz. Gazete ve internet sitesi kılığındaki karalama timlerinde vazifeli onursuz, vicdansız, izansız, cahil, gafil yalakalar, kiralık katiller ve satılık yavşaklar bile atıp tutup sallayıp sonunda seslerini kestiler. Adaletsizlik dalında zorunlu hareketlerde birinciliği kimseye kaptırmayan, şimdi artistik hareketlerde de kafaya oynayan ülkemizde bile vaziyetin pek tuhaf. Sen ne suç işledin de, haydi biz, arkadaşların, eşin dostun, desteğin, yakınlığın ve nezaketinle hayatlarını kolaylaştırdığın, renklendirdiğin, daha bir çekilir, yaşanır kıldığın insanlar bilmiyoruz, ömründen çalanlar, hürriyetini gasp edenler, sana zulmedip bundan tatmin ve keyif devşirenler de bilmiyor, bulamıyor?

Yoksa maksat sadece bu mu? Senin -ve tabiî aynı haksızlık adaletsizlik silahına hedef yapılmaya müsait başkalarının- pırıl pırıl güzelim sabahlara uyanmasına mâni olup bundan tatmin ve keyif devşirmek mi? Muktedirliğin olmazsa olmazını, ‘zulmedebiliyorum çünkü zulmedebilirim’ hissini her sabah uyanınca tadabilmek mi? Başka, sıradan insanların pırıl pırıl güzelim sabaha uyanması ve dertlerinin çokluğuna aldırmadıkları kısacık bir an, gözlerini kısarak pırıl pırılı içeri almaları, derin soluklanıp güzelimi içlerine çekmeleri gibi mi, zulümden keyif alınan bu meşum sabah ayini de?

Biliyor musun, Osman, zulüm deyince artık anlamıyorlar; yaptığınız gaddarlık deyince ‘neydi’ diye düşünüyorlar. Balıkların hikâyesindeki suya döndü zulüm. Günah da öyle. İçinde yaşandığı için artık görülemiyor, hissedilemiyor. Günah içinde yaşadıkları söylenince boş bakıyorlar.

Zulüm deryasında yüzülen bu sırılsıklam yeni âlemde eski zalimlere de yer açtılar. Biraz daha kudret, biraz daha hükmetme kabiliyeti karşılığında. Onların günah derdi yoktu, bunlar onları örnek aldılar. Galiba zaten tek hedef tahakküm imkânından ve serbestliğinden duyulan bu büyüklük hissini edinebilmekti.

Bu hissin tek başına edinilemediğini, o ana kadarkinden de büyük ve çetrefil, yani çözümü imkânsız bir aşağılık kompleksini ve eşi benzeri bulunmaz derinlikte korkuyu beraberinde getirdiğini bilemediler. Tanıdıkları tek duygu tahakküm tutkusuydu, şimdi bununla oynuyorlar.

Bizimle de oynuyorlar. Herkesle oynayabileceklerini sanıyorlar. Oysa onlardan beteri, onlardan zalimi, onlardan gaddarı, onlardan düşüncesizi, işin kötüsü, onlardan mütehakkimi, onlardan güçlüsü var. Gücü bizimki gibi, sabır ve azminde değil, topunda tüfeğinde. “Adamımı bırak, uçağını vermem!” diyebiliyor. “Bak domatesini almam!” diye parmak sallayıp mangalda kül bırakmayanı hizmetine koşabiliyor.

Yeniden imparatorluk istenişi bu yüzden; zulüm yarışında altta kalınıyor diye. Televizyon dizisi yapıyorlar, kâfiri kılıçtan geçirip yabancı elçi tokatlıyorlar, sonra faşist demenin bile fazla ciddîye almadan ötürü işgüzarlık sayılacağı, şımarık, zengin bir emlakçı azıcık yüz verdi diye düğün bayram ediyorlar. Şimdi papaz meselesi var. Papaz olunuyor. Gerçi haberin olmuştur herhalde, ama biz artık Amerikan emperyalizmine karşı Moskof gâvurunu tutuyoruz. “Artık” demeyeyim, seni de kimseyi de yanıltmayayım, çünkü yarın öbür gün kimi tutacağımız belli değil. Zaten esas önemli olan, bizi kimse tutmasın. Tutmayın bizi! Tutmasalar, ha buradan Uygur diyarına kadar bizim olacak… da… Çin var işte orada da…

Senin pırıl pırıl güzelim sabaha kavuşmanı isteyenler, bizler, evet, belki biraz omzu düşmüşlük, biraz ruhu kararmışlıkla, ama başımız dik, göğsüne zalimliğin zehirli gazını doldurmamış, midesine gasp ganimeti hiçbir şey indirmemiş olmanın alnı açıklığıyla, senin de içinin pek ferah olduğunu hissetmenin huzuruyla, zaman zaman bu huzuru aralayıp kötü şeyler gösteren öfkeyle, onu bastırdığımızda kötülükle aramıza çektiğimiz ibret perdesine dalıp giderek, katlanmaya çabalıyoruz. Senin gibi, aramızda olmayışını her an hissettiğimiz çok dostumuz, kürsülerinden, sınıflarından koparıldıklarını, haberciliğin bedelini parmaklıklar ardına tıkılarak ödediklerini bir an bile unutamadığımız çok ahbabımız var. Hem hiçbir yere gitmeyeceğiz hem içten çürüyüp işe yaramaz hale gelmeyeceğiz.

Sükûnet ve sabrın gücü bu topraklarda pek bilinmez; onların hepimizden tırtıkladıkları, yoksul halktan esirgedikleri paralarla edindikleri hassas denetim-gözetim aygıtları bu gizil titreşimi kaydedemez. Sindiriyoruz sanırken biriktirdiklerinin farkında değiller. Kim derdi ki, Yeşilçam’ın en sefil klişelerinden biri, gün gelecek, böylesine dolu dolu, böylesine dönüştürülüp “geri kazanılmış” halde hayat bulacak: “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!”, bugün bu ülkede hayat buluyor, arkadaşım. Yok artık, diyeceksin, kaş kaldıracak ve bir yandan gülümseyeceksin, ama inan ki böyle. Üstelik bizzat sen bunu kanlı canlı kılanlardansın.

Bazen, bu iş nereye varabilir, diye düşünüyorum, bir aşamaya kadar gelip sonrasına geçemiyorum: Kendilerinden saymadıkları herkesi yok edip alacakları zevk ve tatmini aldılar, diyelim, sonra azar azar içlerinden birilerini yok ederek nefis körelttiler. Nereye kadar? Bir tek kişi kalıncaya kadar mı? Tek kişi böyle bir hayal kuruyor olabilir mi? ‘Nasıl olsa emrimden çıkmayacak birileri kalır’ mı diyordur? Hep şüpheyle bakacağım, bir yandan hep korkacağım ve en ufak şaibeli hareketlerinde ortadan kaldıracağım. Bak yine tek kişi kalıyor benim denklemlerimden ilerleyince, işin içinden çıkamıyorum.

Zaten çıkmasam da olur. Ne işimiz var tek kişi iktidarlarıyla? Biz çok kişi olmak isteyenleriz. Beraber karar vermek, paylaşmak isteyenler.

Bu arada, bir keşfimden sözedeyim mi: Ufak-büyük muktedir tek kişilerin ruhları aynı maddeden mâmûl. Belki herkes biliyordu, ben yeni keşfettim. Olabilir. Bazı enayiliklerim var, iyi bilirsin:) Bu tek kişiler, hükmettikleri veya en iyi ihtimalle edebilecekleri küme ne kadar ufak olursa olsun, benzer kompleksleri, benzer korkuları, benzer düşüncesizlik ve vicdansızlıkları taşıyorlar. Az yakınındakilere az daha yakınındakileri, herkesi birbirine düşman etme, kendini düşmanlarıyla tanımlama… ve her zaman her yerde her durumda her şeyin merkezi olma. Şu benmerkezcilik ne korkunç şey. Belki de memleketi mahveden bu oldu. Üstelik, kendine saray yaptıranınki göze daha bir normal gözüküyor, neyin iktidarına talip olduğu belirsiz muktedir taklitlerininkine göre. Bunu burada keseyim, ucu bucağı yok. Zira bu küçük tek adamlardan muaf mahalle bulmak çok zor.

Pırıl pırıl sabahlara dönelim. Söylemesi bile güzel. Ayşe, yakın zamandaki bir söyleşide, “en zoru sabahlar” demişti. Öyle. Her sabah kalktığımda seni ve hapisteki eşi dostu gözden geçiriyorum. Bile isteye değil. Öyle oluyor. Sabah pırıl pırılsa anca ondan sonra fark ediyorum; o zaman da kıymeti kalmıyor. Büyükşehrin azman gürültüsüyle boğuşan bir kuş kendini duyuruveriyor biryerlerden. Ötüşü gelip bir yaranın kabuğunu kaldırıyor. Toparlanabildiğimde, bunca zulmün ve hoyratlığın altında ezilmiş iç huzurumu ucundan yakalıyor, çekiştiriyorum.

Seni orada nelerden yoksun bırakırlarsa bıraksınlar, iç huzurunu yok edemeyeceklerini biliyorum. Çünkü hiçbir çıkar uğruna adaletsizlik yapmadan, iyilik bildiğin neyse onun yolunda her şeyi göze alarak yaşamanın getirdiği, alnı açıklığın, başı dikliğin huzurunu, görünce tanıyamazlar bile, nasıl öldürsünler… İçinde yüzdükleri şeyi tanıyamaz haldeler.

Çıksan da güzel birşeyler yapsak beraber; boğuşa boğuşa - ortalıkta huzur falan bırakmadan :)

Hasretle…