YAZARLAR

'Olağanüstü Cumhurbaşkanlığı'nın teknik altyapısı

Ergenekon sürecinde üretilen yargı teknolojisi sayesinde devleti “fethetmek” için yargısal ve ideolojik zemin yaratıldı. 2010 anayasa referandumu bu ideolojik zemin altında gerçekleşti.

Türkiye uzun bir zamandır kamusal olarak “bir şeylere” hazırlanmaktaydı. Kamusal hayatımızı sürekli bir gerilim, “büyük olaylar” ile şekillendiren bu sürecin görünür olduğu ilk dönemin 2007’de başlatılan Ergenekon operasyonları olduğunu söyleyebiliriz. Fethullahçıların kolluk, dönemin başbakanı Erdoğan’ın savcı görevini üstlendiği bu süreç, liberal aydınlarımızın alkışlarının gürültüsü altında ilerledi. İktidar bu süreçte üç kurucu şeyi uygulama imkanı buldu.

YARGI TEKNOLOJİSİ

Birincisi ve bugün açısından en önemlisi yargılama tekniği açısından oldu. Hemen bir örgüt adı bulundu: ETÖ. İşin aslı bu komik isim tuttu, kimsenin aklına bir örgütün kendine “terör örgütü” adını koymayacağı gelmedi. Mesela “örgüte” sadece Ergenekon ya da Ergenekon Örgütü denmedi. Sonra kanıtlar bulundu, “sanki kendileri yerleştirmiş gibi.” Kanıtların ne zaman bulunacağı bile biliniyormuş gibi “uygun zamanda uygun yerde gömülmüş silahlar bulundu.” Sonrasında, yargılama sürecinin doğru yürütülmediğini, kanıtların yerleştirilmiş, sonradan iliştirilmiş olduğunu yazan gazetecilere Ergenekoncu denmeye başlandı. Devlet içinde örgütlenmiş çeteleri ayıklamanın, halka karşı işlenmiş suçları cezalandırmanın ancak adil bir yargı süreciyle gerçekleşeceğini, aksi takdirde bu suçların aklanacağını söyleyenlere Ergenekoncu dendi.

Ardından AKP’nin emek, doğa, bilim ve kültür alanında yarattığı tahribata direnen bütün muhalefete Ergenekoncu yaftası yapıştırılarak siyasal alanın dışına itilmeye çalışıldı. İktidar ve süreci birlikte yürüttüğü Gülen örgütü bakımından müthiş bir iktidar tekniği işletimiydi bu. Bir yandan tasfiye etmek istediği kanadı, icat edilmiş deliller ve olaylara tasfiye ediyor, bir yandan da “askeri vesayeti kaldırmak” gibi demokratik bir söylemin ideolojik ağırlığı altında yargılama usulsüzlüklerini ve politik baskıyı protesto edenleri terörist ilan ediyordu. AKP’ye muhalefet etmek, bugünkü sel felaketlerinin sebebi olan HES’lere karşı çıkmak, bugünkü işçi cinayetlerinin sebebi olan işçi düşmanlığına karşı çıkmak, bugünkü kadın cinayetlerinin faillerini, çocuk istismarcılarını koruyanları protesto etmek, bugünkü kindar ve dindar nesli yaratan eğitim politikasına karşı çıkmak, bugünkü anayasızlığı yaratan “milli irade mitine” karşı çıkmak hep terör faaliyeti idi. Bütün siyasal muhalefet Ergenekon’un çevresinin çevresi olarak tanımlandı.

Bu yargı teknolojisinin sonucu şu oldu, devleti “fethetmek” için yargısal ve ideolojik zemin yaratıldı. Yüzlerce insan masumiyet karinesine aykırı olarak suçlu ilan edildi. Devlet içinde örgütlenmiş gerçek çetelerin yakınından bile geçilmedi. 2010 anayasa referandumu bu ideolojik zemin altında gerçekleşti ve yargı 2007’nin ortağı Fethullahçılara tamamen teslim edildi. Referandumun temel vaadi olan 12 Eylül faşist çetesinin yargılanması ise asla mümkün olmadı. Fakat 1987’den itibaren yapılan değişiklikler yoluyla içindeki birçok anti demokratik maddenin ayıklanmasıyla standart kötülükte bir burjuva demokratik anayasası haline getirilmiş 12 Eylül Anayasası’nın yurttaşlara sağladığı güvenceler fiilen ortadan kaldırıldı. Türkiye’nin uyulması zorunlu olmayan bir anayasa ile iktidarın sınırsız yetkiye sahip olduğu bir ülke haline gelmesinin zemini hazırlandı. İçişleri Bakanı anayasaya uymak zorunda değilim; Başbakan Anayasa Mahkemesi’ni tanımıyorum diyebildi.

KRİZ-DİKTATÖRLÜK TEKNOLOJİSİ

2007 sonrası sürecin ikinci kurucu özelliği İktidarın sürekli bir kriz süreci yaratmanın politik-teknik anlamını kavraması oldu. Türkiye’nin bir demokratik geçiş süreci içinde olduğu “ideolojik” yanılsaması içinde gerçekleşen her krizde Erdoğan’ın anti-demokratik pratiklerine meşruiyet kazandırıldı. Çünkü teknik olarak kriz dönemlerinde cumhuriyetler içinde diktatörlere geçici yetki devri meşru bir araçtı. 2013’te Gezi protestoları sırasında liberal ve muhafazakar kanaat önderleri sürekli evlere dönün çağrısı yaptı; AKP demokratik reformlarına devam etmeliydi çünkü. Demokratikleşme için anti demokratik yollara başvurulabilir, sivilleşme için askerin yerine ağır silahlarla donatılmış polis örgütü yerleştirilebilirdi. İttifakları değişebilir, dün terörle yaftaladığını bugün başucuna koyabilir ve tam tersinden gocunmazdı. Demokratikleşme “yanılsaması”nın bir yanılsama olduğunu söylemek ise yukarıda bahsettiğim yargısal teknolojinin içinde ele alınan bir konu oldu.

Diktatörlüğün teknik bir hukuki kavram olarak, 2000’lerin başındaki Türkiye bağlamında uyarlaması, demokrasiye geçiş için geçici diktatörlüğün meşru olabileceği idi. Elbette öyle olmadı. Bu teknoloji yoluyla her seçim; referandum, parlamento, cumhurbaşkanlığı hatta yerel seçim olsun bu anlamda bir plebisit olarak ve plebisiter bir yolla anti demokratik koşullarda yapıldı. Seçimler demokratik bir prosedür olmaktan çıkarıldı. Bu politik teknoloji olağanüstü cumhurbaşkanlığının teknik altyapısı için muazzam bir işlev gördü.

DEMOGRAFİK TEKNOLOJİ

Bugünü hazırlayan üçüncü teknolojisi ise bir nüfus teknolojisidir. Türkiye nüfusu, iktidarı verdiği güç ile “benim milletim” ve diğerleri olarak ikiye bölündü. “Benim milletim”e, sağlanmasa bile, kademeli olarak her türlü imtiyazın kapısı açık tutuldu. Diğerlerine ise bu kapı kapatıldı. Bunun için kamu personel alımlarında mülakatlar ve güvenlik soruşturmaları, kamu ihalelerinde beyefendi kuralları, havuzlar ve cemaat-tarikat ilişkileri kullanıldı. Bütün nüfusun siyasallaştırıldığı bu süreçte muhalefetin “benim milletim”e erişmesinin engellenmesi içim muhafazakarlık miti devreye sokuldu.

Tabii bu yargısal, politik ve demografik teknolojiler ile siyasal muhalefet de yeniden yapılandırılmaya çalışıldı. Özellikle ana muhalefetin bu teknolojilerin işlemesindeki payı büyüktür. Bu teknolojilere karşı çıkış biçimleriyle de onu kabul ediş biçimleriyle de.

Bu altyapı ile yeni bir devlet örgütlenmek isteniyor, 12 Eylül 2010’dan başlayarak 1 Kasım 2015’i, 15 Temmuz 2016’yı, 20 Temmuz 2016’yı, 16 Nisan 2017’yi ve 24 Haziran 2018’i bu teknolojilerin yarattığı altyapı bağlamında değerlendirmek gerekir ve bununla baş etmek, cumhuriyeti yeniden demokratik bir hukuk devleti sınırlarına getirmek isteniyorsa bu teknolojilerin çarkına çomak sokacak; siyasal ve örgütsel stratejilerin yaratılması gerekir. Bunun ilk adımı da demokratik bir politikanın gerçek özneleri olan imtiyazsız halk kitleleri ile temas kuracak örgütsel kadroları, iktisadi ve politik yapıları şimdiden inşaya başlamaktır. Aksi takdirde her seçim sürecinde filizlenen temelsiz bir umut ve ardından gelişen yılgınlıktan başka bir seçenek görülmüyor.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.