
OHAL kalktı, normalleşme hemen şimdi!
Şoför, zabıt katibi, kamera asistanı, diyetisyen, tapu müdürü, mütercim, veteriner, sağlık teknikeri, matematikçi (matematikçi unvanlı bir belediye çalışanı!), ses sanatçısı, biyolog, kütüphaneci, makinist, alet operatörü, hemşire, psikolog, doktor, gişe memuru, çarşı ve mahalle bekçisi, sosyolog, itfaiye eri, kimyager, vasıfsız işçi, mimar, müzeci, santral memuru, arama kurtarma teknisyeni, muhabir, aşçı, avukat, şehir plancısı, usta, antrenör, bakıcı, ebe, laborant, istasyon şefi, dağıtıcı, pedagog, lokomotif tamir işçisi, hizmetli, orman muhafaza memuru, öğretmen, spiker, redaktör, eksper, eczacı, akademisyen…
İlk bakışta ortak noktalarının ne olduğu anlaşılmayan bunca meslek sahibi insan, önce Kanun Hükmünde Kararnamelerin, daha sonra ise TBMM’de görüşülen yasaların ekli listesinde çalıştığı kurumların, isimlerinin ve ünvanlarının yayınlanması yoluyla Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 23. Maddesinde tanımlanan çalışma hakkından ve 13. Maddenin 2. bendinde “Herkes, kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.” ifadesi ile açıklanan seyahat hakkından men edildi. Çoğunun hakkında açılmış bir dava, bir soruşturma, bir yargı kararı dahi olmaksızın, işgüzar amirlerin keyfe keder kanaatiyle, normal bir hukuk düzeninde delil bile sayılamayacak çocuğunu yazdırdığı okul, gittiği dershane, belli bir yılda belli bir sınava girmiş olmak ya da bir bankadan kredi çekmek gibi sebeplerle, üyesi olduğu sendika ya da Barış için Akademisyenler’de olduğu gibi eleştiri hakkı kapsamındaki bir metne e-posta yoluyla atılan imzadan dolayı, uluslararası belgeler ve beğenmediğimiz 12 Eylül Anayasası tarafından bile korunan en temel haklarından mahrum bırakıldılar. OHAL’in son KHK’sı ile birlikte bu sayı 131 bin 182’yi buldu. İhraç KHK’larının zamanlamasına baktığınızda, pek çoğunun maaşların ödendiği ayın 15’inden bir hafta önce yayınlandığını görebilirsiniz. Böylece, yukarıda mesleklerini saydığım, mantıken ve yaptıkları işlerin çeşitliliğini dikkate aldığınızda silahlı bir darbe girişiminde fiilen yer almaları mümkün görünmeyen maaşla geçinen insanlar, oturdukları evin kirasını, çocuklarının okul parasını, banka kredilerinin taksitini ya da kredi kartlarının borçlarını ödedikleri tarihin bir hafta öncesinde ansızın bildikleri tek işi yapmaktan men edilmekle kalmadılar, aynı zamanda gelirsiz de bırakıldılar.
KHK’ların aralarında hukukçuların, hatta anayasa profesörlerinin de olduğu AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla TBMM’de yasalaşmasıyla başka bir hukuk garabeti doğmuş oldu. Bunlar, kişiye özel yasalardı. Sosyal bilim eğitimi veren fakültelerde ve elbette hukuk fakültelerinde birinci sömestrde verilen 101 kodlu Hukuka Giriş derslerinde anlatılan hukukun temel prensiplerinden birisidir kişiye özel yasa olmayacağı. Bunu bilmek için ne milletvekili ne de anayasa profesörü olmaya gerek yoktur yani. Oysa Resmi Gazete’de yayınlanan ihraç yasalarının metni bize tam tersini söylüyor: “… ekli (1) sayılı listede yer alan kişiler kamu görevinden başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmıştır. Bu kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmaz…”
Daha önce belli bir kişinin tahliye edilmesini, siyasete girip başbakan seçilmesini, kestiği naylon faturaların affedilmesini sağlamak, başbakanlık izni olmaksızın soruşturulmasını ya da hakkında tazminat davası açılmasını engellemek için, elbette isim belirtilmeksizin, ancak yapılan düzenlemenin niteliği nedeniyle belli koşullarda ortaya çıkan belli bir soruna çözüm getiren yasalar yapıldığı olmuştu. Hatta bunlardan birini (Aziz Yıldırım’ın cezaevinden çıkabilmesini olanaklı kılacak şike yasasını) zamanında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “kişiye özel yasa olmaz” diyerek veto etmişti. Şimdi ise durum oldukça farklı; fiili durumda belli bir kişiyi ya da kişileri etkileyecek genel bir düzenleme yapılmış değil. Söz konusu ihraç yasaları, Baskın hocanın “Söke Söke Döneceksiniz!” dediği 115 binin üzerindeki kamu görevlisinin isimlerinin bir yasa maddesinin ekinde teker teker yayınlanması ile yapıldı (*). Yasa maddesinde ayrıca bu kişilerin tekrar kamu hizmetine giremeyecekleri ve pasaportlarının iptal edileceği de yazıyordu. Aşçısından itfaiye erine, şoföründen ebesine, doktorundan öğretmenine, mühendisinden öğretim üyesine, on binlerce kişi isimlerimizin bir yasa maddesinde yayınlanması yoluyla tarihe geçmiş olmakla kalmadık. Aynı düzenlemede pasaportlarımızın iptal edilmesiyle seyahat hakkımız, ucu sonu belli olmayan bir şekilde (sonsuza kadar diye mi okumalıyız?) elimizden alınmış oldu. Kendi ülkemizde rehin durumuna düştük.
OHAL kararnamelerinin yasalaşmasıyla aynı zamanda 1419 dernek ve sivil toplum kuruluşu, 6’sı haber ajansı, 18’i televizyon kanalı, 22’si radyo, 50’si gazete ve 20’si dergi olmak üzere toplam 116 basın kuruluşu yine isimleri yasa maddesinde yayınlanmak yoluyla kapatılmış oldu.
Normalde yasaların genelliği ilkesiyle çelişmesi nedeniyle yasa niteliği taşımayan ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi gereken bu düzenlemeler, 20 Temmuz 2016’da güvenlik ve kamu düzeni adına aşırı tedbirler almayı gerektiren koşulların oluştuğu gerekçesiyle ilan edilen OHAL artık kalktığına göre, geçerliklerini de yitirmiş olmalılar. İktidar ise, bir seçim vaadi olarak ileri sürdüğü OHAL’i kaldırırken meclisten bu sefer OHAL’i sürekli hale getirecek yasaları geçirme telaşında. Oysa tam tersine, sadece hakları gasp edilen bizlerin değil, başına her an benzer işlerin gelebileceği endişesiyle yaşayan milyonların da, yatırım yapacak güvenli sular arayan sermayenin de, OHAL’in nimetlerinden yararlanıp terfi alan, ihraç edilen meslektaşlarından boşalan kadrolara yükselmenin hesaplarını yapan fırsatçıların da ve hatta OHAL’i sonsuzlaştırıp ülkeyi bir muktedirin iki dudağından süzülecek fermanlarla yönetme hayali kuranların da, hepimizin aslında ihtiyacı olan şey normalleşme. Adı üzerinde, olağan olmayan, şeylerin doğasına da aykırı olan ve bu yüzden ilelebet süremeyecek olan demek.
* Kişiye özel ihraç yasaları ile ilgili hukuki bir değerlendirme için Kerem Altıparmak, Dinçer Demirkent ve Murat Sevinç’in, tam da yasanın yayınlandığı 8 Mart 2018 tarihinde İnsan Hakları Ortak Platformu’nun web sayfasında yayınladıkları bilgi notuna bakılabilir. Bu notta, hiçbir nesnel gerekçeye, yargı karanına dayanmaksızın kişileri cezalandıran, kişiye özel çıkarılmış bir düzenlemenin neden yasa olamayacağı net biçimde açıklanıyor. Dahası, idari bir organ olan OHAL Komisyonu’nun artık mecliste kabul edilerek yasa haline gelmiş bu düzenlemeleri iptal yetkisinin de söz konusu olamayacağını anlatıyorlar.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Yeni siyaset: Demokrasi 'in' otoriterlik 'out'
Her iki siyasetçi de, liderin masaya yumruğunu vurduğu bir siyasetten bunalan, sürekli yüksek sesle kendisine ne yapacağını, nasıl yaşayacağını dikte eden ya da nasıl biri olduğunu/olması gerektiğini anlatıp duran otoriter siyasetten bunalan genç seçmenin ne istediğini anlamış görünüyor.
CHP’de kumpas kime karşı?
CHP içindeki yalan haberin kaynağının kim olduğu henüz bilinmemekle birlikte, eğer ortada parti içinde tasarlanan bir kumpas varsa, bu kumpasın kime yaradığını düşünmek lazım. Öncelikle, bir kez daha CHP’nin kendi iç çekişmeleriyle baş edemeyen, yalan rüzgarının önünde savrulup giden bir parti olduğu izlenimi yaratılması bakımından yandaş basının eline büyük bir koz verilmiş oluyor.
Asker selamı çakan, tek taş takan bebekler
Bir taraftan doğum anının videosunu televizyon kanalına servis edenler, diğer taraftan 40 günlük bebeğine şatafatlı bir törenle tek taş yüzük takanlar… İnsanlar ardı ardına intihar ediyor, beraberlerinde ailelerini, çocuklarını ve eşlerini de katlediyorlar. Oysa bu yeni kaymak tabakanın hayatında, her şey altın varak, her şey kristal, her şey pek bir Buckingham Sarayı.
Dipten sesler korosu
Bu dibe vurmuşluk hali, toplumun her yanını kuşatmış gibi adeta. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Evlatlarını 10 Ekim katliamında kaybeden anneleri yuhalayanlarla küçücük otistik çocukları yuhalayanlar aynılar, belli ki. Kimse kimseyi dinlemek, anlamak istemiyor.
Eyvah! AKP normalleşiyor
İstanbul’da yenilenen seçimi açık ara farkla kaybeden ve yerel seçimlerde İstanbul’un yanı sıra Ankara’yı ve başka birçok Büyükşehir’i de kaybetmiş olan AKP’nin bu yenilgiden bir ders çıkarması, Erdoğan’ın kabinede değişiklik yapması, parti içindeki cılız muhalefete kulak vermesi, yani bir tür “normalleşme” beklentisi doğdu.
Nefret, ırkçılık ve yüzleşme
Hem sağ hem de sol cenahtan, normal zamanlarda aynı fikirde uzlaşması zor görünen birçok isim bir kez daha, Barış Ünlü’nün ifadesiyle “Türklük sözleşmesi”nin dışına çıkan, “beyaz”, “orta sınıf”, “eğitimli” ve üstelik de “kadın” yazara haddini bildirmek konusunda coşkuyla bir araya geldiler. Tabii ortada bir linç fırsatı ya da hedef gösterme imkânı bulunduğunda herkesin önünde gitmesiyle bilinen Ahmet Hakan da bu fırsatı kaçırmadı
Vatandaş AKP’ye koş, açılacak kapılar ne hoş!
Erdoğan, tüm vatandaşları partide görev almaya davet ettikten sonra, tüm açık sözlülüğüyle “Partimizde görev alan arkadaşlarımızın daima önlerinde yeni kapılar da açık olmaya devam edecektir” diyor. Bu yeni kapıların neler olduğunu ya da olabileceğini AKP’nin şimdiye kadarki kadrolaşma ve kendinden olmayana ekmek vermeme siyaseti, aslında net biçimde gösterdi.
Buket Aydın’ın 'operasyon şıklığı'
İstanbul’dan günübirliğine gelen Buket Aydın’la, evi barkı havan saldırısında yıkılan vatandaş, aynı karede. Haberciliğin bir sadakat performansına ve moda çekimine dönüştüğü bugünlerde, Buket Aydın ve benzerlerinin yaptığı bu “haberciliğe” karşı kimse “terör sevicisi” ilan edilme endişesi taşımadan bir şey söyleyemiyor.
Savaş, ırkçılık ve yanıtını herkesin bildiği soru
Peki, hep beraber kızalım. Suriyelileri buraya getirenlere kızalım. Devam ediyor. “Suriyelileri bizim başımıza bela edenlere kızacağız biz.” 9 yaşındaki Suriyeli bir çocuğun maruz kaldığı ırkçılıkla baş edemeyip çareyi canına kıymakta bulması üzerine, anamuhalefet partisinin başkanı çareyi “Suriyelileri bizim başımıza bela edenlere kızmak”ta buluyor.
Bağımsız yargının reisi gereğini yapar: Sıkıntı yok!
Bu reis, bu hükümet, yargı bağımsız değil diyenlere daha ne yapsın? Bak, hem yargılamayı hızlandıracak düzenlemeler de varmış. Böylece davalar daha çabuk sonuçlanacak, cezalar daha çabuk kesinleşecekmiş. Öyle yıllarca mahkeme kapılarında sürünmek yok yani.
Kaftancıoğlu’nu, İmamoğlu’nu, Demirtaş’ı konuşmak
Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olan AKP’yi konuşmak yerine Kaftancıoğlu’nu, İmamoğlu’nu, Demirtaş’ı konuşmak önemli. Yeni bir siyasetin kurucu aktörleri olarak önümüzdeki yıllarda daha çok onları göreceğiz.
Soylu’nun korkusu
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, birkaç gün öncesinden İstanbul’a kayyım atanıp atanmayacağını açıklayacağını ilan ettiği CNN Türk’teki Hakan Çelik’in yayınına katıldı. Büyük kartonlara yapıştırdığı resimlerle geçmiş dönemde 94 belediye başkanının görevden alındığını, bunların yargılandıklarını, bazılarının ceza aldıklarını anlattı durdu. Ne var ki bu konuşmasında bir türlü Diyarbakır, Van ve Mardin’de halkın iradesi ile yeniden seçilen HDP’li belediye başkanlarının hangi suçtan dolayı görevden alındığını açıklayamadı.
Erdoğan’ın karizması ya da Arınç’ın makam sevgisi
Arınç’ın Erdoğan’ın karizmasına duyduğu hayranlığın 2014’te ilk kez yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında başladığını da söyleyemeyiz. Daha 2012’de, başkanlık sistemi tartışmaları bir kez daha gündemdeyken, muhalefetin başkanlık sistemini eleştirmesini, Erdoğan’ın karizmasından duydukları korku ile açıklıyordu.
Durmak yok yola devam… Ama AKP’siz
Erdoğan’ın şimdilik erken olup olmayacağını bilemediğimiz bir sonraki genel seçimleri kaybetmesi ihtimali karşısında yoluna AKP’siz devam edebilmenin önlemlerini almakta olduğu, pek de uzak bir ihtimal gibi durmuyor.
Babacan parti kuruyormuş, sevinelim mi?
Babacan bize tam olarak ne vaat ediyor? Fabrika ayarlarına döndürülemeyeceği Erdoğan’ın başkanlık mertebesiyle perçinlediği ve liderlik karizmasına hapsettiği siyaset anlayışı nedeniyle artık iyice anlaşılan AKP’nin yerine geçecek bir yeni AKP.
İfade özgürlüğü, sivri sinek ve fast-food
“Anayasa Mahkemesi Terörü Meşrulaştıramaz” başlıklı nam-ı diğer 1071 Bildirisi, birçok ismin imzalarının bilgileri dışında listeye eklendiği yönündeki açıklamasıyla hezimete uğrayınca, hem İstanbul’dan, hem de taşradan irili ufaklı üniversitelerin kadrolu rektörleri ve senatoları duruma el koyarak yeni bildiriler yayınlamaya başladılar: Çoğu en basit dil bilgisi kurallarından habersiz kalemlerce yazıldığı izlenimi doğuran bu açıklamaların dilleri, akademisyenlere yönelttikleri “kalemli terör” gibi suçlamaların tuhaflığı ya da “ifade özgürlüğünü idari yapıda desteklemenin ihanet olduğu”, “aziz milletimizin maddi menfaati” gibi aforizmaların patavatsızlığı başlı başına bir inceleme konusu.
Yandaşların büyük korkusu: Akademisyenlerin barış talebi
Anayasa Mahkemesi “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetti. Hani şu kendisine gazeteci, köşe yazarı, hukukçu, akademisyen ya da analist diyerek yıllardır ekranları işgal edenlerin “skandal karar” olarak açıkladıkları, “bundan sonra üniversitelerde her türlü terör propagandasının yolu açılmış oldu” manşetleri atan yandaş paçavraların sözüm ona hayretle karşıladıkları kararla.
Bir Davutoğlu mağdur olmuş dediler
Hem 5 yıl süren bakanlığı, hem de 2 yıla yakın başbakanlığı döneminde Türkiye’de basının ne denli özgür olduğunu uluslararası camiada anlatmak için onca mesai harcamış Ahmet Davutoğlu, başbakanlık görevinden istifa etmek zorunda bırakıldıktan ve iki yıllık bir suskunluktan sonra, nihayet konuşmaya karar verdiğinde bir de ne görsün? Basın özgürlüğünün doruğundaki Türkiye’de görüşlerini yayınlayacak, onunla röportaj yapacak bir tek gazete, televizyon yok!
Destandan zafere resmi 15 Temmuz görselleri
15 Temmuz afişlerinin ortak özelliği, çatışma anının resmedilmesi ve destanı darbecilere karşı direnen halkın yazdığı vurgusuydu. Bu yıl kullanılmak üzere hazırlanan yeni afişlerde, artık hem “destan” ibaresi hem de askerler kullanılmıyor. Bunun yerine “Vatan Milletin İrade Milletin” ve “Demokrasi Zaferi” başlıklarına yer verilmiş.
Hezeyan ve fişleme: AKP neden kültürel iktidar olamıyor?
AKP’nin kültürel iktidar olma hevesinin bir ürünü olarak 2005 yılında kurulan SETA’nın gazetecileri fişlediği raporu bize bu mayanın tutmayacağını bir kez daha göstermekten başka bir değer taşımıyor. Web sayfasında “uluslararası bilim standartlarına uygun ve partizan kaygılardan uzak bir şekilde” çalıştığını ilan etse de sadece bu raporu okumak bile ne bilim standartlarıyla ne de partizan kaygılardan azade olmakla uzaktan yakından bir ilgisinin bulunmadığını göstermeye yeterli.
Dönülmez akşamın ufkunda
Dönülmez akşamın ufkundaki AKP, kendi eliyle yarattığı yönetilemezlik krizini değil çözmekten, krizin ardındaki sebepleri tahlil etme iradesi göstermekten dahi aciz; böylece kendi kaçınılmaz sonuna doğru adım adım yol alıyor.
Kibir kaybetti, demokrasi arzusu kazandı
31 Mart sonuçları parti yöneticileri tarafından doğru okunmuş olsa ve Erdoğan’ın balkon konuşmasında dile getirdiği kabullenişe razı gelip sorunun ardında yatan çıplak gerçeği görmek için gözlerini açabilselerdi, bugünkü hezimeti, böyle açık arayla yaşamak durumunda kalmayacak, iktidarın ömrünü belki birkaç yıl daha uzatmış olacaklardı.
Bir demokrasi masalı ya da AKP’nin çıkış yolu
Bu program AKP açısından seçimlerin İstanbul’da ikinci bir kez kaybedilmesi durumunda bir çıkış yolu açmış oldu. Seçim bu sefer kaybedilirse, sorumlusu İmamoğlu karşısında zayıf bir performans sergileyen, amatörce hazırlanarak A4 kağıda basılan ve spiral dosyada birleştirilen tablolarda yanlışlıkla İzmir’e ait bilgilere yer veren (böylece kampanya ekibi de suçu paylaşmış olacak), sinirlenen ve sıkça rakibinin sözünü kesen, mal varlığı konusunda “kamuoyuyla paylaşılacak diye bir adet yok” diyerek yanlış anlaşılmaya müsait bir yanıt veren Yıldırım sorumlu olacak. Belki bir kez daha kendini ifade edemediğini söyleyecek. Yıldırım’ın bu programdaki performansı üzerine günlerce konuşulacak ve her koşulda, AKP bakımından seçimin bir kez daha kaybedilmesi durumunda ihale bu sefer Yıldırım’a kalacak.
İmamoğlu-Yıldırım 'karşılaşmasını' kimin yöneteceği önemli mi?
İstanbul’un iki belediye başkanı adayı, seçmene en iyi, en dinç, en kararlı görünebilecekleri kıyafetleri seçip, doğru makyaj, doğru ışık ve en tarafsız moderatörün karşısına çıkarak kendilerine yöneltilen soruları en iyi biçimde yanıtlamaya çalışacaklar ve halk da buna göre kararını verecek öyle mi?
Binali Bey'in mecburluğu
Meclis başkanlığını bırakarak İstanbul’a belediye başkanı adayı olmaya mecbur kalmış, seçim gecesi üç bin oy farkla seçimi kazandığını açıklamaya mecbur kalmış ve şimdi de bir kez daha ve belki de siyasi kariyerini bitirecek bir seçimde yeniden aday olmaya mecbur kalmış bir siyasetçinin çaresizliği içinde pozitif mesajlar vermeye çabalarken kendisini ya İmamoğlu’nun seçim vaatlerini tekrarlarken ya da savunmacı bir refleksle kaybettiği seçimin neden iptal edildiğini seçmene açıklamaya çalışırken buluyor.
Muktediri bitirecek kibir
İktidarın aklına seçmenin AKP’den vazgeçmiş olma ihtimali gelmiyor. AKP'yi bitirecek kibir, işte burada yatıyor. Yemek masasının önünde yere serilen sofrada bağdaş kurarak açılan iftar, işte bu yüzden öyle iğreti duruyor.
İstanbul’da bir şeyler oluyor!
Edirne’de demir parmaklıkların ardından seçmenine “korkma bağır, olmadı Hızır’ı çağır” diye seslenen Selahattin Demirtaş’ın sesi, İmamoğlu’nun çağrısıyla “cesurca ve Türkiye’nin geleceği için konuşmaya devam eden” sanatçılar ve ünlüler tarafından da duyulduğuna göre, İstanbul’da gerçekten bir şeyler oluyor.
YSK’nın sezon finali
27 Nisan’da AKP heyeti tarafından ziyaret edilen YSK, AKP’nin sonucunu beğenmediği İstanbul seçimlerinin yenilenmesi için yaptığı itirazı karara bağlayarak bir kez daha rejimin kaderini belirleyen bir karara imza atacak. Bu kararın neden böylesine hayati olduğunu anlayabilmek için AKP’nin itiraz gerekçesinin ne olduğuna bakmak lazım: “İstanbul’da kesin bir şey oldu”.
Resimli Türkiye güncesi
Sayın Cumhurbaşkanı seçim kampanyası boyunca “beka söylemi” altında kimlerin zihinlerini ve gönüllerini dış mihraklara ve terör örgütlerine teslim ettiklerini apaçık tanımlamıştı: Cumhur İttifakı'nın dışında kalan herkes! Bu durumda ortak paydada buluşma çağrısı, seçimlerde Cumhur İttifakı'na oy vermemiş seçmen için bir tür son uyarı olarak da okunabilir: “Ya ortak paydada birleşerek bundan sonra Cumhur İttifakı'na oy vereceksiniz ya da dış güçlerin ve terör örgütlerinin emrinde olduğunuza kanaat getireceğiz”. Yeni ortak paydanız hayırlı olsun!
Seçmensiz Demokrasi!
Bir anlık bir ümit ışığı… Cumhurbaşkanı İstanbul'un, Ankara’nın ve diğer büyükşehirlerin kaybedildiğini kabul ediyor, belki de bir tür normalleşme işareti veriyordu. Hem “demokrasi budur”, dediğine göre sandıktan çıkan iradeye saygı göstereceğini açıkça ilan ediyor değil miydi?
Beyler, halktan bu denli korkuyorsanız artık dükkânı kapatın…
Beyler, demokrasiden bu denli korkuyorsanız, dilerseniz artık dükkânı kapatınız; yalnız kapıyı çekmeden önce İmamoğlu’nun mazbatasını bir de bizim pasaportları verseniz...
Demirtaş ve İmamoğlu ailelerinin fotoğrafları aynı gökyüzü altında yeniden çekildiğinde…
İmamoğlu ailesinin fotoğrafı ile Yıldırım ailesinin fotoğrafını yan yana getirmek, yalnızca cinsiyetçi ve ayrımcı değil, aynı zamanda mevcut konjonktürde son derece gereksizdi de. Çünkü yan yana getirilmesi ve üzerine düşünülmesi gereken iki fotoğraftan diğeri, seçim sonuçlarının da net biçimde gösterdiği gibi, artık geride kalması gerektiği anlaşılan bir siyaset modeline ait olan değil, Demirtaş ailesine ait olandı.
Bu sefer 'adam kazanmadı'
Sandıkların tamamına yakını açılmışken bu sefer kimsenin “adam kazandı” diyemeyeceği sonuçlarla karşı karşıyayız. Bunca yalana, baskıya, tehdide rağmen ülke genelinde korku eşiğinin bu sefer aşıldığını görüyoruz. Ankara’yı, üstelik bağrına taş basan çokça seçmen sayesinde, Mansur Yavaş almış görünüyor. Bir tür Mansur Yavaş’ı topluma kazandırma vak’ası…
Makbul vatandaş nereye kadar?
Füsun Üstel’in kitabı, adım adım yurttaşlarını korku, itaat, milli güvenlik söylemi içine hapseden ve karşılığında vaat ettiği tek şey bu hayali korku odaklarına karşı güvenliğini sağlamak olan bir siyaset tasavvurunun nasıl örüldüğünü ortaya koyuyor. Bugün yurttaşlarının yarısının oyunu alan siyasal partileri, anamuhalefet partisi de dâhil olacak şekilde, “teröre destek vermek”, “terör yandaşı olmak” ya da doğrudan “terörist” olmakla suçlayan iktidar partisinin bu denli fütursuzca hareket edebilmesinin nedeni de yurttaşlığın böylesine içeriği boşaltılmış, siyasal özne olmaktan uzaklaştırılmış olması değil mi?
Cumhur İttifakı'nın büyük açmazı
“Bugün Türkiye’de iki ittifak karşı karşıyadır” başlıklı grafik, sayfayı (aslında ülkeyi) bayrağın rengi olan kırmızı ve onun karşısındaki her türlü tehdidin bir araya geldiği bir tür karanlığı, yok oluşu, ölümü simgeleyen siyah arasında ikiye bölüyor. Üstelik bu ikili simgeselliğin altında bizzat cumhurun, yani halkın, kamunun temsilcisi olma sıfatını taşıyan cumhurbaşkanının imzasına yer veriyor.
Biz sizin hormonlu siyasetinize mecbur muyuz?
31 Mart’ta sandık başına gidelim ya da gitmeyelim; hayatımızda bir şeylerin artık gerçekten değişmesini istiyorsak, bir an önce bir karar vermeli ve önümüze konulan bu birbirinden farkı olmayan, tatsız tutsuz, soğuk yemeklere, hormonlu sebzelere, bizim için bir lütufmuş gibi yukarıdan yapılan parmak hesabıyla bahşedilen adaylara ve onların bizi mahkûm ettiği korku ve kriz siyasetine mecbur olmadığımızı siyaset profesyonellerine hatırlatmalıyız.
Ya tek seçeneğiniz hiç bilmediğiniz bir ülkeye sığınmaksa?
Çocukluğunuzun geçtiği sokak tanınmaz halde. İşyeriniz çoktan yıkılmış. Geride kalanlar, hayatta kalabilmek için hâlâ büyük bir çaba içindeler. Artık geriye dönmek çok zor. Çocuklarınız oraları hiç hatırlamıyorlar. Geri dönseniz, nerede, nasıl yaşayacaksınız?
Diyanet de Serdar Ortaç da aynı şeyi söylüyor: Vi dont nid no edükeyşıııığğğn
Pink Floyd’un “Duvardaki başka bir tuğla olmayacağız” sözleriyle sistemi hedefine alan müzikal manifestosu, “The Wall”, Serdar Ortaç’ın diline düştüğünden beri yapılması gereken hâlâ bir açıklama, olayların ardında bir neden ve ağır aksak da olsa bir mantık silsilesi aramak yerine böyle soruları sormanın bir anlamı olmadığını; tencereye doldurulan malzemelerin çoktan kokuştuğunu, bozulduğunu kabul etmekti.
Başörtüsü özgürlüğünden başörtüsünden özgürlüğe dindar kadınların 'Challenge'ı
Yüzlerce sosyal medya kullanıcısı kadın #1YearChallange etiketiyle yan yana getirdikleri başörtülü fotoğrafları ile başörtüsünü çıkardıktan sonraki fotoğraflarını, “okuduk, özgürleştik”, “büyüdük, güzelleştik, özgürleştik” açıklamalarıyla paylaşmaya başladı. Muhafazakâr cenah için, bir zamanlar başörtüsü uğruna mücadeleler verilen, büyük mağduriyetler yaşanan bir simge iken, şimdi özellikle de genç kadınlar başörtüsünden soyunduktan sonra “özgürleştiklerini” iddia ediyorlar.
Rekabetçi otoriter rejimde seçimi kim kazanır?
Demokratik olmayan rejimlerde seçimler, yalnızca ele güne karşı rejimin anti-demokratik işleyişini örtbas etmek için kullanılmakla kalmaz; muhalefete çeki düzen vermenin yanı sıra bir gün işlerin düzelebileceği, iktidarın değişebileceği ümidini canlı tutarak seçmenin tepkisini kontrol altına almanın bir aracı olarak da iş görür. Ara sıra, muhalefete seçimi bu sefer kıl payı kaçırdığı, bir sonraki seçimi mutlaka kazanacağı ümidi aşılanır, hatta muhalefetin adaylarının ağzından “demokrasi böyle bir şeydir” açıklamaları yaptırılır -ki muhalefet oyunu terk etmesin.
Yeni Türkiye’nin kültürel iktidarı: Nefret, hesap vermezlik, benmerkezcilik
Yeni Türkiye’nin yeni kültürel iktidarının bize vaat ettiği suç ortaklığıdır. Eninde sonunda toplumsal ilişkilerin sürebilmesi için zorunlu olan bağı ortadan kaldıracak, kendinden olmayana yönelen ucu bucağı görünmez bir nefret hali ve her şeyi kendine hak gören, hesap vermez bir had bilmezlik arasında savrulan yok oluş…
2018 bitmeden önce yapmanız gereken 5 şey
Yeni yıla girmeden önce başka insanların yaşadığı haksızlık, ayrımcılık, yoksulluğa karşı üzülmekten başka bir şey yapmaya ne dersiniz? Bunun için hâlâ birkaç saatiniz var.
Yeni bir çılgın proje: Osmanlıca gazete
AKP’nin ve Erdoğan’ın Yeni Osmanlıcılık söylemi, yalnızca İstanbul’un fethi kutlamalarında olduğu gibi geçmişin şanlı zaferlerinin periyodik olarak hatırlatılması ile değil, aynı zamanda bu geçmişin yeniden inşasının mümkün ve muhakkak olduğu vaadi ile işlemekte. Aynı vaat, otoriter rejimin inşasına olanak sağlayan toplumsal ilişkilerin ve siyaset modelinin de toplum nezdinde kabul görmesine, dahası çılgınca arzulanmasına olanak sağladığı için de iktidar tarafından son derece işlevsel bulunuyor.
Böyle kötü yönetilmek kaderimiz mi?
Karlı bir Ankara sabahında işine gücüne gitmekte olan milletimizi galeyana getirmek isteyen bir kısım medya nafile çabalayıp durduysa da, yetkililerimiz sorumluluk bilinciyle olayı en ince ayrıntısına kadar aydınlattılar. Değil mi ama?
İktidarın pişkin yüzü ve laf ebeliği
Bu iktidar, kendini var kılmak için laf ebeliğine mahkûmdur. Hiç susmadan konuşmalıdır. Kendi sesinin tınısından büyülenir çoğu zaman.
Hepiniz oradaydınız!
Fotoğrafta kimler yok ki? Trump’ın sağ yanında az önce Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’a ayaküstü sitem ederken “beni hiç dinlemedin … endişeliyim” diyen ve arkasından da prensi “ben sözümü tutarım” sözüyle teskin eden Macron duruyor.
Sayın Bakan’dan istirhamımdır
Medyanın soğan terörü ile mücadele açısından büyük önem taşıyan bu bilgiyi kasten mi bizlerden sakladığı sorusunu bir yana bırakacak olsak bile, beni asıl endişelendiren depolardaki geriye kalan 199 bin 970 ton soğanın nasıl ve hangi zamanlamayla vatandaşın moralini bozmak ve ekonomimizi sarsmak için kullanılacağı. Nihayetinde soğan bu, depoda durduğu gibi durmaz.
Korkutarak yönetmenin dayanılmaz hafifliği
Tam da o günlerde, cuma sabahlarına yeni gözaltı haberleriyle uyanmanın alışıldık bir hale geldiğini fark etti. Hak savunucuları, muhalif siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler perşembeden hazırlıklı girmeye başlar olmuştu yatağa. Sabah gün ışırken kapı çalınabilirdi.
Sizin en sevdiğiniz Atatürk resmi hangisi?
Bu resimlerin tümünün ortak noktası, bir kumandan, bir kahraman, bir lider, bir kurtarıcı değil; zaaflarıyla, mutluluk anları ve yorgunluklarıyla, komiklikleriyle, sizin benim gibi etten kemikten bir insanı gösteriyor olması. Bir hayalin peşinden gitmiş, olmazı oldurmuş, başka mazlum uluslara örnek olmuş bir Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış birisi. Savaşların ardından Müslüman nüfusun oranı yüzde 80’den yüzde 98’e çıkan Anadolu’da (bunun üzerine ayrıca düşünmeye değer) tek ortak bağı dinsellik olan insanlara yeni bir kimlik vermek, yüzünü batıya dönmüş, laik, ilerici bir toplum modeli inşa etmek için çabalamış biri...
Şişede durduğu gibi durmuyor
Weber’den bu yana modern devletin temel özelliklerinden birisi olarak görülen güç ve şiddet kullanma tekeli, şişede durduğu gibi durmuyordu anlayacağınız. Şiddet, devletin kendi varlığını korumak üzere başvuracağı son bir çare olmanın ötesine geçip olağan yönetme aracı olarak işlevselleştirildiğinde, bu durum şiddetin toplumun her alanına yayılan biçimde, her fırsatta başvurulabilecek bir yöntem olarak algılanmasına yol açıyordu.
Bu bir pipo değildir!
Fonda devam eden inşaatın çamuruna bulanmış uçsuz bucaksız bir düzlük ve inşaat tozunun griliğine bürünmüş gün batımı… Yeni Türkiye’nin yeni zaferi böyle mi pazarlanıyor artık?
Utanç hep bize mi düşer usta?
Benim çocuklarım içinden geçtiğimiz bu zaman dilimini nasıl hatırlayacak diye düşünüyorum sık sık. Onlara sezdirmemeye çalıştığım bu distopyanın içine düşmüşlük hali nasıl bir iz bırakacak anılarında?
Krizle mücadelenin yedi yolu
Belli ki bu sefer ekibi iyi hazırlanmıştı. Konuşurken arkasında mavi tonlarda Türkçe ve İngilizce grafikler akıyordu. Güzel bir performanstı.
Dünyanın en sevilen cumhurbaşkanı
Son seçimlerde %98 oy aldıktan sonra, bizim AB’yi referandumlara alışmaya davet eden cumhurbaşkanımızın aksine, halkını böyle sandıktı, referandumdu oyalamanın israf ve zaman kaybı olduğunu düşünmüş olmalı ki, meclisten geçen anayasa değişikliği ile ölene kadar ülkenin başında kalması kararlaştırılmış. Elektrik, su, doğalgaz ve tuzun bundan böyle ücretsiz olmayacağını ilan ettiği gün mecliste coşkuyla ayakta alkışlanmasının görüntülerini ise gözyaşları içinde izlememek mümkün değil.
Bizim derin çaresizliğimiz
Oyunu, bir kez daha her zaman seçim yarışında oyun kurucu olmanın avantajını kullanmış olan Erdoğan’ın kurmasına izin vermiş, onun kurallarıyla oynamaya başlamıştı. Talihsiz “adam kazandı” açıklaması, bu sonuç karşısında yaşadığı yenilgi duygusunun büyüklüğünü gösterse de, kaybedeceği daha o zamandan belli olmuştu.
Psikolojik sebepler
Dolardan size ne kardeşim? Sizin yerli ve milli paranız yok mu? Misal, AVM’den ayakkabıyı dolarla mı alıyorsunuz? Bakın bu manipülasyonlar yüzünden dolarla dolmazla işi olmayan bizim gibi sıradan insanların en sevdikleri ayakkabı markası konkordato ilan ediyor. Yanlış anlaşılmasın, iflas etmiyor. Kriz olsaydı iflas ederdi.
CHP yerel seçimleri alır mı?
Evet, yerel seçimlerde büyükşehirleri kesin alacaklarını söylüyorlar. Ama 16 Nisan öncesinde “hayır”ın kesin olarak kazanacağını, 24 Haziran öncesinde ise Erdoğan’ın ve AKP’nin kesin olarak kaybedeceğini söylemişlerdi. Soru şu: Seçim gecesi Bülent Tezcan ve Tuncay Özkan’a mecbur bırakılan seçmen bir kez daha buna neden inansın?
Lale Devri bitiyor mu?
Lale Devri, bir tür Fransız Devrimi öncesi Versailles sarayı tasavvuruna denk düştüğünden olsa gerek, zavallı Marie Antoinette gibi koskoca imparatorluğun iflasından da bu güzelim çiçekler sorumlu tutulur. Oysa Lale Devri sanat ve kültür tarihçileri açısından verimli bir dönemdir.
Masal
Bu ülke, yıllar yılı hor görülen, mağdur edilen bu seçmen nihayet mutlu sona kavuşabilecekti…. Yani, bütün bunların gerçekleşmesine ramak kalmıştı.
Emine Ocak, Hrant Dink, Tahir Elçi, buradayız!
Dilediğiniz kadar “onlar kayıp değil, terörist yakını” deyin… Sözlerinizin gerçeği arayanların ve adaletin her şeye rağmen, hâlâ mümkün olduğunu düşünenlerin nezdinde hiçbir inandırıcılığı olmadığını siz de biliyorsunuz. Bu fotoğraflar sinirlerinizi bozuyor olmalı. Bozmalı da…
Saddam
Sanırım diktatörlerin en temel özelliklerinden biri, asla geri adım atmamaları. Bunu yenilgiyi kabullenmek anlamında söylemiyorum. Durup, geri çekilip, resme bir adım öteden bakmayı bilmiyorlar. Zulümlerinin sınırı yok bu yüzden. Özgürlükleri kısıtlamaya bir kez başladıklarında, her seferinde bir adım ileri gitmek, cendereyi bir boğum daha sıkıya almak ihtiyacı duyuyorlar.
Bilinçli Yavuz efendi manav Mehmet’e karşı
Bilinçli seçmen Yavuz efendi manav Mehmet beyden kendini ayrı tutarken perdeli gözlerin görmediğini gördüğünden, olması gerekeni yaptığından kuşkusu yok. Kendisinin bu yüzden büyük haksızlığa uğradığına, üzerine gelindiğine, uzaydan gelmiş gibi davranıldığına inanıyor. Aysun Kayacı da bizzat dönemin başbakanı tarafından hedefe yerleştirildiğinde, kamuoyunda yoğun bir karalama kampanyasına maruz kaldığında ve hatta kendini ait gördüğü demokrat/laik çevrelerin de tepkisini aldığında benzer duyguları yaşamıştı muhtemelen.
Ya hain darbe girişimi başarılı olsaydı?
O gece darbe başarılı olsaydı, çok kötü şeyler olurdu. Bir kere en baştan, temel haklar askıya alınır, on binlerce insan, siyasetçiler, gazeteciler ve kanaat önderleri sorgusuz sualsiz tutuklanır, talimatla copy-paste kararlar alan mahkemelerde yargılanır; muktedirin rüzgarına kapılmış halk idam nidalarıyla kendinden geçerken kim bilir kaç masumun canı yanardı.
OHAL’in son KHK’sı ya da baskı ve zulüm duvarının önünde birikenler
Muharrem İnce’nin Erdoğan kazandı, ben yenildim, demokrasi de zaten böyle bir şey dediğine bakmayın. Demokrasinin OHAL koşullarında yapılan ve seçmen kayıtlarındaki ya da sandık başlarındaki şaibeler bir yana, sırf OHAL’in getirdiği kısıtlamalar nedeniyle bile meşruluğu tartışmalı olan seçimlerden, basit bir kazananlar ve kaybedenler oyunundan ibaret olmadığını biliyoruz.
Fikirleri iktidarda MHP ittifakta
12 Eylül döneminde dönemin MHP genel başkan yardımcısı Agah Oktay Güner, yargılandığı mahkeme salonunda “fikirlerimiz iktidarda ama kendimiz zindandayız” sözleriyle sitemini dile getiriyordu. 4 Ekim 1982’de askeri mahkemeye sunulan dilekçede ‘MHP’nin seçim beyannamesindeki istekleri hakikat oldu…
Uyandığımız pazartesi
Bu kaçıncı pazartesi, böyle uyandığımız? Oysa bakın bir araya gelince ne kadar da çoğuz. Sandıkçı demokrasi oyununa bakmayın. Sıkıcıdır. Sizleri birer rakama indirger. Toplar, çıkarır, çarpar ve de böler. O rakamlar oy kabininde basılan mühürden ibaret değildir. O rakamlar kaybedilen hayatlar, yitip giden ümitler; yaşanan zulümler, baskılar karşısında yılmayan insanlardır aynı zamanda...
Elverişli bir seçim vaadi olarak vicdanlarımız
Bekir Bozdağ, seçim vaadi olarak eğer bir kez daha partisine oy verirsek, sahipli ve sahipsiz hayvanların öldürülmesi, işkence ve eziyete muhatap olması”nın suç kabul edileceğini, ağır cezalar getirileceğini, bunun hükümetin ana gündemlerinden bir tanesi olduğunu müjdeliyor. Bu arada, 15 yıldır hayvan hakları ile ilgili elle tutulur adım atmakta direnen ve nihayet 2018’in başında meclise getirilen hayvan hakları yasa tasarısında sahipsiz hayvanların insanların yaşamadığı bölgelere bırakılmasını, yani öylece doğaya, ormanlara, dağlara terk edilerek açlığa ve ölüme mahkum edilmesini öngören hükümetin adalet bakanı Abdülhamit Gül, yeniden seçildiklerinde ilk icraatlarının hayvanları öldürmeye ve eziyete hapis cezası getirmek olacağını bildiriyor
AKP’nin itirafnamesi, pardon seçim kampanyası
Elbette siyasi partiler ve adaylar da bunun farkında ki seçim kampanyalarında, meydanlarda ve sosyal medya aracılığıyla gençlere sesleniyorlar. Muharrem İnce’nin konuşmalarındaki mizah, İyi Parti’nin Google reklamları, siyasetçilerin gençlerin nabzını yakalama çabasının da bir yansıması. Demirtaş’ın gençlere hitap edebilme gücü, eli kolu bağlı olduğu bu seçimlerde hâlâ çok net biçimde görünüyor.
'Bolu Beyi'nin torunları' Başbakanı neden alkışlıyor?
Yalanlar, daha büyük ve şaşırtıcı, olguları alt üst eden yeni yalanlarca takip edilmelidir. Yalnızca uzak geçmişi değil, birkaç yıl, birkaç ay ya da birkaç gün önce yaşananları da kronolojik olarak alt üst etmeyi gerektiren yalanlardır bunlar. Bu sayede Başbakan, Bolululara Köroğlu destanlarında hakla zulmeden “Bolu Beyi'nin torunları” diye seslendiğinde çılgınca alkışlanır.
Demirtaş’ı gördünüz mü?
Bakın, ben burada, bu şartlar altında, yine de vazgeçmedim, siz de vazgeçmeyin” diyen fotoğraflar bunlar. Ümidi bir kenara bırakmadan gülümseyen… Köle olarak dünyaya gelen ve özgürleşme mücadelesinden ömrünün sonuna kadar vazgeçmeyen, kendisi gibi birçok siyah kadının hak mücadelesinde önemli adımlar kat eden Sojourner Truth’unkiler kadar sahici fotoğraflar.
Sen vermediysen ben vermediysem AKP'ye kim oy verdi?
Gencabay, birkaç saniye içinde burunların selametinden söz etmeye başlıyor ve “koltuk altını kamuya açan kardeşine” o bildiğimiz deodorant markasını kullanmasını tavsiye ediyor. AKP’nin en iyi bildiği iş bu: Kavramların içini boşaltmak.
Biiiir Çok Sıkıldım İkiiii Yerim Çok Dar OoOoO…
Sanırım dünya tarihinde kendi aleyhine kampanya başlatan ilk aday Sayın Erdoğan. Önce T A M A M sloganını hediye etti muhalefete. Bu sloganın tüm dünyada Twitter’da birinci olmasının üzerinden birkaç gün geçmeden gençlere “biliyorum, sıkıldınız” diye seslendi.
Haydi ‘Beyler’ meydanlarda racon kesmeye
Kabadayı ağzıyla konuşmalar çoktandır seçim meydanlarında, meclis oturumlarında, törenlerde, ekranlarda siyaset lügatının bir parçası haline geldi. Bu yönüyle Akşener’in üslubu belki yadırganmıyor, hatta kendi tabanında “erkek gibi kadın”, “mert siyasetçi” olarak algılanmasına yol açıyor. Ne var ki, yeni bir siyaset vaat eden politikacıların bu vaatlerinde inandırıcı olmak için kullandıkları dili de yenilemeleri şart.
Hapisteki cumhurbaşkanı adayı
Demirtaş özgür bırakılmazsa, bir cumhurbaşkanı adayının miting yapamadan, medyada yer bulamadan, seçmene seslenemeden kampanya yürütmesine tanık olacağız. Olmaz olmaz demeyin, Türkiye absürtlükler ülkesi.
CHP için seçimi kazanma kılavuzu
CHP'nin bu seçimleri kazanması Hayır bloğunu bir kez daha mobilize edebilmesiyle mümkün olabilir. Bu nedenle, CHP'nin ne vaat ettiği kimi aday çıkardığından çok daha önemli.
Trump’ın üstün zekâlı süper füzelerini seyretmek
Trump’ın füzelerinin hedefi değilseniz, savaş reytingi yüksek bir izlence. Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak isimli kitabında başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olma halini sorgular.
Kendini imha etmeye mahkum iktidar
Austin ve Searle’i takip eden dilbilimciler, terimin kapsamını genişleterek aslında her sözün aynı zamanda bir ya da birden çok edimi yerine getirdiği sonucuna varırlar. Örneğin, birisi barış imzacısı akademisyenler için “kanlarında banyo yapacağız” dediğinde, yalnızca niyetini beyan etmiş olmaz.
Otoriteyi sevme özgürlüğü
Adorno, Otoritaryan Kişilik Üstüne adıyla yayınladığı araştırmada antidemokratik düşünceyi oluşturan şeyin ne olduğu ve potansiyel faşist bireyin nasıl birisi olduğu sorularını yanıtlamaya çalışır. Çalışmanın bulgularından birisi, eğitsel düzeyden bağımsız olarak, bilgisizlik ve kafakarışıklığı ile faşizme eğilim arasında doğrusal bir ilişki olduğudur.
Herkes kendini kurtaracak, olan Ahmet Hakan’a mı olacak?
Ahmet Hakan’ın basındaki tekseslileşmenin onun varlık koşullarını ortadan kaldıracağı, bütün yayın organlarının bir parti yayınına dönüştürüldüğü bir atmosferde gazetecilik faaliyetini gerçekleştirmenin imkânsız hale geleceği gibi bir kaygısı yok: “Peki bana ne olacak?” diyor.
Musmutlu insanların diyarı
Bu ülke ileri demokrasiyle yönetiliyor. İleri demokrasi, yani demokrasinin en saf hali: Seçimler. Halk, düzenli aralıklarla kurulan sandıklara gidiyor ve orada başbüyüklerin partisine oy vererek yurttaşlık görevini yerine getiriyor. Başbüyüklerin partisine oy vermeyenler de var; bunlar çoğu zaman kandırılmış, gerçeği görmekten aciz, dış mihrakların işbirlikçisi, bazen terörist ve vatan haini olan tipler.
Savaşı halklar kazanmaz
Onların binlerce evladını öldürürken zaferimizi biralarımızla kutladık. Onlar evlatlarımızı öldürdüklerinde şaraplarını içtiler. Evlatlarının ölümüne içen halklarız bizler.
Ufak tefek siyasetler
Oya gibi bir kadın güçlüyse aynı zamanda yaralı olmak zorundadır. Bu hayatlar içinde erkeklere düşen rol para kazanmak, işinde çok başarılı olmak ve kadınlar onları nereye çekiyorsa oraya sürüklenip gitmek gibi görünüyor.
Yassah kardeşim, yassah!
Adam, ara ara sesini yükseltmeye başlamıştı. Kelimeleri ise artık daha net seçiliyordu. “Yassah” diyordu. “Yassah, kardeşim yassah!
Eyy Osmanlı Ruhu geldiysen üç kere vur
Anlayacağınız, bizim aile ağacı, nasıl söyleyeyim, biraz sıradan. Oysa başkalarınınkine bakıyorum, neler neler yok. Dedeleri Bulgar, Romen, Makedon göçmeni olup da AB pasaportu için çifte vatandaşlık başvurusu yapmaya hazırlananlar mı dersiniz; atalarının at kuşanıp Orta Asya’dan geldiğini, yani aslında ne kadar da Türk ve katışıksız olduklarını ilan edenler mi?
Bilakis buraları özgürlükten yıkılıyo
Size hitaben bir yazı yazmaya kalkışınca kaç filmde rol almışsınız bir bakayım dedim. Karşıma çıkan ilk adreslerden biri Vikipedi oldu. Ne yazık ki hakkınızda orada yazan bilgileri paylaşmam mümkün değil zira fazla özgürlükten olsa gerek, Vikipedi’ye erişim engeli getirilmiş.
Çok kişisel bir yazı
Bizim coğrafyada katliamların, faili meçhullerin ya da hiç de meçhul olmayan faillerin bir türlü cezalandırılmadığı cinayetlerin yıldönümleri ne yazık ki hayatımızda güzel anların yıldönümlerinden daha fazla yer tutuyor. Bir de darbelerin, darbe girişimlerinin, OHAL ilanlarının yıldönümleri var…
Kelimelerini yitirmek
Kelimelerin, isimlerin gücü vardır. Kelimeler hem konuşanı hem de dinleyeni dönüştürürler.
Savaş zamanında barış gazeteciliği
Zor, hatta içinde bulunduğumuz koşullarda size imkânsız gibi görünebilir. Ama Barış Gazeteciliği mümkün ve gereklidir. Çünkü savaş gazetelere ve televizyonlara reyting, hamasetten beslenenlere oy kazandırır; ama bizlere bir şey kazandırmaz.
Yitirdiğimiz adaleti Yemekteyiz’de bulabilir miyiz?
Hak gözetme, denge, denklik, doğruluk, karşılıklılık, eşitlik, hukuka uygunluk gibi ahlaki veya normatif kıstaslarla belirlenen bir adalet anlayışının ötesinde, adaleti demokrasi, ifade özgürlüğü ve hoşgörü (aslında demokrasi literatüründe bir süredir bu kavram yerine karşılıklı kabul kullanılıyor) kavramları aracılığıyla açıklamanın, bugün adaleti yitirmenin ne anlama geldiğini ve onu yeniden tesis etmenin neden önemli olduğunu göstermesi açısından gerekli. Zira adaletin kaybolması, yirmi birinci yüzyılda, bir arada yaşamanın ve aslında bir toplum olarak var kalabilmenin zeminini yitirmek anlamına geliyor.
Halkı kandırma sözlüğü
Mark Curtis'in, politikacıların “halkı kandırma sözlüğü”nü gördükten sonra böylesi bir sözlük hazırlama fikri bana pek heyecan verici geldi. Şimdilik Curtis’in listesini gözden geçirelim ve birkaç ekleme yapmakla yetinelim.
Kedi insanı
Evet, ben bir kedi insanıyım. Bağımsızlığına düşkün, tutmaya, zaptetmeye, hele ki bir şeye zorlamaya gelmeyen; doğru bildiğinden şaşmayan, boyun eğmekten hoşlanmayan kedilerin insanı. Eğer kedi sevmeyenlerden ya da kedi sevmeyi hafife alanlardansanız, bu yazı size göre değil.
Yaprak döker bir yanımız/Bir yanımız bahar bahçe*
2017 yılı eğer bir mevsim olsaydı, kış olurdu. Ama öyle karın kötülükleri örttüğü bir kartpostal kışı değil, sert, acımasız, fırtınalı bir kış.
Şeytanca işler
Papa’nın ismi sanı olan bir kişi olduğunu açıkladığı “şeytan”la Rıdvan’ın uzak-yakın bir ilgisi yok bana kalırsa. Çok çok, güce ve iktidara koşulsuz biat etme arzusunu hayranlık, saf sevgi, çıkarsız dostluk gibi masumane duygularla açıklayan ve güçlüden yana aldığı bu tutumdan hiçbir çıkar beklentisi olmadığını ilan eden on binlerce faniden biri.
Barış Akademisyenleri davasının düşündürdükleri
Bizi birbirimizden ayırmaya, teker teker yargılayarak yalnızlaştırmaya, ihraçlar ve farklı muamelelerle bölmeye ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, bizi bir araya getiren ortak noktamız, insan haklarına saygı ve bir an önce barış şartlarının oluşturulması gereğine dair hem insani hem de mesleki sorumluluğumuz. Bizi bu kadar haklı ve bu kadar çok kılan vicdanımız, size bir şey söylüyor. Sesimizi duyun ve çoğaltın diye.
Politik bir eylem olarak ‘hatırlama'
"Hatırlama” yalnızca soykırım, katliam, savaş gibi büyük felaketlerin sağ kalanları ve tarafları için bir yüzleşme ve mümkünse yeniden bir arada yaşamı inşa etme yordamı olmaktan ibaret sayılmamalı. Gündelik hayatlarımızın içinde de, politik alanı yeniden inşa edebilmek için hatırlamalı ve hatırlatmalıyız.
‘Atatürk sevilecekse onu da biz severiz’
Gülşen’in 'süt zamanı'
Şarkıcı Gülşen, instagramda bebeğini emzirirken çekilmiş bir fotoğrafını paylaştığı için sosyal medyada epeyce bir tartışma döndü. Tepki verenler arasında anne olan ve olmayan kadınların da olması endişe verici.
Filmin sonunda canavar gözlerini yeniden açar
113 gün boyunca hak savunucularını adeta şeytanlaştıran basın, bir anda onlardan “tutuklu sanıklar” diye söz etmeye başlar. Tek bir kötü söz kullanmaksızın ve tek bir pişmanlık belirtisi göstermeksizin, bir “pardon” bile demeksizin, öylesine bir habermiş gibi birkaç cümleyle duyururlar tahliye kararını. Ne var ki, tam “her şey düzeldi, kötü bir rüyaydı geçti” diyecekken, bu politik gerilim filmi, korku filmlerine özgü bir kapanışla son bulur: Canavar tekrar gözlerini açar.
Kentli hakkımızı Gökçek’e helal etmiyoruz
Biz Ankaralıların Gökçek’e kızgınlığı büyük. Şimdi “seçimle gelen seçimle gidermiş” gibi sözlerin arkasına sığınarak demokrasiyi sandık ve seçimden ibaret sayanlar, ister istifa etsin, ister etmesin, gasp edilmiş kent hakkımızı ve kentli haklarımızı Gökçek’e helal etmediğimizi bilmeliler.
Söz konusu Leviathan olunca gerisi teferruat…
Hobbes'a göre insanlar kendi rızalarıyla gücü Leviathan'a vermeden barış ve huzur içinde yaşamaları mümkün değildir. Aksi taktirde şiddet, çatışma, güvensizlik ve terör hüküm sürer.
Aleyna Tilki, pedofili ve çocuk gelinler
Aleyna Tilki'nin klibinin pedofilik göndermelere sahip olduğuna dair pek çok haklı eleştiri var. Klibine yöneltilen pedofiliyi özendirmek gibi ağır bir suçlama karşısında Tilki'nin “reklamın kötüsü olmaz” düşüncesiyle verdiği yanıt ise, neredeyse klibin kendisi kadar endişe verici.
Araştırma üniversitesi mi dediniz?
12 Eylül mağduru akademisyenler yaptıkları çevirilerle yayıncılık dünyasında büyük bir canlanma yaratmışlardı. Bizler de bizi "yoksullaştıranlara" inat üretmeye ve bunları çok daha geniş kesimlerle paylaşmaya devam ediyoruz.
Mülteci düşmanlığı ve politikacının sorumluluğu
Irkçılığın arkasındaki hissiyat karşısındakini yeterince insandan saymamak herhalde. ‘Biz’den ötede olan, öteki olan, ‘biz’e benzemeyen, bizi kirleten, bizi bozan, bizi tehdit eden, bizim değerlerimizi ortadan kaldıran, bizim gibi olamayan, bizim gibi olmayı hak etmeyen…
Endişeli ebeveynin yerli ve milli eğitim sistemiyle imtihanı
Yetkililerin daha AB ile yaşanan ilk krizde ‘Kopenhag Kriterleri olmazsa biz de Ankara kriterlerini uygularız’ dediği bir ülkede yaşıyoruz sonuçta. Milli Eğitim de bunun farkında olsa gerek ki –nihayetinde kendisi de milli olduğuna göre- evrenselin yanına ‘milli değerleri’ eklemiş. Eklemekle de yetinmemiş, bir güzel tanımlamış bunları...
Şort, tekme ve ‘devletimizin kırmızı çizgisi’
Çakıroğlu adliyede kendince gayrımüslim bir kadına uyguladığı şiddet nedeniyle aldığı bu cezaya isyan ediyordu. Peki Çakıroğlu 'devletimiz'den nasıl bir kırmızı çizgi talep ediyor?
Sürgün de sevdaya dâhil mi?
Yeni KHK'daki bazı düzenlemeler de OHAL komisyonu olur da çalışırsa ve hakkaniyetli kararlar almaya başlarsa haksız yere işinden gücünden ettikleri akademisyenler eski kurumlarına dönüp muktedirlere ve onların işbirlikçilerine hesap soramasın diye getirilmiş. Kimse bize 'gidin de memlekete hizmet edin’ edebiyatı yapmaya kalkmasın. Bunun adı sürgündür.
Sibel Kekilli kızkardeşimizdir
Sibel Kekilli’nin isyanı bir ikiyüzlülüğü teşhir etti. Ona bu yüzden kulak vermemiz, sahip çıkmamız gerekiyor.
Kuş gibi özgür ya da sivil ölü olmak
Muktedirlerin, OHAL fırsatçılarının ve şakşakçılarının gözden kaçırdığı gerçek, karanlık ortaçağın çoktan kapanmış olduğu. Eşitlik, özgürlük ve insanlık onuru adına verilen onca mücadeleyle kazanılmış temel haklar, öyle birileri istiyor diye bir çırpıda rafa kaldırılacak değil. Siz istediniz diye ‘sivil ölü’ olacak değiliz.
Yeni Türkiye’nin yeni kanaat önderleri
Televizyonlardaki tartışma programlarına çıkan uzmanların gerçekten o konuda bilgi sahibi olması önemli değil. Hükümete yöneltilen eleştiriler CHP’nin vesayetçi olduğu, FETÖ’cü olduğu, darbeyi desteklediği; falancanın terörist olduğu iddialarıyla savuşturuluyor.
Üniversiteler için Tercih Kılavuzu
Bu yazıyı yazma sebebim yalnızca ifade özgürlüğünü kullandığı için çok sevdiği işinden ve kamu hizmetinden men edilmiş bir akademisyen olarak bir tür kamu hizmeti vermek ve üniversitelerin vaat ettikleri ‘özgürlük’, ‘katılımcılık’, ‘evrensellik’ idealleri ile gerçekte sundukları arasındaki yaman çelişkiyi göz önüne sermek.
Devrim imgeleri ve ‘15 Temmuz Destanı’
Afiş, 15 Temmuz Destanı başlığını taşıyor. Her ne kadar başbakan 2 Ekim 2016’da 15 Temmuz’un artık resmen bir bayram olduğunu ilan etse ve hükümete yakın kaynaklar sıklıkla 15 Temmuz’u bir ‘devrim’, ‘halk devrimi’ olarak ele alsalar da, bu afişte ve aynı kaynaktan çıkan benzerlerinde ‘devrim’ sözcüğü sakıncalı bulunmuş olmalı ki ‘destan’ yeğlenmiş.
'Suriyelileri' nasıl bilirsiniz?
Hamile bir genç kadın tecavüz edilerek bebeğiyle beraber öldürüldüğünde ah ne kadar da şaşırıyoruz; basınımız ne kadar da duyarlı tepkiler veriyor. Sanki savaşın şiddetinden kaçan bu kadınlar yıllarca bir “seks kölesi” olarak kullanılmamış, alınıp satılmamış, kuma gittikleri evlerde yaşlı erkeklerin tecavüzüne uğramamış gibi.
Herkes için adalet
Kılıçdaroğlu, bunca yıllık siyasi kariyerinde hiç yapmadığı bir şeyi yaptı, adalet talebiyle yollara düştü. Biz adaletin yanına demokrasiyi de ekleyelim. Yürüyüşü desteklesin desteklemesin, küçük, mutlu, huzurlu evrenlerinde yaşayanların da, uzaktan seyretmekle yetinenlerin de, bu hayatlarını ancak demokratik bir rejimin güvencesi altında, adalet herkes için olduğunda sürdürebileceklerini anlamaları gerekiyor.
Yoksa siz hâlâ iltisaklandıramadıklarından mısınız?
Korku, baskıcı rejimlerin başlıca ayakta kalma stratejisidir ve bir korku eşiği aşıldığında yeni bir eşik oluşturmak gerekir. Bu nedenle çıta giderek alçalacaktır. Önce en kolay ulaşabileceklerini iltisakladılar.
Başka pencere
Kılıçdaroğlu yazısı gelecek günlere kaldı. Hani iyi bir şey olacağı zaman nefesinizi tutarsınız, büyüsü bozulmasın istersiniz ya… O an kimse üzerine konuşmazsa gerçek olacakmış gibi. En son 8 Haziran sabahında bu duyguyu yaşamıştık.