YAZARLAR

Emanetçi başbakan olmanın önemi

Türk usulü başkanlık tartışmasında kendini sürekli tekrar eden bu modelin mekanizması yaklaşık olarak şöyle betimleyebiliriz. İlk önce güçlü ve özerk bir başbakanlık pratiğinden geçen siyasi lider, belli bir aşamada cumhurbaşkanı seçilir. Artık cumhurbaşkanı olan eski başbakan, bir süre sonra başkanlık sistemine geçişin gerekliliğini ve yararlarını tartışmaya açar. Başkanlık tartışmasının yumuşak karnı, halef olarak belirlenecek başbakanın tutumudur. Bu yüzden, başkan olmak isteyen cumhurbaşkanının en zorlu meselesini, halef olacak başbakanın tayini oluşturur.

24 Haziran seçimleriyle beraber hükümet sisteminde yaşanan dönüşüm de sonlanmış oldu. “Türk usulü başkanlık sistemi”, yeni kabinenin kurulmasıyla tüm boyutlarıyla uygulamaya geçecek. Böylelikle 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminin yarattığı fiili durum da ortadan kalkmış olacak. Anayasa hukukçusu Murat Sevinç’in şaka yollu “çeyrek başkanlık sistemi” olarak adlandırdığı bu fiili durum, bizleri alışkın olmadığımız bir gerilim kaynağıyla tanıştırmıştı. Atanmışlar ile seçilmişler arasındaki çekişmelerden yakınan siyasilere öteden beri aşinaydık. Lakin cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi, bu konuda dikkatleri seçilmişlerin kendi içindeki çatışmalar üzerine çekti. Çatışmanın bir tarafında başbakanlık makamı, diğer tarafındaysa cumhurbaşkanlığı makamı bulunuyor. Somut tezahürünü Davutoğlu, Yıldırım ve Erdoğan gibi siyasi figürler üzerinden izlediğimiz bu çatışmanın dinamiklerini anlamak, geçirdiğimiz dönüşümü anlamak açısından büyük önem taşıyor.

Bu minvalde, başbakanın siyasal sistem içindeki konumunun geçirdiği dönüşümü ele alarak yola çıkmak yararlı olacaktır. Başbakanlık hususundaki en dikkat çekici gelişme, onun parlamenter sistem içindeki gücünün artmasıdır. Söz konusu artış, tekil bir olgu olmayıp, parlamenter sistemlerde dünya çapında ortaya çıkan bir eğilimdir. Bu eğilim, siyaset biliminde “siyasetin başkanlaşması” kavramıyla izah ediliyor. Başkanlaşma, güçler ayrılığı ilkesinin geçirdiği dönüşümü ve yürütmenin gücündeki fiili artış eğilimini işaret ediyor. O halde, başkanlaşmayla kastedilen, parlamenter sistemlere özgü genel bir sorunun varlığıdır. 80’li yıllardan sonra Türkiye’de başbakanların gücünde meydana gelen artışın sorunlarını bu genel çerçeve içinde buluyoruz. Lakin Türkiye’nin bu genel eğilim içinde ayrıksı, hatta aykırı bir konumu olduğunu da ilk baştan söylemekte yarar var. Tartışmayı ilerlettikçe bunun daha açık görülebileceğini umuyorum.

Başkanlaşma tartışması, parlamenter sistemlerde yaşanan dönüşümün anayasa dışı kaynakları üzerine odaklanmıştır. Bu dönüşümün başlattığı tartışma, üç küresel eğilimi bir arada ele alarak yürütülmektedir. Evvela yürütmenin başı olarak başbakanın, dışarıdan müdahalelere giderek daha kapalı hale geldiği gözlenmektedir. İkincisi, siyasi parti lideri olarak başbakanın, kendi partisi karşısındaki özerkliği giderek artmaktadır. Son olarak, seçim süreçleri kurumsal veya örgütsel dinamiklerden çok, başbakan olabilecek liderlerin kişisel özelliklerince yönlendirilmektedir. Bu eğilimler, başkanlaşmanın asıl meselesinin, anayasal yapıyı başkanlık sistemi doğrultusunda dönüştürmek olmadığını açıkça gösteriyor. Başkanlaşma, daha çok, parlamenter sistem koşullarında fiili bir başkanlık gücünü işler kılma arzusunu temsil etmektedir. Siyasi literatürdeki başkanlaşma tartışmasının sınırları, bu fiili durumu açıklama arzusu tarafından çizilmiştir.

80’lerde yeniden kurulan siyasi hayatımıza baktığımızda, başkanlaşmanın kendini güçlü bir eğilim olarak açığa vurduğunu görüyoruz. Liderin seçmenlerle örgüt veya partinin aracılığına ihtiyaç duymadan, doğrudan bağ kurabilmesi, bu dönem boyunca onun “büyük adam” olmasının bir alameti olarak kabul görmüştür. Büyük adam anlayışı, parti genel başkanlığı makamını, parti örgütünün bir organı olarak görmez. Aksine partinin tüm örgüt yapısını, liderin bedeninin bir uzantısı olarak tanımlama eğilimindedir. Bu gözlemlere, meclis ve yargının hükümet üzerindeki denetiminin giderek yıprandığını ve işlevsizleştiğini de rahatlıkla ekleyebiliriz. Tüm bu gelişmeler, başkanlaşmayı küresel düzeyde mümkün kılan seçim, parti ve yürütme alanındaki dönüşüm eğilimlerinin bizdeki yansımaları olarak görülebilirler. Sonuç olarak, Türkiye’de başkanlaşma eğiliminin varlığının şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortada olduğunu söyleyebiliyoruz.

Bununla birlikte, başkanlaşma kavramının içinde bulunduğumuz durumu açıklamak açısından önemli bir sınırlılığı olduğunu belirtmek isterim. Çünkü bizdeki durum, sistemin başkanlaşmasının çok ötesine geçmiş, adeta başkanın sistemleşmesi halini almıştır. Görüldüğü kadarıyla başkanlaşma eğilimi, sadece bir eğilim olarak kalmakla yetinmiyor, içinde devindiği yapıyı bir bütün olarak dönüştürme sonucunu veriyor. Türkiye, başkanlaşma eğiliminin parlamenter sistemi anayasal olarak ortadan kaldırdığı ilk somut örneği temsil ediyor. Bu anayasal dönüşümün haklar ve özgürlükler açısından yarattığı yıkıcı sonuçlara da özel bir dikkat gösterilmesi gerekiyor. Elbette, her başkanlaşma sürecinin zorunlu olarak başkanlık sistemiyle sonuçlanacağı söylenemez. Sonra, başkanlık sisteminin her ülkede aynı baskıcı yapıyı yaratacağını düşünmek de doğru olmaz. Türkiye örneğinin önemi, benzer süreçleri deneyimleyen ülkelere, mevcut ihtimallerin varabileceği yeri göstermesinden kaynaklanıyor. Elimizdeki örneği bulunduğu noktaya götüren özgün dinamiği belirlemek bundan ötürü bir değer taşıyor.

Bence Türkiye’nin ayırt edici yanını, cumhurbaşkanının anayasal sistem içindeki konumunun istikrarsızlığı oluşturur. Bugün içinde bulunduğumuz süreç, başkanlaşma eğiliminin bu istikrarsızlık unsuruyla birleştiği noktada mümkün hale gelebilmiştir. “Başkanlık ütopyasının”, Erbakan ve arkadaşlarının onu bir sistem olarak önermesinden bu yana, sağ geleneğin en büyük sistem ideali olduğu bilinen bir gerçek. Bu öneri, Türkiye’de demokratik zihniyete musallat olan çoğunlukçu siyaset mantığından bağımsız değerlendirilemez. Türkiye’deki milliyetçi ve mukaddesatçı oyların her zaman çoğunluğu oluşturduğu inancı, bizdeki başkanlık tartışmasının açığa vurulmamış motivasyonunu oluşturur.

Bu genel motivasyona rağmen, başkanlık sisteminin ciddi bir öneri olarak ilk defa Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde ele alındığını görüyoruz. Cumhurbaşkanlarının başkan olma arzusunun bu dönemde ortaya çıkması, cumhurbaşkanlarının makama geldikleri kökenin değişimesinin bir sonucudur. Yani başkanlığın Türkiye açısından uygulanabilir bir proje olarak ileri sürülmesi, asker kökenli olmayan sivil bir cumhurbaşkanının seçilmesiyle ilk defa olanaklı olabilmiştir. Başkanlık tartışmasının genel yapısı ve sonraki gelişimi, bu sivil aktörlere özgü siyaset yapma zihniyeti tarafından koşullandırılmıştır. Bu zihniyeti “Özal modeli” olarak adlandırmak kanımca en doğru yaklaşım olacaktır. Özal modelinin özünü, siyasi liderin kişisel ikbal arayışını ve sürekli iktidar olma arzusunu, memleketin genel siyasi yararının ön koşulu olarak göstermesi oluşturur. Başkanlığın Türkiye’de sadece “büyük adam” efsanesinin söylemsel bir unsuru olarak ileri sürüldüğüne anlamlı görülmesi bundan ötürüdür.

Türk usulü başkanlık tartışmasında kendini sürekli tekrar eden bu modelin işleyiş mekanizmasını yaklaşık olarak şöyle betimleyebiliriz: İlk önce güçlü ve özerk bir başbakanlık pratiğinden geçen siyasi lider, belli bir aşamada cumhurbaşkanı seçilir. Cumhurbaşkanı olan eski başbakan, bir süre sonra başkanlık sistemine geçişin gerekliliğini ve yararlarını tartışmaya açar. Yürütülecek tartışmanın yumuşak karnını, halef olarak belirlenecek başbakanın tutumunun önceden bilinememesi oluşturur. Bu yüzden, başkanlık yolundaki cumhurbaşkanını en zorlayacak mesele, halef olacak başbakanı tayin etmektir. Siyasi tarihimizde rastladığımız, “emanetçi başbakan” tipinin varlık sebebini burada buluyoruz. Başkanlık arzusundaki cumhurbaşkanı emanetçiye ihtiyaç duymaktadır, çünkü başkanlık tartışmasının akibetini yeni başbakanın tutumu belirleyecektir. Başbakan, başkanlık önündeki anayasal engelleri kaldırmada işbirliği yapmaya yetecek kadar güçlü, cumhurbaşkanının siyasi gündemine engel teşkil etmeyecek kadar da düşük profilli biri olmalıdır.

Bu minvalde, Özal cumhurbaşkanı olduğunda “partisini” güvenebileceği bir isim olan Yıldırım Akbulut’a emanet etmişti. Ancak Akbulut, muhalefetin ve parti içi dirençlerin baskısıyla kısa sürede yıpranmış ve onun yerine Mesut Yılmaz iş başına gelmişti. Demirel cumhurbaşkanı olduğunda Özal modelini izlemiş ve Hüsamettin Cindoruk’u halefi olarak göstermişti. Ancak mekanizma daha ilk baştan parti örgütünün direnciyle karşılaşmış ve Cindoruk yerine Tansu Çiller genel başkan olarak seçilmişti. Elbette bu başarısızlık, Demirel’i tıpkı Özal gibi başkanlık sistemini tartışmaya açmaktan alıkoymamıştı. Sonra benzer bir çatışmanın Erdoğan ile cılız bir direnç sergileyen Davutoğlu arasında da ortaya çıktığını görüyoruz. Artık başkan olmak isteyen bir cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, kendi siyasi gündeminin takipçisi olsun diye belirlediği yeni başbakanla çatışmaya girmişti. Lakin bu sefer çatışma, öncekilerde olduğu kadar çekişmeli geçmemiş ve mutlak bir şekilde Erdoğan’ın galibiyetiyle sonuçlanmıştı.

Erdoğan, Özal’ın bulduğu ama etkili bir şekilde uygulayamadığı emanetçi başbakan çözümünü başarıyla devreye soktu. Bu başarısında cumhurbaşkanının siyasal sistem içindeki ağırlığını artıran 2007 referandumunun belirleyici bir etkisi olmuştur. Anayasa değişikliğiyle beraber, iki turlu bir seçimde yarışan her cumhurbaşkanı adayının, seçmenlerin yarısından fazlasının oyunu alması zorunlu hale gelmişti. Türkiye siyasetindeki lider bağımlılığının göstergesi olan başkanlaşma eğilimi, seçimle gelen güçlü cumhurbaşkanıyla bütünleştiğinde bugünkü dönüşümün önündeki kapı ardına kadar açılmış oldu. Başbakanlığın gücünü arttıran eğilim, ironik bir şekilde başbakanlığın değersizleşmesiyle sonuçlanmıştı. Erdoğan, önce cılız da olsa direnç gösteren Davutoğlu’nu tasfiye ettikten sonra, “düşük profilli” olduğuna inandığı bir emanetçi bulmakta hiç zorlanmadı. Böylelikle önceden cumhurbaşkanlarının başkan olma arzusunu ketleyen güçlü bir dinamik devre dışı bırakılmış oldu.

Açıkça görüldüğü üzere, Erdoğan  sadece Türkiye’nin ilk başkanı olmakla kalmadı; bu sistem değişikliğini başlatan bir “muharrik-i evvel” olmayı da başardı. Yaşanan dönüşümün bu dinamiğini anlamak, muhalif siyasetin aksadığı ve güç kaybettiği düzeyi belirlemek açısından büyük bir önem taşımaktadır. Türkiye’de yaşanan demokrasi ve adalet buhranının geçmişe dönük muhasebesi yapıldığında, sorumluluğu esas olarak iktidarın “liberal” destekçileri üzerine yıkma anlayışı halen hakim durumdadır. “Yetmez ama evet” stratejisinin eleştirisinden yola çıkan bu anlayış, 2011 referandumuyla HSYK’nın yapısında gerçekleşen dönüşümü esas almamızı önermektedir. Oysa cumhurbaşkanın seçimle iş başına gelmesini mümkün kılan anayasa değişikliği ve bu değişikliği kaçınılmaz kılan muhalefet anlayışının sorumluluğu üzerinde pek fazla durulmamaktadır. Başkanlık arzusunu kendi içinde başarısızlığa uğratan bir dinamiği ortadan kaldırmak, bu açıdan bakıldığında, daha mı az önem taşıyor? Herhalde ön yargıdan arınmış hiçkimse bu soruya olumlu yanıt veremeyecektir.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.