YAZARLAR

Kapa çeneni!

‘Kapa çeneni’ zılgıtının ters tepeceği yerlerin sayısı artıyor. Ekonomi bunun başında geliyor. Göstergeler büyük bir krize işaret ederken dünyayla didişmenin maliyeti göğüslenemeyecek boyutlarda olabilir. Mesela evini düzene sokmamış olanlar karşısında finans dünyası ‘çene kapattıran’ bir üstünlüğe sahip. Hele ki yapısal sorunlarınız boyunuzu aşıyorsa! Üreten bir ülke değilseniz! Katma değeriniz çok düşükse!

Dış politikada Türkiye’yi, Tayyip Erdoğan’ın ‘sıkıntılı ve kuşatılmış’ bir sandıktan devşirdiği güçle ‘sert’, ekonomik dar boğazın zorlamasıyla ‘esnek’ bir yol haritası bekliyor. Sert inişler ve çıkışlara gebe bir yol çizelgesini kâğıda dökmek hiç de kolay değil. Yeni girdilerle bir devam filmine tanık olacağız sanki.

Dışarıyla yeni başlangıçlar, içeriyle yeni başlangıçlarla doğru orantılı. Tek adam rejimi ete kemiğe bürünürken diyalogdan, umuttan, barıştan yana bir ışık sızıntısı yok. Karanlık üzerimize üzerimize geliyor.

Restleşme ve kutuplaştırma bu iktidar için yakıt işlevi gördü. Kendini korumaya almak için büründüğü milliyetçi kisve, meclis aritmetiği gereği MHP’yle sürmesi gereken ortaklık ve İslamcı hamaseti besleyen “Ümmetin umuduyuz” efsanesi dış politikadaki saçmalıklar dizinini akıl süzgecinden geçirmeye imkân vermiyor.

Türkiye’nin dış ilişkiler manzumesini harap eden faktör basit bir milliyetçi savrulmaya dayanmıyor. İçerideki milliyetçiliği, ülke sınırlarının dışında büyük heveslere tahvil eden hibrit bir ‘yayılmacı milliyetçilik’ gelişiyor. Batılılar radikal milliyetçilik ve ulusal korumacılık üzerinden yükselen sağcılaşmayı tartışırken Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr konsolidasyonun yaslandığı dinamikleri yanlış analiz ediyor. En basitinden, Batı’da mülteci akınının yol açtığı korku, aşırı sağı parlatıp sosyal demokratları da ‘korumacı’ politikalara iterken Türkiye’de mülteci meselesi yeni milliyetçi-muhafazakâr cephenin yakıtı olabiliyor. Suriyelilere vatandaşlık İslamcı muhafazakâr kesimin, Ahıskalılara vatandaşlık milliyetçi kesimin avuntu dünyasına psikolojik etken olarak giriyor. Birinde çekilme-daralma, ötekinde yayılma-genişleme eğilimi var.

Oluşmakta olan yeni milliyetçi cephenin nabız ritminden hareketle diplomasiye sinen nobranlıktan kurtulmanın pek de kolay olmayacağını seziyoruz. Liderden kitleye, devletten insana, insandan insana, hasılı dikey ve yatay bütün ilişkilere yansıyan kaba/dayı/lık dış ilişkilerde de ‘onur’, ‘dik duruş’, ‘yüce devlet’ ve ‘yüce millet’ klişeleriyle kendine bağlamlar buluyor. ‘Rest ise rest’ parantezine sığdırılan bir sürü zerzevat.

***

Yeni dönemde dış politikada neler bekleniyor diye kafa yorarken bu fasılda siftah ‘kapa çeneni’ çıkışıyla yapıldı. ABD Kongresi’nden Adam Schiff’in ‘Erdoğan’ı tebrik etmeyin’ çağrısına Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın şu yanıtı verdi: “Türk halkı son sözünü söyledi. Çeneni kapatmalısın.”

Bu çıkış genel gidişatın bir dışa vurumu olmasa “Amerikalılar fazlasını hak ediyor” diyebiliriz. Ben daha ciddi konularda daha ağır laflar etmeye hazırım!

Erdoğan ve ekibi yeni sistemin sürdürülebilirliğine dair artan korkularına rağmen “Avrupa’nın hiçbir yerinde yüzde 87 katılımla seçim gerçekleştiren, yüzde 42 ile iktidar kuran bir demokrasi yok” diyerek tek adam rejimini sindirtmeye çalışıyor. Çoğulculuğun değerinden uzak çoğunlukçu bir kolaycılıkla “Türk tipi demokrasi”. Yüksek sesle konuşarak bunu kanıksatabileceklerini zannediyorlar.

MHP’nin vereceği ayarlar da eklendiğinde dış ilişkilerdeki seviye ‘kapa çeneni’ çizgisinden bir kıl yukarı çıkmayabilir.

Fakat burada Türkiye’nin gidişatına kafa yoran herkes aynı parantezi açma gereği duyuyor. ‘Kapa çeneni’ zılgıtının ters tepeceği yerlerin sayısı artıyor. Ekonomi bunun başında geliyor. Göstergeler büyük bir krize işaret ederken dünyayla didişmenin maliyeti göğüslenemeyecek boyutlarda olabilir.

Mesela evini düzene sokmamış olanlar karşısında finans dünyası ‘çene kapattıran’ bir üstünlüğe sahip. Hele ki yapısal sorunlarınız boyunuzu aşıyorsa! Üreten bir ülke değilseniz! Katma değeriniz çok düşükse!

Erdoğan’ın seçim öncesi Merkez Bankası’nın bağımsızlığını hedef alan faiz polemiği ile Londra’dan nasıl bir hezimetle döndüğünü hatırlayalım. İşi toparlamak için ekonomi kurmaylarını “Biz ettik siz etmeyin” dercesine boynu bükük şekilde tekrar piyasa kurtlarının önüne oturtmak zorunda kaldı.

Yine Erdoğan’ı kıskıvrak yakalayan ABD’deki Zarrab davası sadece ekonomi değil Türkiye’nin bölgesel politikalarını da etkileyecek şekilde Demokles’in kılıcı gibi orada asılı duruyor. Bankacılık sektörünü sarsacak yaptırım kararlarının çıkması ihtimali Erdoğan’ın manevra alanını daraltıyor. Bir nevi ‘Amerikan Rehinesi’ durumu oluşuyor. Son dönemde Rusya ile ortaklığa stratejik boyutlar katma eğilimiyle ABD’yi ileri adımlar atmaktan men etmeye yönelik taktikler bir yere kadar işe yaramış olabilir. Ama kötü bir ekonomiyle bu tür kartlar kısa sürede geçerliliğini yitirebilir.

***

Gürültü siyaseti istikrarını korusa da esasen Erdoğan 2015’teki sarsıntıdan beri belli yerlerde çaktırmadan yelkenleri suya indirdi. Tabii hiçbir tutarlılık kaygısı güdülmeden. Şişirilmiş heveslerle düşük kapasite arasındaki uyumsuzluğun yol açtığı gel-gitler bitmiyor. Suriye’de Rusya ve İran’la işbirliğine gidildi ama tercih değil mecburiyetten! Irak’ta yeni bir sayfa açma hesabı yapıldı ama Kürdistan karşıtlığı üzerinden. Suud’un İran karşıtı “Sünni Ordu” hayallerine açık çek yazıldı ama başka faktörler yüzünden geri adım atıldı.

Mavi Marmara Davası satılarak İsrail ile normalleşme sürecine de gidildi. Doğrusu İsrail karşıtlığı başından beri yanıltıcıydı. Filistin sevdasının gölgesinde Türk gemileri Aşdod limanına demir atmaya devam ediyordu. Hal bu iken varsın Gazze için öfkeli patlamalar tekrarlansın! Bunlar İsrail için Arap pazarında daha çok bağırarak daha çok satacağını sanan karpuz satıcısının naralarından öte bir şey değil. Türkiye “One Minute” çıkışından beri İsrail’in en istikrarlı ticari ortağı. O yüzden dış politikada ince ayarı İsrail-Filistin cephesinde aramak çok da anlamlı değil. Asıl ne olacak diye bakılması gereken yer Suriye.

***

Ortadoğu genelindeki mecburi çekilmeye paralel olarak karşılıksız kalan bütün hevesler Suriye hesabına yazıldı. Yeni dönemde Erdoğan, Suriye’de herkesi şaşırtabilir mi? Çünkü dış politikanın asıl arızalı yükü burada. Bir süredir Suriye siyaseti iki askı kullanıyor: Biri Kürtleri denklemden çıkarmaya, diğeri Şam’la pazarlık çıtasını yükseltmeye yönelik. MHP birinci amaçla doğrudan ilgileniyor. Haliyle Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı’nda ısrarın sürmesi MHP-AKP ortaklığının buluşma noktalarından biri. Bu da bir başka açıdan Suriye’de Amerikan-Rus rekabetinden faydalanan ‘boşluk doldurma’ oyununa devam edileceği anlamına geliyor.

Türkiye’nin tuttuğu cepler, yeni dönemde ABD’nin elinde Rusya, İran ve Suriye’ye karşı kullanışlı birer koza dönüşebilir. AKP’nin birincil tercihi Rusya değil her zaman güvenceye alınmış Amerikan dostluğudur. Potansiyel olarak Türkiye’nin sahadaki varlığı NATO’nun, dolayısıyla, ABD’nin varlığıdır. Rusya ve İran bunun farkında ama Türkiye’ye olan ihtiyaçları devam ettiğinden onlar da bu ikili oyunu oynuyor. İran ve Rusya’nın Erdoğan’ın zaferini sıcağı sıcağına alkışlaması dostluk ve güvene değil oluşan ortaklığın selametine dayanıyor.

***

Özetle Türkiye kendine biçtiği yeni elbisesiyle yeni başlangıçları yapamaz. En basitinden AB ile müzakere masasına dönemez. Tek adam rejimi başlı başına sapmadır. Meclisin hükümeti denetleyemediği, yargının emre amade kılındığı, kamu denetim mekanizmalarının kaldırıldığı, başkanın olağanüstü yetkiler kullandığı, OHAL koşullarının sürdüğü, özgürlüklerin budandığı, alternatif medyanın bitirildiği, gazeteciliğin suç sayıldığı, iktidar lehine suçlara dokunulmazlık kazandırıldığı, muhalefetin terörist muamelesi gördüğü, meclise üçüncü sırada giren bir partinin yöneticilerinin hukuksuzca hapiste tutulduğu ve barışın suç sayıldığı bir rejim AB ile hangi kriterler üzerinden müzakereye oturacak?

Elbette AB ülkeleri de yeni duruma binaen kendi ikiyüzlülüklerini sürdürecektir. Kamuoyu önünde caydırıcılığı olmayan eleştirel söylemlerin tekrar edilmesinin bir önemi yok. Avrupa’nın artık Türkiye’ye biçtiği rol, AB değerlerine bağlı itibarlı ortaklık değil ürettikleri mallar için pazar, mülteci akınını önleyen bariyer ve bölgesel krizleri kesen tampondur. Onlar için demokrasi değil istikrar önceliktir. Fakat bu bakıştaki hesap hatası da şudur: AB’nin biçtiği rol ne onların umduğu istikrarı sağlayabilir ne de Türkiye’ye ihtiyacı olan huzuru getirebilir. Türkiye’nin girdiği çukurdan çıkmak için büyük bir sıçramaya ihtiyacı var. Bu sıçrama da radikal bir normalleşmeyi gerektiriyor. 24 Haziran’da bu şans kaçırıldı. Anormalleşmeyi daha da büyütecek ölümcül bir tercih yapıldı.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.