YAZARLAR

Galip sayılır bu yolda mağlup

Hatıralarımızda önemli yer tutacak bu iki aylık kampanya süreci. Biz eskilere de elbette ama genç seçmene, 2010’lar kuşağına bir başka sahici hikaye verdi. Bir hikayesi olan kuşakların kaybetmesi düşünülemez. En çok bu nedenle galip sayılır bu yolda mağlup dedirten İnce, Akşener ve Karamollaoğlu'na iyi ki aday oldunuz, diyorum. Ama zannımca geleceğin tarihçilerini hayli meşgul edecek, sonraki kuşaklara parmak ısırttıracak olan Selahattin Demirtaş’ın cezaevi performansıydı.

Şiirlerden, halk deyişlerinden aparma ve klişe bu başlık. Üstelik züğürt tesellisi havasında ama kabul edelim ki pek sahici. Siyasete cuk oturuyor. Hele bizim ülkenin siyasetinde her daim gideri var. Ancak 24 Haziran muhasebelerine girişilmişken bir başka anlamlı geliyor bana. Tahmin edebileceğiniz gibi “…çatı aday olsaydı, kişiler kendilerini hedefin önünde görmeseydi…” türü eleştirilerle en çok Meral Akşener’e ve kısmen Muharrem İnce’ye ateş püskürülmesi, beni bu başlığa sevk eden.

Hatırlayalım, Abdullah Gül isminin herkesin ağzında sihirli formül gibi dolaştığı, bundan en fazla iki ay önceki günlerde nasıl bir sıkışmışlık ruh halindeydi muhalefet? Oğlumun deyimiyle “AKP kurucusuna mı oy verelim yoksa AKP kurucusuna mı oy verelim?” kısırlığına hapsolmayı hak etmiyordu, bu ülkenin geniş siyasi yelpazesi ve engin birikimi. Sağ olsun Meral Akşener kurtardı bu anlamsız dar boğazdan bizleri.

İknaya memur edilmiş Genel Kurmay Başkanı'nın verdiği “muhtırayla” derhal “hizaya giren” kişi iyi ki çatı aday olmadı zaten. Seçim kazanmak ya da seçim kaybetmekten öte aynı siyasi hareketin birbirine zaman içinde ters düşmüş “görünen” iki kişisinden birini tercihe zorlanmak başlı başına zül. Bu seçim, fiilen uygulanan yönetim sistemi değişikliğinin resmen hayata geçeceği kritik eşik olsa bile… Reel politik kaygılarla, kazanma hırsıyla ilkelerin çiğnenmesindense ilkesel tutumla ortaklaşıldığı halde seçim kaybetmeyi bin kere tercih ederim.

Fayda yerine ilkeyi önceleyen tutumları bugün Akşener ve İnce’yi, kişisel çıkarları için aday oldukları yolunda suçlamalara maruz bıraksa da, asıl çıkarcılığın her şeye rağmen sırf seçim kazanmak için insanları inanmadıkları fikirleri seçmeye zorlayacak çatı aday arayışı olduğu aşikar. Parti içi hesaplaşmalar nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın gerçek değişmez. Bu yazı yazılırken yaşanan ve artçıları muhtemelen kesilmeyecek CHP depremine taraf olanlar ne derse desin… Üstelik çatı adayla kazanmanın da garantisi yoktu. İhtiyacımız halaskarlardan halas olmakken çatı adayla bilindik eski bir politikacıyı “yeni kurtarıcı baba” seçmek de ayrıca abesti. Her adayın inandığı politikalar doğrultusunda kendi kampanyasını yürüterek seçmenine umut verdiği coşkulu bir kampanya süreci yaşadık. Umut etmek güzeldi ama olmadı.

OHAL’de seçimden bu halde sonuç çıkması sürpriz sayılmaz. Hele de Erdoğan, son düzlüğe girildiği zaman “Temmuzda OHAL yenilenmeyebilir” mealinde konuşunca, kaçımız içimizden veya dışımızdan “haa maksat hasıl olunca kalkar” demedik ki? Hani Başbakan Yıldırım iki yıl önce ilk günlerde “halkımız endişelenmesin biz OHAL’i kamuya, devlete, kendimize ilan ediyoruz” demişti ya tıpkı bunun gibi son uzatılışı, iktidarın kendi parti tabanına yönelik OHAL ilan etmesiydi sanıyorum. Olağanüstü yönetim koşullarının henüz sona ermediği mesajı, terörle mücadele adı altında yaratılan korku iklimini, seçmen nezdinde inandırıcı kıldı. Kazanmak için dini, milli, tarihi değerlerin hepsini sarf malzemesine dönüştürüp tüketmekten çekinmeyen faydacı politik muhafazakarlık, tabanını konsolide etmek için OHAL’i de kullandı. Sandık taşımaların, polisiye tedbirlerin(!), parti temsilci ve müşahitlerinin son gün gözaltılarla sandıklardan uzak tutulmasının yanı sıra seçmen ruh halini etkileyen elverişli bir araca dönüştürüldü OHAL.

Toplumun yarısını kuşatan korku atmosferine karşın diğer yarısı coşkuluydu. Hatıralarımızda önemli yer tutacak bu iki aylık kampanya süreci. Biz eskilere de elbette ama genç seçmene, 2010’lar kuşağına bir başka sahici hikaye verdi. Bir hikayesi olan kuşakların kaybetmesi düşünülemez. En çok bu nedenle galip sayılır bu yolda mağlup dedirten İnce, Akşener ve Karamollaoğlu'na iyi ki aday oldunuz, diyorum. Ama zannımca 2018 seçimleri hakkında, geleceğin tarihçilerini hayli meşgul edecek, sonraki kuşaklara parmak ısırttıracak olan Selahattin Demirtaş’ın cezaevi performansıydı. Hikayenin baş köşesine hakkıyla kuruldu şimdiden.

24 Hazirana dair çoğunluğun hatıralarında, sayım sonuçlarına ilişkin ilk haberler, ilk televizyon yayınları, sunucuların, yorumcuların jest, mimik ve sözleri de yer alacak kuşkusuz. Bense bunları kaçırdım. Çünkü azınlıktaydım. Hiç de küçümsenmeyecek bir azınlıkta, sandık başındakiler arasındaydım. Gerçi eskilerin “tatlı su Frengi” dediği türden kolay müşahitlikti yaptığım. Zor, sıkıntılı tehlikeleri göze alıp, riske girilerek yapılan kimi yerlerdeki müşahitliklerden değildi yani. Kendi mahallemde, oy kullandığım okuldaydım. Ve işin ilginç yanı hayatta belki bir kere ele geçecek şans eseri “mutlu azınlık” olmuştum. Siyasetin gerçek emekçileri kadınlar olarak iş başında çoğunluktuk gerçi. Sandık görevlilerinden sadece ikisi ve müşahitlerden üçü erkekti. Bir sandık görevlisi, üç parti temsilcisi ve altı müşahit olarak çoğunluk kadındı sandık başında. Sandıktan çıkacak erkek çoğunluğun çetelesini tuttuk. Ülke siyasetinin cilvesi…

.

Mutlu kısmı tahmin edileceği gibi oyların dökümüydü. Yaygın algının tersine TOKİ sakinleri hiç de iktidar partizanı değil. Yıllardır birçok seçim ve son referandumda olduğu gibi yine muhalefet öndeydi, müşahitlik yaptığım sandıkta ve okuldaki bütün sandıklarda. TOKİ Turkuaz’ın Cumhurbaşkanı Muharrem İnce olmuştu. Erdoğan’ı neredeyse ikiye katlayarak. Akşener, Erdoğan’ın yarısı kadar oy almıştı. Karamollaoğlu hiç, Perinçek bir oyla tamamladı bizim sayımı. Çetelenin fotoğrafını ve elle yazdığım sayıları eşe dosta, tanıdığa pek mutlu, mesut göndermekle meşguldüm her fırsatta. Ama hiç bana gelen cevaplara ve internette dolaşan ilk bilgilere bakamadığım için de keyfime diyecek yoktu. Şu abuk sabuk sistemi demokrasiye evirme şansını yakalamıştık ya bundan ala keyif mi olurdu? Bir rüyaydı. Bitince kabusa uyandım.

En güzeli de sandık başındaki atmosferdi. Tam olması gerektiği gibi herkes nazik, özenli, saygılıydı. Sandık başkanı dahil –ki onun "herkese söyleyin lütfen" ricasıyla aklıma düşmüştü bunları yazmak- tüm görevliler ve müşahitler titizlikle sandığa yansıyan seçmen iradesine sadık sayım gerçekleştirmeye çalıştı. Hiçbir olumsuz tavırla karşılaşılmadan tamamlandı işlemler. Üstelik sadece bir geçersiz oy çıktı ki o da iki ayrı ittifaka mühür basan -muhtemelen protestocu- bir yurdum insanıydı. İttifakla geçersiz kararı verildi. Mühürsüz zarf ve pusula yoktu. Seçim öncesi oyunu açıklamak adet olmuştu ya ben de seçim sonrası açıklayarak katılayım furyaya. Önce müşahitliğimi MHP adına yaptığımı belirteyim. Eksikleri vardı ve destek sunmayı teklif edince –kesinlikle kılığımdan değil tipimin güvenilirliğinden :) “Sağol abla” teşekkürüyle anında ismim karta ve listeye yazılıp yakama iliştirmeye de yardımcı olundu. Aslında “Ben size oy vermedim ama” dediğim halde üstelik. Dert etmediler. Ben de dert etmedim hangi parti olduğunu çünkü adil şahitlikten öte köy yok yolumda. Seçmen zarfımda ise ülkemde görmek istediğim tabloyu gerçekleştirdim. Elimden gelen bu kadar olduğu için aykırı sanılanlara ortak siyaset zemini yarattım kendimce. Bir oy HDP’ye bir oy Meral Akşener’e vererek, ötelenenleri, engellenenleri dostça yan yana getirdim. İnce’ye sevinmek ve MHP’ye şahitlik eklenirse dışladığım bir tek AKP kalmıştı bu seçim günü. Eh artık o da 2011’e kadar verdiğim oyla yetinsindi. Ve nihayetinde bir seçimdi geldi geçti. Asırlık sorunlarsa mıh çakılı kaldı gündeme, üstüne ucube sistemle yenileri eklenerek.

Seçim ertesi haftasının köşeci geleneğini bozmamak adına, hasbelkader bir köşesine kurulduğum Gazete Duvar yazımdan bir alıntıyla bitireyim. Sandık başına gitmeden iki gün önce yazdığım sizinse oy kullanmadın bir gün önce okuduğunuz bir önceki yazımda “seçimi kim kazanırsa kazansın” diyerek geleceğin gündemine ilişkin görüşlerimi de paylaşmıştım: “Kadın eşitlik mücadelesi bunlardan birisi. Kürtlerin haklı talepleri de bir diğeri. Demokratikleşme bunlardan bir başkası. Eşitlikçi, özgürlükçü anayasa ihtiyacı bir diğer kalıcı sorun. Giderek merkezi otoritenin değil yerel yönetimlerin güçlenmesi ihtiyacı da öyle.”

Hak talep etmekten hizmet sorgusuna mecali ve zamanı kalmayanlar olarak biliyoruz ki işimiz hak ve adalet arayışı… Temel yazı konuları belli ve mücadele baki…


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.