YAZARLAR

Üniversite ve hayat bilgisi dersi

İlkokuldayken “astronot” olmak isterdim. O şıkkı geçelim. Lise sondayken, çizim teknikeri biriyle tanışmıştım, arada yanına uğrar, o çizim yaparken sohbet ederdik. Böylelikle “çizen değil, yapan olacağım” dedim ve inşaat mühendisi olmaya karar verdim, tesadüfen tanıştığım biri sayesinde. Bu arada sadece meslek değil, kent de seçmiştim. Merkeze gitmek istiyordum ve merkez, benim için İstanbul demekti, hiç gitmemiş olmama rağmen.

Seçimlerinin hemen öncesinde, (bu yazı 23 Haziran’da yazıldı) 1972 yılında açılan ve 1982 yılından beri Dolmabahçe Sarayı’nın eski müştemilatı Baltacılar Dairesi’nde müzik, tiyatro, opera, bale gibi sahne sanatları bölümlerinin olduğu Beşiktaş’taki MSGSÜ konservatuar binasının 26 Haziran Salı günü kapatılacağı haberi geldi.

Tebligata göre, binanın boşaltılmaması durumunda, polis zoruyla öğrenci ve öğretim üyeleri binadan atılacaklar. Gidecekleri bir bina bile tahsis edilmemiş. Kısacası apar topar kapı dışarı ediliyorlar ve resmen “ne halininiz varsa görün” deniliyor.

Ara not: Yazının tam ortasındayken, üniversite sınavları tamamlanmadığı ve yeni bir bina tahsis edilmediği gerekçesiyle, tahliye emrinin “makul bir süreye kadar” denilerek belirsiz bir süre ertelendiğini öğrendim.

Neyse yazıya devam edelim.

Şimdi nereden çıktı bu olay? Neden şimdi? Bu acele neden?

GEREKÇE VE İDDİA

Resmi açıklamaya göre bina, zaten geçici olarak tahsis edilmişti ve TBMM Başkanlık Divanı’nın 9 Mart 2017 tarihli kararıyla da iptal edildi. Rektörlüğün yürütmeyi durdurma talepleri ise mahkeme tarafından reddedildi ve ortada hukuken bir sorun yok.

Gerekçe? Binanın bir müzeye çevrilecek olması.

Neyin müzesidir bu, projesi nerede, hangi ihtiyaçtan dolayı böyle bir karar alındı?

İddia? Başbakanlık Calışma Ofisi’nin, Cumhurbaşkanlığı Çalışma Ofisi olarak genişletileceği ve hemen bitişiğinde bir konservatuvar olmasının “sakıncalı” görülmesi.

Diyelim ki doğru. Bir eğitim kurumu sakıncalı olabilirken bir müze neden sakıncalı olmuyor? Bu, neyin korkusudur? En önemlisi de cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalacağına kesin gözüyle bakılırken, hemen öncesinde böyle bir karar neden alınıyor?

Çok şey söylenebilir.

En basiti, mesela bina daha sonra bir oldubittiyle çalışma ofisine katılacaktır.

Ya da daha büyük ölçekte bakalım. Karaköy Galataport projesi, Kabataş Martı Projesi, Dolmabahçe Sarayı ve çalışma ofisinin son noktası olarak konservatuar binası. Karaköy’den Beşiktaş’a kadar olan sahil şeridinin arasında bir tek MSGSÜ ana binası kalıyor (zaten bir süredir taşınması konusunda spekülasyonlar var) ve belki de tüm sahil şeridi boyunca uzanan dev bir rant projesinin hesabı yapılmaktadır.

Hadi bir de kötü niyetli düşünelim. Yeni yıkılan AKM, 1969’da inşa edilmişti ve konservatuvar da 1972’de açıldı. Belli ki konservatuvar, AKM’ye sanatçı yetiştirme amaçlıydı ve şimdi de gizli bir planın parçası olarak kapatılmak istenmektedir.

Ben bu artık bu tavsamış konulara girmeyeceğim. Onun yerine önce kendimin nasıl mimar olmaya karar verdiğimi ve sonra da üniversiteler ve kentler arasındaki ilişkiyi anlatacağım. Ve sonucu şimdiden söyleyeyim, konservatuvara başka bir yer gösterilmesinin hiçbir anlamı yok, yeri orasıdır ve hep orada kalmalıdır.

ZOR SORU VE SONRASI

Hayatımın ilk on yedi yılı, taşrada küçük bir ilçede geçti. Taşra hayatının sadeliği, herkesin birbirini tanıması romantize edilir edilmesine de, bir o kadar da sıkıcıdır. Tekdüzedir, her şey az ve kısıtlıdır, herkesin gözü üstünüzdedir. Sürekli izlenirsiniz ve kendinizi keşfetmenize izin yoktur.

Sonra hepimizin başına gelen, benim de başıma geldi ve daha bırakın kim olduğumu, ne olduğumu bile bilmeden, hayatımın en zor sorusu soruldu: “Ömürboyu hangi mesleği yapmak istiyorsun?”

İlkokuldayken “astronot” olmak isterdim. O şıkkı geçelim. Lise sondayken, çizim teknikeri biriyle tanışmıştım, arada yanına uğrar, o çizim yaparken sohbet ederdik. Böylelikle “çizen değil, yapan olacağım” dedim ve inşaat mühendisi olmaya karar verdim, tesadüfen tanıştığım biri sayesinde. Bu arada sadece meslek değil, kent de seçmiştim. Merkeze gitmek istiyordum ve merkez, benim için İstanbul demekti, hiç gitmemiş olmama rağmen.

İlk sırada BÜ (mümkün değil), ikinci sırada İTÜ (kesin kazanacağım, deneme sınavlarına göre), YTÜ inşaat çok aşağıda, İTÜ mimarlığı araya sıkıştırdım çok da aldırış etmeden, en son sıradaysa ÇÜ ziraaat, babam zorla yazdırdı, ona göre ilerde iyi para kazanır, hayatımı kurtarırdım.

İTÜ Mimarlık Bölümü’nü kazandığımı ilk öğrendiğimde çok ağladım, ancak İstanbul’a gelip eğitime başlayınca “yapmak” derken aslında “tasarlamak” demek istediğimi anladım; tasarlamak için, lisede hiç önemsenmeyen ama o pespaye müfredat ile bile bayıldığım sosyoloji, psikoloji, felsefe vb. derslerin de bu mesleğin bir parçası olabileceğini keşfedince de çok sevdim, yaptığım işi.

İstanbul’a ilk geldiğimde her şey çok büyük ve çok karışıktı. Taşranın az olduğunu biliyordum ama ÇOK’un ne demek olduğunu hayal bile edememişim. Kendime şöyle dediğimi çok iyi hatırlıyorum, “eğer, mesleğinde iyi olmak istiyorsan, daha önce kendinle ilgili halletmen gereken çok şey var.”

Hayatımda hiç mimarlık, lise ders kitapları dışında sosyololoji, psikoloji vb. kitabı okumamıştım, kitaplara saldırdım; Beyoğlu’nda herkese açık toplumbilim seminerleri vardı, onlara katıldım, naif sorularımla konuşmacıları sıktım, sonraları bir kısmı ile arkadaş oldum. Tiyatro, film festivali, kütüphane, sergi vs. nedir bilmeden büyümüştüm, bunlara dadandım. Bir tiyatro kursuna yazıldım, kendimi keşfetmek adına ama o an fazla geldi, iki haftada bıraktım (itiraf, halen kadim sanat tiyatroyu sevmem). İlk kez aşık oldum ve ilk kez Gezi Parkı’nda öpüştüm, beceriksizce.

Bir bakıma geç büyüdüğümü düşünürüm. Ancak üniversite yıllarımda buna imkan buldum. Her şeyi merak ettim, her şeyi denemeye çalıştım, iyisiyle ve kötüsüyle. Ben, Taşkışla’da, büyüdüm, o 170 yıllık güzel tarihi binada.

Eğer Taksim’in hemen dibindeki Taşkışla’da eğitim almamış; İstiklal Caddesi ve Beyoğlu’nun kozmopolit, sanatsal ve kültürel açıdan zengin ortamında bulunmamış olsam; sosyal bilimcisinden sanatçına ve edebiyatçısına, İran Rejimi’nden kaçanından Kürt’üne, berduşundan alkoliğine ve esrarkeşine, sahaf Naci Abi’den nörolog Hakan’a, bana kendimi keşfetme fırsatı veren binbir benzemez insan ile tanışamamış olur, ilkokulda kompozisyon ve şiir yarışmalarından küçük ödüller alan o naif, çekingen çocuktan öteye geçemezdim, şu an buradan sizlere seslenen biri olmak yerine.

Yine uzadı, kısacası hayat tuhaf, hem de çok. Normal bir hayat yok, sadece hayat var ve onun da herhangi bir kuralı yok. Öğrencilerime “hayat plan yaparken geçen zamana denir” der ve “kirlenmekten korkmayın” diye eklerim.

HAYAT BİLGİSİ

İlkokulda, halen de var, “hayat bilgisi” diye ders vardı. Bu isim bana hep komik gelmiştir, sanki hayatın bir kullanım klavuzu varmış gibi.

İsterseniz, internetten Milli eğitim Bakanlığı Genel Müdürlüğü Hayat Bilgisi Eğitim Programı’na ulaşabilirsiniz. Aslında kağıt üstünde çok güzel şeyler yazıyor.

İşte birkaç örnek:

1. Günümüzde bireylerden kendisine sunulan bilgiyi olduğu gibi kabul etmeyip bilgiyi yorumlayarak keşfeden, soran, sorgulayan ve üreten bireyler yetiştirmesi amaçlanmaktadır.

2. Bilgi, her birey tarafından hem kişisel hem de sosyal olarak yapılandırılır. Bilgiyi yapılandırma sürecini etkin kılmak için “yaşantıya dönüştürmek” esastır.

3. Dersin işlenişinde okul içi ve okul dışı uygulamalar yapılmalı; sözlü tarih, yerel tarih, müze gezileri, doğa eğitimi, resmi kurum ve kuruluşlara özel kurum ve kuruluşlara ziyaretler önemsenmelidir.

E, bütün bunlar nasıl olacak?

Bir çocuğun, tek bildiği eğlence şekli haftasonlarını ailesi ile birlikte bir AVM’de vakit geçirmek ya da bilgisayarın başında saatlerce oyun oynamak ise nasıl olacak bu?

Kentin merkezi AVM’ler, rezidanslar, kongre merkezleri ile donatılmış ve diğer her şey kentin dışına itelenmişken nasıl olacak bu?

Her yer betona gömülür, tek derdimiz Taksim Meydanı’na bir cami dikmek ve dünyada muhteşem pekçok örnekleri olan bir doğa tarihi müzemiz yoksa, nasıl olacak bu?

Paris Doğa Tarihi Müzesi

İstanbul’un bir merkez kütüphanesi yoksa ve dünyada kütüphanecilik anlayışı tümden değişirken, her mahalleye bir kıraatkane açacağız (hadi okuma kahvehanesi diyelim) zihniyeti ile bir çocuğa okumayı nasıl sevdireceğiz?

Amsterdam Merkez Kütüphanesi

“Her ile bir üniversite ve üniversiteleri ayağınıza getiriyoruz” denilerek, çocukların ailelerinin dibinden ayrılmasına izin verilmez ve hep çocuk kalmaya mahkum edilirlerken ve orada okuyacak öğrencilere, ilin esnafı için müşteri gözü ile bakılırken, o çocuk nasıl soran ve sorgulayan birisi olacak?

Etrafında kültürel farklılıklar ve zenginlikler yok ve tümüyle hijyenik bir ortamda yetişmişse, o “zor soru” sorulduğunda, bir liseli hayatta ne yapmak istediğini nasıl bilecek?

Ve küçücük bir çocuk, bir konservatuarın önünden geçerken, içeriden gelen bir kemanın sesi ile büyülenmeyecek, merak edip içeri giremeyecekse, bilgi yaşantıya nasıl dönüşecek?

Benden bu kadar; kendi çocukluğunuza ve çocuklarınıza bakın ve diğer soruları da siz kendiniz üretin.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.