
Siyasetin ikili sarmalı
Şimdiki siyasetin omurgası bir ikili sarmal yapıya dayanıyor. Kucağımızda bulduğumuz ağır sorunların mevcut hali, esasen bu yapının mahsulüdür. Yani siyasetin omurgası da, tıpkı diğer “omurgalı canlılar” gibi, zorlukların içinden çıkmak için yaptığı hareketlere göre şekillenmiştir. Görüş gücümüzü keskinleştirmek istiyorsak, iki eğilimi birbirinden ayırarak yola çıkmamız gerekir. Bu koşulu yerine getirdiğimizde karşımıza ilk olarak uluslaşma eğilimi çıkar. Devlet ile milletin sınırlarının ne olacağı ve insanların üzerinde ortaklaşacağı zemin bu düzeyde kararlaştırılmıştır. Siyasi sarmalın diğer eğiliminiyse demokratikleşme süreci temsil eder. Demokratik bir perspektiften yönetimin nasıl mümkün olacağı sorusu yanıtını bu düzeyde bulur. Siyasal hayatın hareketlerini yönlendiren asıl kuvvet, bu iki eğilimin gösterdiği uyum veya uyumsuzluklarca yaratılan gerilimden beslenir.
Özgürlük siyasetinin ilgisinin ulus devletin inşa sürecine odaklanmış olması bu bakımdan anlaşılır nedenlere dayalıdır. Ancak bu iki eğilim arasındaki ilişkinin, kopmaz bir bağa veya zorunlu bir itkiye dayanmadığını görmek son derece önemlidir. Her egemen yapı, yöneteceği topluluğun siyasal açıdan bütünleşmiş bir varlığı olmasını zorunlu kılar. Lakin bu varlığın alacağı şu veya bu somut biçim için aynı şey söylenemez. Yani ulus devlet biçiminin mi yoksa başka bir siyasal ortaklık biçiminin mi demokrasi açısından daha uygun olduğunu belirleyecek sarsılmaz bir neden yoktur. Bu minvalde, Türkiye’de demokratikleşme eğiliminin, uluslaşmadan bağımsız olduğu ve daha eskiye uzandığı söylenebilir. Demokratikleşme derken, ilk anayasal belge kabul edilen Sened-i İttifak’ın 1808’de imzalanmasından günümüze uzanan yekpare süreç kastediliyor. Buna karşın uluslaşma eğilimi, ancak yirminci yüzyıl başlarında baskın hale gelebilmiştir.
Ne var ki uluslaşma eğilimi iki savaş arası dönemde demokratikleşmenin geniş bir paranteze alınmasına sebebiyet vermiştir. Devlet inşası için gerekli görülen uygulamaların baskıcı sonuçları dönemin tamamına damgasını basmıştır. Burada öncelikle siyasal topluluğun sınırlarını belirleyen tehcir, mübadele, gayri Müslim toplulukların tecridi ve aktif bir Türkleştirme gibi siyasetlerin uygulandığını görüyoruz. Ardı sıra uluslaşmanın zemini olarak görülen nüfusun dönüştürülmesi için gerçekleştirilen reformların yarattığı hoşnutsuzluklar dikkati çekmektedir. Tüm bu uygulamalar hem siyasi iktidarın modernleştirici seçkinlerin tekelinde olmasıyla mümkün hale gelmiş, hem de böylesi bir tekelin varlığı onlar üzerinde meşrulaştırıcı bir etki yapmıştı. Bütün özgürlük taleplerini güvelik tehdidi olarak kodlamayı mümkün kılan kavramlardan ikisi, yani “irtica” ve “bölücülük” kavramları bu süreçte jargona dahil edilmişti. Nitekim bu dönemde siyasal hayatın rekabete açılması yönündeki iki girişim, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası bu gerekçeler isnat edilerek rafa kaldırılmıştı.
O halde, demokratikleşme eğilimin yolunun uluslaşma süreciyle kesişmesi nispeten yakın bir dönemin ürünüdür. Söylendiği kadarıyla, demokrasi açısından dönüm noktası 1946 yılında Demokrat Parti’nin kuruluşu olmuştur. Hayatımızın rekabet, katılım ve müzakere usullerinin demokratikleştirici etkisine ancak bu aşamadan sonra açıldığı genel kabul görmektedir. Her geçiş süreci gibi, “demokrasiye geçiş” sürecinin de önceki dönemin etkilerini önüne bir sorun olarak koyması doğaldır. Fakat Türkiye’de durum doğal olanın ötesine geçmiş, neredeyse demokrasinin tüm sorunları, bu geçiş mantığının ölçütlerine tabi kılınmıştır. Problemler, “kurucu öteki” olarak belirlenen tek parti dönemi ile karşıtlık içinde tanımlanmıştır. Demokrasi anlayışının önceki döneme tepki olarak gelişmesi yüzünden, demokratikleşme de “tek parti zihniyetinin” eleştirisine indirgenebilmiştir. Askeri darbelerden yargının politikleşmesine uzanan bir yelpazede, bugünkü iktidarın “vesayetçilik” olarak adlandırdığı tüm anti-demokratik uygulamalar sadece tek parti dönemiyle bir devamlılık ilişkisi içinde sunulabildiği ölçüde eleştirilebilmiştir.
Böylelikle tek parti dönemi referansı, demokratik eleştirinin handiyse imkân sınırlarını belirleyen bir koşulu haline getirilmiştir. Bunun dikkat çekici bir örneğine 2011 yılındaki Dersim tartışmalarında rastlıyoruz. 23 Kasım 2011’de Erdoğan, Dersim’i “CHP’nin en kanlı eseri” olarak ilan ettikten sonra, Kılıçdaroğlu’na hitapla sözüm ona şu özür konuşmasını yapmaktadır:
“Ben mi özür dileyeceğim sen mi özür dileyeceksin? Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim, diliyorum. Ancak CHP zihniyeti adına özür dilemesi gereken varsa sensin. Güya ‘yeni CHP’nin genel başkanıyım’ diyorsun. Hadi onurunu kurtar bakalım.”
Doğrusu “devlet adına özür dilemeyi” gerektiren geniş bir literatürün varlığına rağmen, 6-7 Eylül olayları tek parti döneminin eleştirisiyle tutarlı bir şekilde ilişkilendirilemeyeceği için demokratik eleştirinin kapsamı içine alınamamıştı. Eleştiri ve tartışmanın olanaklarının bu şekilde kısıtlanmış olması, siyasetin konjonktürel etkilerinin veya parti siyasetinin pragmatik dar görüşlülüğünün çok ötesinde bir sorun alanını işaret ediyor.
Bu sorunların kaynağını, tek parti zihniyetinde değil, çok partililiğin çoğunlukçu mantığında bulabileceğimize inanıyorum. Demokratik özgürlüklere yönelen bugünkü saldırı, geçmişle yüzleşme adına dilenen veya es geçilen yüzeysel özürlerle aynı kaynaktan beslenmektedir. Görünürde çoğunlukçu yaklaşım toplum içindeki farklılıkları tanımaktadır. Çünkü mantık gereği bir çoğunluk sadece, bir azınlığa veya azınlıklara nispetle çoğunluk olabilir. Fakat bu farklılıklar, sadece hiyerarşik olarak sıralanıp çoğunluğa tabi kılınacak şekilde bütünleştirilmek adına kabul görürler. İktidardakilerin “Benim Kürt kardeşim…” veya “Benim Ermeni komşum…” gibisinden açıklamalarının esbab-ı mucibesini bunlar oluşturur. Bu topluluklar üzerinde uygulanan gücün sınırı, yine iktidarın çoğunluk olarak tanınmasını mümkün kılacak farkların başladığı yere kadar uzanabilir. Sınırlar göründüğünde çoğunlukçu mantık, asıl olarak asimilasyon veya inkar yoluna gitmez. Had bildirmeyi ve güçsüz olana iktidara itaatin erdemlerini veya sağlayacağı konforu hatırlatmayı esas alır.
Yürürlükte olan otoriterlik anlayışının uluslaşma eğilimine bağlandığı yeri burası temsil eder. Türkiye’nin demokratikleşme anlatısında radikal bir perspektif değişikliği yapmadan, iki eğilimin sarmala dönüştüğü bu yer doğru teşhis edilemez. Yapılması gereken, tartışmanın zeminini 1923-1946 döneminden 1946-1960 arası yıllara kaydırmaktır. Demokratik eleştirinin kapsamını genişletmek için, bu dönemde inşa edilen rekabetçi siyaset anlayışına odaklanmak ziyadesiyle önemli görünüyor. Buraya odaklandığımızda çoğunlukçu mantığın demokratik çoğulculuğu nasıl istila ettiğini tüm berraklığıyla görünür kılabileceğimizi düşünüyorum. Demokratik karar süreçlerinde çoğunluk, siyasi uzlaşmazlıkların konusuna göre değişim göstereceği varsayılan geçici bir oluşumdur. Sadece karar verme süreçlerini kolaylaştırmak için bulunmuş teknik bir çözüm, “milli irade” adı altında bir fetiş düzeyine çıkarılmıştır. Onu eleştirmek, kutsala yapılmış bir saygısızlık gibi değerlendirilmektedir. Ama unutulmamalıdır ki bilim her zaman kutsala saygısızlık ederek ilerleyebilmiştir.
Çoğunluk siyasal ve kültürel açıdan türdeş bir grubun kalıcı vasfı haline geldiğinde, hızla baskıcı ve otoriter uygulamaları benimseme yönünde yozlaşmaya başlar. Gerek DP’nin gerek AKP’nin evriminde, ardışık ve ezici seçim başarılarının orta vadede yarattığı dönüşüm bu yozlaşmanın bir örneği olarak görülmelidir. Örneklerden yola çıktığımızda, çoğunlukçu otoriterliğin ayırt edici yanını, egemen gücün sınırsız ve kural tanımayan bir kullanımının oluşturduğunu görürüz. Çünkü bir sonraki seçimde hesap sorulmasını mümkün kılacak bir iktidar değişikliği ihtimali yok denecek kadar azdır. Bu yüzden güç sahiplerinin zihin dünyası, kendinden farklı olan ve iktidar karşısında güçsüz durumda bulunanlara yapılan her şeyin müstahak olduğu kabulüne doğru meyletmeye başlar. Tüm dünya, bürokrasinin alt basamaklarından en üstteki lidere uzanan hiyerarşik bir bütünlük içinde, sadizmin Türkiye’nin siyasi düzeni olarak örgütlenmesine tanıklık etti. Siyasal sadizm, muktedir olanın bir başkasının haklarına kayıtsızlığı ve kötülüğün siyasi bir ilke olarak hâkim hale gelmesiyle karakterize edilmiştir.
Tüm bu anlatılanlar, demokrasiye tek ve büyük bir geçiş hamlesine dayalı bu bakış açısının demokratikleşme eğiliminin sorunlarını ziyadesiyle hafife aldığını göstermektedir. Mesela demokratikleşme literatüründe, tek parti döneminde gerçekleşen parti-devlet bütünleşmesinin eleştirisi ağırlıklı bir yer tutar. Valilerin CHP il başkanına dönüşmesinin kamu yönetimi üzerindeki etkileri geniş tartışmalara konu olmuştur. Yine devlet başkanının “ebedi şef” veya “milli şef” ünvanını taşıması, siyaseti betonlayan bir başka unsur olarak değerlendirilir. Bugün, devlet ve parti ilişkilerini düzenleyen hukuki-biçimsel düzenlemeler değil, ama fiili-maddi çerçeve, o dönemin uygulamalarına çokça benzerlik göstermektedir. Devlet başkanı “reis” sıfatıyla fiilen kendi bedeni ile milletin varlığı arasındaki ayrım çizgilerini belirsizleştirmiştir. Bugün valiler belki iktidar partisinin il başkanı değiller, ama il örgütünün bünyesinde çalışan bir görevliden farksız duruma getirilmişlerdir. Bu hususta “partili cumhurbaşkanı” statüsünün sorun teşkil eden karakterine de dikkat etmekte yarar vardır. Çok partili hayatın inşası sırasında bu statü büyük bir sorun teşkil etmiştir. Hürriyet Misakı, 12 Temmuz Beyannamesi veya Milli Teminat Misakı gibi şimdi demokratikleşme sürecinin kanonik metinleri arasında kabul edilen metinler, hep bu çelişkili statüye duyulan tepkinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Oysa bu sıkıntılı statünün bugün siyasi-hukuki sistemimiz içine tekrar monte edildiğini görüyoruz.
Yürürlükteki demokrasiye geçiş anlatısında sorunlu gözüken bir başka boyut, rekabetçi siyaseti işler kılan farklı parti sistemleri arasındaki geçişlerin temsil süreçleri açısından çok önemli bulunmamasıdır. Bu sistemlerin hepsi “rekabetçi” olma paydasında birleşse de, katılım ve demokrasi açısından taşıdıkları değer bakımından ayrıştıkları dikkate alınmamıştır. Mesela 2002-2017 döneminde AKP’nin belirleyici olduğu “hakim parti sistemi” içinde yaşamamız, rejimin otoriter karakterini sonradan artıran, sadizmin boyutlarında bir “aşırı hâkim parti” oluşumuna yol açabilmiştir. Demek ki öncelikle, tek parti dönemine özgü parti ile devlet bütünleşmesi türünden bazı patolojilerin bugün farklı biçimler içinde nasıl yeniden üretilebildiğini anlamamız gerekmektedir. Sonra “çok partili hayatın” farklı evreleri ve bunlara denk düşen mantıklar arasındaki geçişlerin demokrasi üzerindeki etkisine daha fazla önem verilmesi gerekmektedir. Parti sistemlerinin iktidarı paylaştırma ve kullanma biçimlerinin gösterdiği süreklilik ve değişim, ancak siyasi hayatı çevreleyen bu “ikili sarmalın” toplam etkisini gözettiğimizde tüm boyutlarıyla görünür olabilecektir.
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Kitle siyaseti: Protesto sokağa düştüğünde
Gelişen protestoların adaletsizliğe ve zorbalığa karşı, ortak bir gündem ekseninde bütünleşmese bile, en azından anlamlı ve işlevsel bir dayanışmaya girebileceği günlerden henüz uzağız. Mevcut kalkışmaların neye itiraz ettiği belli olsa da, ne istediği ve nasıl elde edeceği çok net değil. Bu yüzden bazılarınca bu protestolar, çaresizlik ve ıstırabın kontrolden çıkardığı mahkumlarca yapılan hapishane isyanlarına benzetiliyor.
Seçimleri demokratikleştirmek ve kayyım meselesi
Pedagojik ve vesayetçi bir disiplin aygıtı olarak kayyım Türkiye’de seçmenin iradesinin önüne bir sorun olarak çıkarılmış görünüyor. Bu sorun Türkiye’de barış ve emek güçlerinin taleplerini ve özgürlük mücadelesini betonlayan bir siyasal kilitlenme yaratmış durumda. Ama nasıl bu kilitlenmeyi mümkün kılan koşulları dünyadaki genel demokrasisizleşme eğiliminden bağımsız anlayamıyorsak, kilidin nasıl açılacağını da dünyadaki genel demokratikleşme eğiliminden ayrı düşünemeyiz.
İntihar paktı: Ölüm, cinayet ve aile
Sonuçta intihar ve cinayet arasındaki ayrımların silindiği bu denetimsiz şiddet üretim sürecinde belirleyici olan aile içindeki bağımlılık ilişkileridir. Bağımlılık ilişkilerinin temelini ise aile içindeki rollerin dağılımını ve hiyerarşiyi belirleyen ataerkil pazarlık oluşturmaktadır. Diyanet İşleri Başkanı’nın "Bir dakika bile değil. Buna bile tahammül edemeyen kesimler var" dediği kamu spotunda tüm bu bağımlılık ilişkilerini üreten pazarlığa dayalı temsil biçimlerine rastlıyoruz.
Militarizm: Bir yönetim zihniyeti
Aslında AKP’nin yerli ve milli olma ilkeleri çerçevesinde işlettiği ve ulusalcılarla beraber “emperyalizme direniş” görüntüsü kazandırmaya çalıştığı bu düzen, küresel savaş yönetiminin Türkiye koşullarına uyarlanmış halinden başka bir şey değil. Söz konusu koşulları, savaşın savaşın kalıcı bir duruma dönüştüğü bir dünyada insanlar arasındaki ilişkileri, savaş ve barış arasındaki ayrımın belirsizleştiği eşikte tutma durumu şeklinde özetleyebiliriz.
Suriye düğümü: Dünyanın yeni imha laboratuvarı
Afganistan’da başlayan ve bugün Suriye’de düğümlenen küresel savaş, gelmekte olan dünyayı şekillendirecek tüm iktidar tekniklerinin ve şiddet araçlarının denendiği bir sürece dönüşmüş durumda.
Suskunluk yasağı: Bozulmuş bir dilde barışı anlatmak
Bugünkü konuşma yasağının temelinde yatan düşünce Türkiye’de devletin uzun yıllardır gelişen toplumsal barış talebini yok sayarken kullandığı mantıkla aynı. Barış severlere deniliyor ki, savaş iki devlet arasında olur. Oysa Türkiye’yi yıllardır cenderesinde tutan çatışma dinamiği iki devlet arasında değildir, bir örgüt ile bir devlet arasındadır. Peki, bir an için diyelim ki öyle, ama sonra aynı yolun tersinden yürüyerek şu soruyu soralım: “Barış kimler arasında olur?” Barış her şeyden önce savaşın karşıtıdır, tıpkı gündüzün gecenin karşıtı olması gibi. Nasıl gündüzün olması için önce gecenin var olması gerekiyorsa, barışın var olması için de önce savaşın olması gerekir. Yani “barış pınarı” zaten bir savaşın yürüdüğünün tersinden itirafıdır.
Annelik nasıl siyasallaştı?
Annelik kimliğinin bir siyasal katılım aracı olarak kullanıldığı bir örneğe ilk olarak 70’li yıllarda rastlıyoruz. O yıllarda tırmanan şiddetin yol açtığı can kayıplarına tepki veren anneler, “Evlat acısına son” sloganıyla değişik şehirlerde kitlesel mitingler düzenlemişti. Ardından 12 Eylül’de yaşanan ağır insan hakları ihlalleriyle mücadele eden annelerin öne çıktığını görüyoruz.
Annelik: Siyaseten ihtilaflı bir alan
“Barışı anneler getirecek!” sloganını her haykırdığımızda, “Anneler artık ağlamasın!” çağrısını her yinelediğimizde aslında anne ile çocuk arasında olduğu düşünülen duygusallığın, sevginin ve mahremiyetin siyasetin bütününe yayılmasına olan özlemimizi dile getiriyor ve anneliğe duyduğumuz inancı bizlerle paylaşan bir muhataba seslendiğimizi varsayıyoruz.
Çifte standart ve hak arama özgürlüğü
Cumartesi Anneleri’ni veya tutuklu yakınlarını “terörist annesi” diye itip kakan, onları yerlerde sürükleyen aynı devlet görevlilerinin, Diyarbakır Anneleri’ne çiçek götürüp destek sunması, Türkiye’de hak arama özgürlüğü açısından devletin çifte standart uyguladığının açık bir göstergesidir.
Kayıpların yüzleri: İnsan haklarını fotoğraflamak
Kayıp eylemlerini belgeleyen fotoğraflarda her zaman iki fotoğraf iç içedir; her kayıp fotoğrafı bir başka fotoğrafın fotoğrafıdır. Biri kaybın gerçekliğine dair olan, diğeri bu gerçekliğin etkilerinin kurduğu yeni gerçekliği “temellük” ederek kendini gerçek kılan iki farklı dünya, kayıp fotoğraflarında üst üste binmektedir.
Teknik bir not: Bilim yönteminin SETA raporundaki 'uzantıları'
SETA'nın araştırması, sadece doğru öncüllere dayanmadığı veya analiz ilkelerini doğru uygulamadığı için değil, sosyal araştırma etiğinin en temel kuralına aykırı gözüktüğü için de sıkıntılıdır. Doğru bir analiz için önce iyi bir araştırma yapılmış olması gerekir. İyi bir sosyal araştırmacı olmanın ilk koşuluysa, gözlem kümenizin mensuplarını “uzantı” türünden yargılayıcı ve küçük düşürücü sözlerle aşağılamamak ve onlara saygı duymayı becerebilmektir. Sonuçta insan üzerine çalışıyorsunuz, mikroplar veya virüsler üzerine değil!
Kayıplarla beraber yitirdiğimiz nedir?
Tabii ki her kaybın kendi içinde sonsuz bir önem taşıdığı ve onu yitirenler açısından sonsuz bir değere sahip olduğu söylenebilir. Ama zorla kayıplarda karşılaştığımız durum, Jean Amery’nin deyişiyle “dünyaya duyulan itimadın kaybolması” bakımından bambaşka bir önem taşır.
İşkencede direniş ve sorumluluk üzerine
Gücün nasıl baştan çıkarıcı olduğunu görmek ve onu asla küçümsememek gerek. Bu ayartıya kapılmamak içinse işkenceyle ilgili basit kuralı akılda tutmak yeter: İşkencenin ahlaki sorumluluğu, tüm sonuçlarıyla beraber onu yapan ve savunanın üzerindedir, mağdurun değil.
Terörle mücadele: Siyasetin işkence hali
Hukuk düzeninin çizdiği sınırlar güvenlik ihtiyacına yanıt verebiliyor mu? Dokunulmaz kabul edilen insan hakları, anayasanın sağladığı özgürlükler terörle mücadeleyi zaafa uğratan bir bal tuzağı mı? Türkiye’de iktidar bu soruların yanıtını şu şekilde verdi: Gelsin OHAL ilanı, gelsin hukuksuzluklar, gelsin ekonomik kriz ve tabii gelsin seçim iptali.
İşkence: Konuşulamayan gerçek
İşkence, kolluk güçlerinin ses çıkaran, itiraz eden vatandaşla karşılaştığı her durumda değişen süre, yöntem ve şekiller içinde hep varlığını korudu. Bu durumda asıl kaygı duyulması gereken sorunun şu olduğu ortaya çıkıyor: Aslında değişmez bir devlet yöntemi olan işkencenin farklı araç, yöntem ve biçimler içinde ortaya çıkmasını sağlayan nedir?
Ses çıkarmak: Siyasetin acıyla imtihanı
Artık ses çıkarmak veya çığlık atmak, geriye insan olduğumuza dair iz bırakmanın tek yolu haline gelir. Ses çıkarmanın, insanı yüceltmenin farklı siyasal biçimleri üzerinde düşünmek, hepimizin boynun borcu olsun. Çünkü, yapılacak başka bir şey kalmamışsa, sessizlik insanlığa karşı işlenmiş en gerçek suç halini alır.
'Issızlık Cumhuriyeti' ve bozulamayan adalet
Savaş suçuysa savaş suçu, soykırımsa soykırım! Şeyleri bir adla çağırmadığımız müddetçe, onları deneyimlesek ve sonuçlarına katlansak bile anlamlandırmakta güçlük çeker, başkalarına kolay kolay aktaramayız.
Seçim tekrarı mı, tekrar seçimi mi?
Günümüzün meselesi seçimleri demokrasi ile otoriterlik sarkacı arasında salınmaya terk eden siyasal ataleti anlamaktır. Bu ataletin kaynağında seçimlere içkin olan riskleri yönetmek ile seçimlerden kaynaklanan meşruiyet aracılığıyla yönetmek arasındaki gerilimli ilişki bulunur. Bugün açığa çıkan meşruiyet krizi, AKP’nin bu riskleri yönetmede gösterdiği başarısızlıktan ötürü yaşanmaktadır.
Karanlığı görmek: Akademisyenler, doktorlar, gazeteciler…
Füsun Üstel hocaya, TTB mensuplarına kesilen cezalar, eğer gerçekten aydınlık ve açıklık istiyorsak, karanlığı uzak durulacak bir uçurum gibi değil, üzerimize çöken ve kurtulmamız gereken ağır bir yük gibi görmemiz gerektiğini göstermektedir.
Açlık grevi: İnsanlık krizi ve hayatın değeri
Açlık grevindeki eylemciye hayatın yaşanmaya değer olduğundan veya insan olmanın anlamından söz etmenin caydırıcı bir etkisi yoktur. Çünkü o, tam olarak bu itirazın hareket ettiği noktadan, yani hayatı yaşanmaya değer kılmak ve insana hak ettiği önemi vermek gibi ilkelerinden yola çıktığını söyleyecektir.
KHK’lı bir günah keçisi mi?
Görmemiz gereken kesin bir şekilde kaybedildiği açık olan bir seçimi kaybedilmemiş saymanın ve yenilemenin ihtiyaç duyduğu keyfilik için tek makbul gerekçenin KHK’lılar üzerinden sağlanabileceğine duyulan inançtır. Unutulmamalıdır ki cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi KHK’lar aracılığıyla ve KHK’lılara karşı kuruldu. İktidar blokunun rejim krizini çözmek istediğinde, kuruluşta yatan ilkeye geri dönmek istemesi ve KHK’lıların oy hakkını tartışmaya açması da siyasi anlamını bu zeminde bulmaktadır.
Mültecilerin ahlaki ekonomisi
Mülteci sadece yurdundan uzak olan veya yurttaş olmayan kişi değildir, münhasıran “yurttaş karşıtı” biçiminde de tarif edilmiş biridir. Yurtseverliğin mülteci figürüyle rezonansa girdiği bu bağlamda, yabancı ya tekinsiz bir konuk ya da taşınması gereken ağır bir yük muamelesi görür.
'Bizde ırkçılık yoktur'
Irkçılık, tesis edilmiş her siyasal topluluk için bir risk veya eğilim olarak vardır. “Bizde ırkçılık olmaz” demekse, ahlaki üstünlüğü kendi soyunda mutlaklaştırmak anlamında, ırkçılığın ilk ve şaşmaz koşulunu oluşturur.
Bir yurtsuzluk sembolü: Kızıl elma
Kızıl elma, yurtseverlik, yayılmacılık ve militarizm arasındaki karmaşık ve çatışmalı ilişkinin sembolik düzeydeki ifadesini temsil eder. Onun varılacak bir menzil veya yaşanacak bir yerden çok bir “istikamet” olması da bu bakımdan bir anlam taşır.
Müslümanın yurdu ne yana düşer?
Türkiye’de ana akım İslamcı hareketlerin, küresel İslamcı akımlarla olan etkileşiminde, İstanbul’un İslam'ın merkezi ve Türklerin İslam’ın kılıcı olduğu yönündeki iddia, hep merkezi bir gerilim unsuru olagelmiştir. Durumu bu açıdan ele aldığımızda, İslamcılığın Türkiye’deki ana meselesinin, her zaman kendi etnik-merkezci konumunu ve öncülük iddialarını diğer Müslümanlara kabul ettirme etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz.
Yurtseverlik: Koşullu ve kısıtlı bir erdem
Bugünün yerli ve milli ideolojisi yabancı figürünün gayrimüslim, düşman figürününse Türk olmayan ile özdeşleştirildiği bir siyaseti hâkim kılmıştır. Bu yüzden, yurtseverliğin yeni bağlamı, artık milliyetçilikle zıtlık içinde yapılan bir iktidar eleştirisinden ötesini görmeyi gerektirmektedir.
Sandıktaki hayalet ve seçim bıkkınlığı üzerine
Adına ister “cumhur” deyin ister “millet”, genel iradeyi veya yararı belirleyen karar odağının sadece oylama süreçlerinde bir görünüm veya varlık kazanabileceği gerçeğine itiraz edilemez. Buna rağmen, seçim hikayelerinin biraz da hayalet öykülerini andırdığını söylemekten kendimi alamıyorum. Çünkü hayaletler de varlığını, tıpkı halk iradesi gibi, mekanda kapladıkları yere göre değil, gerçek dünya üzerinde bıraktıkları etkilere borçludur.
Kemalizm İslamofobik midir?
“Kemalizm İslamofobik’tir” önermesinin bir ucu, yaşam tarzı kaygılarıyla gündelik ilişkilerini düzenleyen bireylere, diğer ucuysa Türkiye’yi bir ulus devlet olarak inşa eden söylemler ve uygulamalar bütününe çıkar. Kısacası, kısa bir süre öncesine kadar resmi ideoloji muamelesi gören bir öğretinin tüm tarihsel tezahürleri ve ilişkileriyle ilgili bir bağlama da yerleşmiş olursunuz.
Kimlik mücadeleleri ve politik fobi eleştirisi
Kabul görme arzusunun temelinde, bir gruba ait olmakla elde edilen bazı özelliklerin, insanların benlik ve onur algıları açısından vazgeçilmez önemde olması yatar. İşte bu aşamada bir kimliğin tanınması için verilen mücadele ile her insanın eşit saygı ve değer görme hakkı arasındaki bağ çok belirgin şekilde açığa çıkar.
Erdoğanofobi: Beceriksiz bir adlandırma girişimi
Türkiye’de milleti devlete, devleti meclise, meclisi AKP’ye, AKP’yi de Erdoğan’a indirgeyen eşdeğerlik zincirinin aynısı, ümmeti Türk milletine indirgeyen bir ara kanıt yoluyla İslam topluluğunu Erdoğan figürüne indirgemek için de kullanılıyor. Erdoğan karşıtlığını İslamofobi olarak adlandırmak da bu sayede mümkün hale geliyor.
Bir kıyaslama: İslamofobi ve antisemitizm
İslamofobi, belli bir Avrupalılık ve Avrupalı ol(a)mama karşıtlığına dayalı olarak tesis edilmiş bütün iktidar dillerinin tabi olduğu ortak grameri kullanır. Amerika’nın yerlisi, Afrika’dan taşınan siyah köle, modern Yahudi gibi figürlerle olan aile benzerliklerini görmek, onun genel bir iktidar eleştirisinin mantığı dışında kullanıldığı durumlarda nasıl bir hal alacağını kavramak açısından belirleyici olacaktır.
İslamofobi: Aynı oyun, ayrı kurallar
İslam zaten belli, yanına da “fobi” gelince sanki anlam kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi bir varsayım var. Böyle bakılınca, İslam ile olumsuz bir bağ kuran veya dine hayır diyen her şeyi kolaylıkla İslamofobi torbasına atabiliyorsunuz. Gazete köşelerini dolduran ciddiyetsiz ve sığ İslamofobi eleştirilerinin sayısındaki artış, bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Belirsiz düşman kimdir, nasıl öldürülür?
Urla’daki dolmuşçular arasındaki kavgalar, Tarlabaşı’nda farklı gruplar arasındaki hâkimiyet mücadelesi, Çanakkale’de halkın inşaat işçilerini bir binada kıstırması, Beypazarı’da bir ilçenin topluca mevsimlik işçi çadırlarının üstüne yürümesi türünden olaylar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar yerli halkın Kürtlerin aksanından, şivesinden, yüksek sesle konuşmasından, kılık kıyafetinden duyduğu rahatsızlığın, nasıl hedef büyütüp toplu bir arınma ve kurban ayinine dönüşebildiğini de açıkça gösteriyor.
Bu kaza hiç olmayabilir miydi?
Siyasi geçmişimize bakınca, tüm tarih sanki bir zincirleme kazanın eseriymiş gibi görünüyor. Her kaza, bir önceki kazanın doğru ve yeterli tahlil edilmemesinden doğmuş, önceki bir kaza daha sonrakinin nedeni olmuş...
Kitlesel protesto: Sarı Yeleklileri nasıl anlamalı?
Sokak dili evrensel bir iletişim aracı olup, esasen bedensel performansa dayalı olmasıyla ayırt edilir. Bu ayrım, kitle hareketlerinin bulaşma veya tetikleme gibi mekanizmalar aracılığıyla bir “dalga” niteliği kazanabilmesinin en temel sebebini oluşturur. Bir toplumda ortaya çıkmış kitle hareketleri, etkilerini başka yer veya zamanda var olan toplumlara aktarmak suretiyle kendini aşan dalgaların parçası haline gelebilmektedir.
Rabia: Siyasal bir simgenin başarısızlığı
Rabia, küresel iktidar mücadelesindeki takımlar arasına girmek için göreve koşulmuş bir semboldü. Oysa dünya ligine çıkamayan AKP, halen yerli ve mahalli ligde top koşturmaya devam ediyor.
AKP’nin estetik başarısızlığı ve ahlaki mizaç sorunu
Her toplumun kültürel üretimi, etik ve estetik değerler arasında kurulan denge yoluyla şekillendirilir. Ahlaki mizaç derken kastettiğim şey, bu dengenin estetik aleyhine bozulmasıyla ortaya çıkan değer yozlaşmasıdır. Bozulmanın arkasında insanları sadece ahlaki bağlar yoluyla bir arada tutabileceğine duyulan güven ve gerçekten yaşanmaya değer bir hayatın estetik değerlere duyduğu ihtiyacı görmezden gelmek yatıyor.
'Şehit Menderes' ile 'rahmetli Özal' arasında
Günümüzde siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP, kendini bir yandan Menderesçi millet ve halk zıtlığının, diğer yandan Özalcı teknik ve özerk “prensler yönetiminin” mirasçısı olarak görmektedir. AKP’nin popülizm ile olan imtihanının sonucu, “şehit Menderes” ile “rahmetli Özal” söylemleri arasında sıkışmış parti siyasetinin yarattığı problemleri çözebilme kapasitesi tarafından belirlenecek.
Demokratik yapılar çözülürken Türkiye
Seçkinlere karşı demokratik iktidarın gerçek sahibi olarak sunulan halk, Türkiye’de sağın eğilimlerine uygun olarak “millet” veya “milli irade” şeklinde tanımlanmıştır. Halk adına, halk için yönetecek ve halkın diliyle konuşacak güçlü lider olarak ise yerine göre “reis”, “uzun adam” veya benzeri sıfatlarla tarif edilen Erdoğan’ın ismi öne çıkmıştır.
Rektörün gösterdiği: Lider mi takipçi mi?
Rektörün ifadesine göre, kendisi güya ülkenin içinde bulunduğu koşullarda lidere itaatin önemini vurgulamanın ötesinde bir maksat gütmüyormuş. Buna rağmen, kötü niyetli insanların Erdoğan’ı ve üniversitesini yıpratmak için kolları sıvadığını görünce, daha çok zarara sebep olmamak için istifa etmiş. Belli ki, kendini Müslümanlar için farz olan cihat görevinin heyecanına kaptırmış bir “nefer takipçi” gibi lanse etmek istiyor.
Oy pazara düşerse
Yakacak kömürü olmayan insan, çevre kirliliğinin yaratacağı felaketler için endişelenmekten önce, çok başka şeyleri hesaba katmak durumundadır. Aynı şey makarna için oy veren insanlar için de geçerlidir. Emekçileri ve yoksulları, “makarnacı” diye hor görmeden önce, onları oy hakkına bu kadar yabancılaştıran nedenler üzerinde durmak daha adil olur.
İttifak siyaseti ve hoşnutsuzlukları
İttifakın kırılgan yanını, devleti yeniden inşa eden yerli ve milli anlayışının içeriğinin ne olduğu hususu oluşturuyor. AKP, yerli ve milli olmanın anlamını, farklı ve değerleri birbiriyle çatışan kesimlerden oy toplama beklentisiyle kasten belirsiz bırakmaktadır. Erdoğan, büyükşehirlerde MHP’lilerin oyuna duyduğu ihtiyacı, kayyumların hizmetiyle kazanacağına inandığı oylarla uzlaştırabilecek bir stratejik muğlaklık siyaseti izlemektedir.
Af dilemesi gerekenler af ilan edemez!
Af önerisinde çiçeği burnunda başkanlık sistemi için temiz bir sayfa açmak ve toplumsal barışı yeniden tesis etmek gibi gerekçeler zikrediliyor. Böylelikle mesele devletin ceza politikasının bir unsuru olmanın ötesine, yüksek bir moral davranış olma seviyesine çıkarılıyor. İşte, af dilemesi gerekenler affedemez görüşünün anlam kazanmaya başladığı yeri de burası oluşturuyor.
'Medeniyet çınarı'nın bir dalı olarak AKP
Medeniyetçi siyaset, görünüşte AKP’nin inşa ettiği “yeni Türkiye” için dünyada bir alan açan, dış ve iç siyasette bağımsız davranabilme kudreti kazandıran bir ideolojik çerçeveydi. AKP’li Türkiye, kendini tarih boyunca İslam’ın kılıcı olmuş bir devlet geleneğinin devamı olarak sunduğunda, İslam dünyasına aitmiş gibi durabiliyordu. Ancak kendi deneyimini İslamcı gruplara laik ve demokratik siyasetin bir modeli olarak önerdiği oranda da, o dünyanın dışına çıkmış oluyordu.
Muhafazakâr demokrasi aslında neydi?
AKP, taşıdığı ideolojik “işlevleri” sistemin koyduğu kurallara uyarlamada büyük bir maharet sergiledi. Milli Görüş hareketinin içinden bir oy makinesi olarak çıktı. Kendisi dönüştü ve dönüştükçe sistemi de kendi siyasi tarzının gereklerine uygun bir şekilde dönüştürdü. Bugünkü otoriter süreçlerin yapılabilirlik koşullarını elde ettiği seçim başarılarıyla inşa etti.
Stratejik muğlaklık: AKP ideolojisinin evrimi
Aslında muğlaklık, bir açıdan siyasetin “fıtratında” var olan bir şeydir. Eldeki imkanlar kullanıldığında, başta hedeflenen sonuca götüreceği kesin olan hiçbir yol yoktur. Geleceğin belirsiz olması, siyasetçilere her zaman için beklenmedik olayların yaratıcılığına güven duymayı öğretir. Bundan dolayı, her siyasi konjonktür, bazen tezat da teşkil edebilecek, birden fazla ihtimali bağrında taşır. Stratejik muğlaklık, AKP için bir yandan hem o hem bu olmayı, diğer yandan ne o ne bu olmayı işine geldiği şekilde savunmayı mümkün kılmıştır.
Emanetçi başbakan olmanın önemi
Türk usulü başkanlık tartışmasında kendini sürekli tekrar eden bu modelin mekanizması yaklaşık olarak şöyle betimleyebiliriz. İlk önce güçlü ve özerk bir başbakanlık pratiğinden geçen siyasi lider, belli bir aşamada cumhurbaşkanı seçilir. Artık cumhurbaşkanı olan eski başbakan, bir süre sonra başkanlık sistemine geçişin gerekliliğini ve yararlarını tartışmaya açar. Başkanlık tartışmasının yumuşak karnı, halef olarak belirlenecek başbakanın tutumudur. Bu yüzden, başkan olmak isteyen cumhurbaşkanının en zorlu meselesini, halef olacak başbakanın tayini oluşturur.
Yıkıcı iyimserlik
Yıkıcı iyimserlik, beklentilerin boşa çıkmasıyla yaşanan bir hayal kırıklığından çok daha fazlasını anlatır. Sadece bu olsaydı, taktik veya stratejik değişiklikler, iyimserlik eğilimini tekrar ayakları üzerine oturtmak için elverirdi. Oysa seçim sonuçlarının yaşattığı derin sarsıntı, durumun böyle olmadığını açıkça gösteriyor. İyimserlik, bizi iyimser olmaya sevk eden gayenin kendisi, varılmak istenen sonucun önüne bir engel olarak dikildiğinde yıkıcı olur.
Aşırı 'hâkim parti sistemi': Parçalanmadan kutuplaşmaya
Erdoğan tarafından “ustalık dönemi” olarak adlandırılan evrede, siyasi rekabetin koşulları giderek sertleşmeye, muhalefet ve protesto kriminalize edilmeye başlanmıştır. Siyasi iktidarın rekabet ve çoğulculuğu mümkün kılan özgürlükler üzerindeki denetimi bu yoldan artmış ve rejim nispeten otoriter bir karakter kazanmıştır. Belki de, bu otoriter eğilimini belirginleştirecek bir “aşırı” sıfatını, “hâkim parti sistemi” başlığının önüne getirmek, günümüz parti sistemini anlatmak açısından en uygun yoldur.
Cumhurbaşkanının iki şapkası
Cumhurbaşkanı, biri parti mensubu olarak yapıp ettikleriyle, diğeri yürütmenin başı ve devletin manevi kişiliğinin temsilcisi olmasıyla ilişkili olan iki karşıt konumu aynı anda işgal etmektedir. Henüz bu konumların cumhurbaşkanının davranış ve sözlerine uygulanabilecek objektif kriterlerle ayırt edilmesini sağlayacak bir düzenleme yapılmış değil. Böylelikle, “partili cumhurbaşkanı” statüsü kendi içinde çelişkili hale geliyor...
Oy vermek demokrasinin iman etme biçimidir
Artık siyasal ajitasyon, oy vermeyi kılınacak namazların sevabını belirleyecek bir iman davranışıyla eş tutan demagojilere açık hale gelmiş durumda. Tüm bu gelişmeler bizi seçimlerin kazandığı bu yeni vasfa eleştirel bir bakışla yaklaşmaya yöneltiyor. Siyasal seçimleri, ait olduğu yere, yani dünyevi kullanım alanına tekrar iade etmemiz lazım.
Özgürlükçü bir laiklik için
Kendinden ayırmaya, mesafe koymaya çabaladığın şeye dönüşmek elbette derin bir bunalımın göstergesidir. Bu bunalım Türkiye’deki kurumsal ifadesini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığında bulur. Bu kurum, Kemalist çevrelerce “zararlı” veya “gerici” din anlayışlarının denetim altında tutulması, dindar çevrelerce “sapkın” veya “zındık” anlayışların önüne geçilmesi açısından yararlı bulunur. Birbiriyle çatışan bu iki anlayışın, böyle bir bunalım kavşağında buluşabilmesi, sadece sözünü ettiğim bu indirgeme göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Cezasızlık: Bir sistem sorunu
Geçmişte işkencede öldürülmüş bir öğrencinin, diyelim Birtan Altunbaş’ın hesabının adalet tarafından mutlaka sorulacağını söylerler. Bir insan hakları savunucusunun, diyelim Tahir Elçi’nin kameraların önünde katledileceğinden sanki habersizmiş rolü oynarlar. Sürgünde ölmüş bir sanatçının, diyelim Ahmet Kaya’nın mezarında duaya açtıkları elleriyle vicdan pozları keserler. Lakin tüm bu öğrenilmiş sözlerin, rollerin, pozların arkasındaki gerçek buz gibi açık ve ortadadır. Failler ne kovuşturulmuş ne de cezalandırılmıştır, bilakis maddi ve manevi, her açıdan ödüllendirilmiştir.
Tarz-ı hayat siyasetini anlamak
Hukuki ahlakçılığın baskıcı etkilerini hayatın her alanında hissediyoruz. Bu etkileri “açık giyimli” bir kadın veya Ramazan’da oruç tutmayan bir insan örnekleriyle somutlaştırabiliriz. Çoğunluğun bu insanlardan temel beklentisi “ahlaki” değerlere saygı göstermeleri ve kışkırtıcı olmamaları yönündedir. Ancak kapsamı ve ölçüsü belirsiz olan bu beklenti sıklıkla çoğunluğun galeyana gelmesini açıklayan bir bahane olarak ileri sürülür.
Vesayetçilik ve çoğunlukçuluk kıskacındaki insan hakları
“Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır.” Bu cümleyi, yerli ve milli türden bir nihilizmin kurucu ilkesi olarak okumak da mümkün. Çünkü nihilizm, tüm değerlerin değersizleşmesini anlatır. Türkiye’de nihilizm süreci yerli ve milli değerler adına, insanlık değerleri hakkında kuşku yayarak hayata geçirilir. Sanki bu ülkede yaşayanlar, öncelikle insan değilmiş ve bu değerlerden hiç pay almamış gibi, insanlık değerleri şeref ve şerefsizliği ayırt etmenin ölçütü olmaktan çıkarılır.
Belleği şiddet inşa eder
Şiddet yoluyla insanların zihninde açılan yaralar, sanki bir tür zihinsel mutasyona yol açıyor ve sonraki kuşaklara devrediliyor. İnsan bellekleri, doğrudan kendilerinin deneyimlemediği, aktarılan bir şiddetin bıraktığı sızıyla şekilleniyor.
Yerinden edilen Kürt sorunu
Zorla göç, Kürt sorununu deteritoryalize ederek ülke sathında etkisi hissedilen bir mesele haline getirdi. Bundan sonra Kürt meselesi, devlet aklı tarafından sadece Türkiye’den toprak koparmaya dönük sorun olarak değil, bir bütün olarak toplumu yönetebilme kapasitesiyle ilgili bir mesele olarak görülmeye başlandı.
İşkence: Egemen karşısında insan
12 Eylül söz konusu olduğunda işkence, “devlet otoritesi ve varlığını” sağlamak amacıyla yaygın ve sistematik bir şekilde uygulanmıştır. Şiddet, insan doğasını dönüştürmenin, onları sadık vatandaşlar olarak yeniden yaratmanın aracı olarak uygulanmıştır. O halde, işkence 12 Eylül için özdür ve onun temel yönetme biçimidir. İşte 12 Eylül’ü sadece insanlığa karşı işlenmiş suçlarla bir arada ele aldığımızda gerçek anlamını kavrayabiliriz.
Haklar şiddete karşı
İhlalin olduğu yerde mutlaka savunu da olacaktır. Savunu hakkın gerçek değerini açığa çıkarır ve onu tamamlar. Esasen hakkın savunulmaya olan ihtiyacı, insanın suya ve havaya olan ihtiyacından farksızdır. Çünkü biz bir hakkın somut anlamını, ancak onun içeriğini ihlal eden şiddetin özürleriyle mücadele içinde kavrayabiliriz.
İnsan haklarını savunmak
Herkesin bir diğerinin hakkına duyarlı olduğu bir “insan hakları uygarlığında” yaşasaydık, savunuculuk gibi özel bir uğraşa gerek kalmayacaktı. O halde, çoğunluk ile belirlenen milli iradenin duyarsızlığını, savunuculuğu gerekli kılan etmenler arasında saymak yanlış olmaz. Çoğunluğun bazı durumlarda ihlalleri mecburi, düpedüz yararlı bulmasından ötürü, o topluluğun içinden çıkmış, ama onların dar çıkarlarının ötesine geçmiş savunucuların varlığı paha biçilmez bir değer kazanır.
Beka koşullarında siyaset
Beka siyasetinin, Türkiye siyasetinde, monarşik ilkeye demokratik ilkeden daha çok güç kazandırdığı bana çok açık görünüyor. Bununla egemenliğin soydan aktarıldığı bir devlet biçimine geçmek üzere olduğumuzu söylemek istemiyorum. Aksine beka söyleminin asıl başarısı, cumhuriyete özgü kurumların ve organların varlığına rağmen, iktidarın monarşik bir kullanımını mümkün kılan mekanizmaları işletebilme becerisinden ileri geliyor.
KHK'lı olmanın hakkını vermek
KHK'lı olma deneyiminin hakkını vermek, insanların KHK'lı olmama hakkını temel bir siyasi talep olarak geliştirmekle mümkün. Bu talep, haksızlıkları giderecek bütünlüklü bir sosyal ve siyasal hak mücadelesi paketinin ana ilkesi olarak belirlenmelidir. Sadece o zaman bu deneyimin hakkını vermek mümkün olacak ve kişisel hikayelerimiz de sesini ve değerini bulacaktır.
‘Terörist’ modern siyasetin korkuluğudur
Terör, ilk başta insan doğasını devlet eliyle değiştirmenin bir aracı olarak benimsenmişti. Açık alanlarda, bizzat devlet tarafından uygulanan öldürme eyleminin kolektif duygu rejiminde yarattığı etkiye verilen isimdi. Daha sonraları duyguların siyasal yönetimdeki bu olanaktan, hem devlet erkanı hem devlet karşıtları yararlanmak istemiştir.
Direnişin sıfır noktası
“Sıfır noktası” her şeyin tükendiği yer değildir sadece. Yeni olan her şeyde işe sıfırdan başlamak esastır. Dönemin ruhuna özgü direniş pratikleri bu mantık içinden yeniden inşa edilebilir. Bunun için usta avcılarla ilgili anlatılan hikâyelere kulak kabartmakta yarar var.
Alevlerin ucundaki nilüfer
Bu eylemi yapan insanların nihai amacı kendini öldürmek, yani intihar etmek değildir. Eğer böyle olsaydı pekâlâ, bu işi gizli saklı da yapmaları mümkün olabilirdi. Söz konusu eylemle asıl başarılmak istenen kamusal bellekte yaşayacak kalıcı bir imge yaratmaktır. Böylelikle ilk adımı kendini öldürmek olan bu eylem, son adımda bir protesto davranışına dönüşür
Şehitlik makamındaki hakikat
Şehitlik insan varlığının en uç düzeyde araçsallaştırılmasıyla ilgili bir siyaset unsurudur. Bu siyaset, insan bedenlerinin ve bu bedenlerden oluşan halk topluluklarının imhasıyla ilgili bir ölüm siyasetidir.
Rüya âlemindeki devlet
Devletlû tarihçilere bakacak olursak bu hükümdar tipi görev aşkıyla yanıp tutuşan biridir. Güya halk rahat uyusun diye, o nöbet tutmayı seçmiştir.
Devletle sırdaş olmamak
Midas'ın efsanesinde ciddiye alınması gereken bir paradoks var. Son tahlilde hikâyede dile gelen sır saklamanın imkânsızlığıdır. Bu paradoks, devlet sırrının ne menem bir şey olduğunu anlamanın kapısını aralıyor.
Komploya inanma, komplosuz kalma
Günümüz Türkiye’sinde komplo teorilerine duyulan açlığın nedeni Türkiye’nin yaşadığı “siyasi temsil krizinde” aranmalıdır. Kriz, esasen tek siyasi meşruiyet ölçütünün seçim olarak belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Siyasette sadizm üzerine
Mevcut belirsizlik ortamında insanlarla eğlenmeye doyamayan tüm “şakacı” zulüm teknisyenlerine şu tavsiye olunur: Daha çok Sade okuyun. Bugün siyaset veya adı her neyse, yaptığınız işlerin başkalarının haklarına karşı işlenen suçlara ortak olmak dışında bir anlamı olmadığını göreceksiniz. Devam mı etmek istiyorsunuz? O halde daha çok çabalayın, daha çok suç işleyin. Mutlaka takdir görecektir.
Direniş menekşe kokar
Kuvvet kullanımı olarak güç, belli bir anda gerçekleşir. Bu yüzden efendilik uğraşı hep sürate ihtiyaç duyar. Oysa adalet belli bir süre ister. Hatta adalet için uzun süren bir sabırdır dense yeridir.
Bir vatandaşın arabı
Artık milyonlarca Türkiye arabı var. İnanın her biri başka bir Türkiye’nin arabı. Boş verin atasözü görünümündeki o sahte bilgeliğin arkasından koşmayı. Sadece dikkatle bakın o insanların yüzlerine.
Irkçılar şamata yapar
Türkiye’de siyasal çatışmanın boyutları derinleştikçe, “kavgada olsa söylenmez” dediğimiz sözlerin kullanımında ciddi bir artış oluyor. Felaketler için biçimsel, törensel dayanışma jestleri veya sözleri bile bazen bir tarafa itilebiliyor. O zaman, “bırakalım gebersinler” önerisi, sanki siyasi bir fikirmiş gibi, sanki özel bir duyarlılıkla çıkarılmış bir sesmiş gibi arzı endam edebiliyor.
Bir Türk'ü nereden tanırsınız?
Yerlilik, yerel topluluğu temsil edebilecek siyasal kimlik biçimlerinden sadece biri olarak görülmelidir. Topluluğun güçlerinin yabancılara karşı harekete geçirilmesi yoluyla ortaya çıkan bir sonuçtur yerlilik.
Adaletin bağrındaki boşluk
Yalnızlığın sınırlarının, belki de en koyu çizgilerle vurgulandığı bir deneyim söz konusudur burada. En fenası da sınırlanmış olma bilincini takip edecek olan güçsüzlük yahut yoksunluk hissidir. Bilirsiniz siz de bu hissin sonuçlarını...
Türkiye’nin kötülük sorunu
Türkiye’de kötülüğün nasıl üretildiğini, kullanıldığını ve yayıldığını anlamak için dindarın masumiyetini esas alan bir başlangıç noktası değil ihtiyaç duyduğumuz. Kötülük, günahın baştan çıkartıcılığıyla değil, siyasal olarak birikmiş hıncın, farklı olana, itiraz edene veya kendine uymayana yönelttiği saldırganlıkla karakterize ediliyor.
Korku ikliminde insan olmak
Herkes bilir ki, mesele bir veya beş kişiyi asmak değildir. Bin beş yüz kişi veya yüz elli bin kişiyi ihraç etmek veya birkaç yüz barış akademisyeninden “medeni ölüler” yaratmak da değildir. Asıl mesele bu uygulamaların timsali olduğu şeyi anlamaktadır.