YAZARLAR

24 Haziran’da ‘pat’, 25 Haziran’da ‘ikinci tur’

Tarihsel miadını doldurmuş, uyguladığı zorun dozunu artırarak iktidara tutunmaya çalışan, ancak en temel meşruiyet kaynağı olarak sandık onayına da muhtaç olan rejim, bu sıkışmışlığına rağmen, ‘günü kurtaracak’ bir sonuç almayı da başarabilir belki. Ama bu, eski etkin ‘seçim makinesi’ olmaktan çıktığını, bir paylaşım hiyerarşisine dönüştüğünü 24 Haziran kampanyası boyunca gözler önüne sermiş AKP’yi geleceğe taşımaya yetmeyecektir.

Neredeyse iki ay kadar bir süreye sıkıştırılmış ‘alelacele seçim’ takviminin sonuna geldik. İktidar blokunu, seçimleri yaklaşık 1,5 yıl önceye çekmek zorunda bırakan siyasal, ekonomik ve toplumsal kriz belirtileri, seçim kampanyaları üzerinde de belirleyici bir etkiye sahip oldu. Artık bir yanıyla ‘devletleşmiş’ olan siyasal iktidarın ve onun ikonik yüzü Erdoğan’ın performansı başta olmak üzere, seçim sürecine ilişkin tüm olgu ve süreçlerine; hem ülkenin ve yönetici sınıfın içinde bulunduğu bu genel kriz, hem de Erdoğan/AKP’nin bir süredir içinde bulunduğu öznel kriz damga vurdu. Seçime iki gün kadar bir süre kalmışken, bu süreçlere ilişkin genel bir değerlendirme yapmak, 24 Haziran akşamı oluşabilecek tablolar hakkında fikir yürütmek ve yakın gelecekte karşımıza çıkacak meseleler hakkında sesli düşünmek mümkün görünüyor.

Bu iki aylık süre içerisinde en çok dikkat çeken ve üzerinde hemfikir olunan nokta, Erdoğan’ın (ve AKP’nin) gerek söylem olarak gerekse sahadaki performans açısından yaşadığı, daha önce benzeri görülmemiş düşüş idi. Vaat açısından şu birkaç noktaya sıkıştı örneğin:

- Esasen 2011 seçimi öncesinde ‘çılgın proje’ olarak lanse edilen Kanal İstanbul’un 7 yıl sonra yeni bir şeymiş gibi ortaya gelmesi;

- Muhalefet tarafından fazla ‘makara’ malzemesi yapılan ama gerçekte toplumu, özellikle de gençleri dini-ideolojik bir formasyon ile kuşatma hamlesi olarak ciddiye alınması gereken “bedava kekli millet kıraathaneleri”;

- Seçmene “yatın yuvarlanın” diye cazip gösterilmek istenen ama gerçekte 16 yıla varan iktidarın doğada ve kentlerde yol açtığı beton yıkımın utangaç bir özeleştirisi ile yeni rant alanları yaratma fırsatçılığının bir bileşkesi gibi görünen “millet bahçeleri”…

Ekonomisi infilak öncesi alarmı veren, son iki yılını OHAL rejimi altında geçirmiş, hukukun fiilen askıya alındığı, özgürlükler açısından 12 Eylül’le kıyaslanacak, yer yer ona rahmet okutacak kadar gerilemiş, Kürt meselesinde hiçbir barışçıl çözüm ümidine yer vermeyecek şekilde çatışma yöntemlerini tercih etmiş, karanlık 90’lı yılların başlıca figürleriyle sarmaş dolaş olmuş bir ülkede, hiçbir sahici soruna temas etmeyen bu ‘vizyon’, doğal olarak kendi en sadık taraftarlarında bile heyecan yaratmıyor. Aksine, gidişat konusunda açıkça ifade edilen endişelere yol açıyor. İktidarın fetva makamı gibi davranan Hayrettin Karaman, Yeni Şafak’taki köşesinden “Ölüm tecrübe edilemez ve son pişmanlığın faydası yoktur” diye tehditle karışık uyarıda bulunuyor. Abdülkadir Selvi bir süredir Hürriyet’ten ‘muhafazakâr seçmen’ dediği kesimlere, macera aramamaları için neredeyse yalvar yakar dil döküyor: “O fatura birilerine değil, sadece ve sadece Erdoğan’a kesilmiş olacak. Bu tuzağa düşmemek gerekiyor…”

Tüm bunlar, Erdoğan mitinglerindeki (nicelik olarak da hızla eriyen) coşkusuz kalabalıklarla birleşince iktidar çevrelerinde korkuya varan endişe hali daha çok zemin kazanıyor. Tüm yatırımını Erdoğan’ın şahsına yapan seçim stratejisi, tıpkı 16 Nisan öncesinde olduğu gibi, son haftaya yoğunlaştırılmış, boğucu ve hegemonik bir reklam bombardımanı ile sonuç almaya çalışıyor. Büyük kentlerdeki neredeyse tüm billboardlar, tüm elektrik direkleri, yüksek binalar, hatta bazı yerlerde cami duvarları ve okul kapıları aynı vasat sloganlara sahip afiş ve pankartlarla donatılıyor. Televizyonlardan reklam filmleri fışkırıyor. Ama bu agresif atağa rağmen ruh halindeki melankoli de gizlenemiyor. Son reklam filminde kullanılan şarkının sözleri bu açıdan manidar:

“Zor olsa da ah zor olsa da

Dağlar duman kar kış olsa da

Yolun sonu bir sır olsa da

Dönmem geri senin yolundan”

Giderek büyüyen sorunları için tatmin edici hiçbir çözüm önerilmeyen kalabalıklar, kaçınılmaz olduğu artık herkes tarafından görülmüş “zor” zamanlara, “kar kış” atmosferi ile tasvir edilen soğuk belirsizliklere ve “yolun sonu sır” ile ifade edilen büyük tekinsizliğe rağmen ‘vefa’, hatta ‘feda’ duygusuyla davranmaya çağrılıyor.

Buna karşılık muhalefet cephesinde tersine bir moral iklim hakim. Özellikle Muharrem İnce’nin yakaladığı popülarite, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun muhafazakâr kesimlerle teması, en handikaplı koşullarda olmasına rağmen Selahattin Demirtaş’ın cezaevi hücresinden yürüttüğü kampanyanın hem tarihsel anlamı hem de başarısı; Erdoğan/AKP yönetiminin –tam da otoriter rejim inşasının kapı eşiğine gelmişken– sandıkta mağlup edilebileceği yönünde yaygın bir beklentiye yol açıyor. Daha iki ay önce, bu baskın seçim büyük bir ‘özgüven görüntüsü’ ile ilan edilmiş, muhalefet ‘Abdullah Gül mü, Abdüllatif Şener mi’ sarkacında ‘sağ çatı’ ararken çok uzağında olunan bu iyimserliğin, iki ay gibi kısa bir sürede bu denli nüfuz etmesi, iktidarın içinde bulunduğu krizden de güç alıyor elbette. Başlangıçtaki temkinli iyimserlik, muhalefet mitinglerindeki sıra dışı kalabalıkların da büyülü etkisiyle “oldu bu iş” noktasına varıyor ve “ikinci turda Erdoğan’ı devirme” aritmetiği gündeme geliyor.

Bu yüksek beklentinin, gerçekleşmesi halen çok mümkün olan ‘ters’ bir sonuçta, örneğin Erdoğan’ın başkanlık seçimini 1. turda kazanması durumunda moral bir çöküşe, yılgınlığa yol açması ve esasen –sandıktan çıkan/çıkarılan sonuç ne olursa olsun– 25 Haziran’da başlayacak ‘yeni’ dönem için bir enerji kaybına yol açması muhtemel. “Köprüden önce son çıkış”, “uçurumun kıyısında” gibi metaforlarla da ifade edilen ve bu seçimin kaybedilmesinin her şeyin sonu olacağı yönündeki yanlış kanaatten kaynaklanan endişeli teyakkuzun, “bu iş bitti” iyimserliğiyle aynı mecralarda uç vermesi bu açıdan bir paradoks değil.

Bir sermaye iktidarı olarak AKP ve Erdoğan yönetimi, 16 yılın yıpranmışlığı ve yorgunluğunu aşan bir ‘sona ermişliğin’ tüm belirtilerini gösteriyor elbette. Tarihsel miadını doldurmuş, uyguladığı zorun dozunu artırarak iktidara tutunmaya çalışan, ancak en temel meşruiyet kaynağı olarak sandık onayına da muhtaç olan rejim, bütün bu sıkışmışlığına rağmen, seçimden ‘günü kurtaracak’ bir sonuç çıkarmayı da başarabilir belki. Ama bu, 16 Nisan’dan sonra fiilen ortadan kalkmaya başlamış, geçen sonbaharda açık tasfiyelerle iyiden iyiye işlevsizleşmiş ve eski etkin ‘seçim makinesi’ olmaktan çıktığını, bir paylaşım hiyerarşisine dönüştüğünü 24 Haziran kampanyası boyunca gözler önüne sermiş AKP’yi geleceğe taşımaya yetmeyecektir. İktidar bloku, hem başkanlığı hem Meclis çoğunluğunu kazandığı ‘rüya gibi bir sonuç’ elde etse bile, 25 Haziran günü itibariyle devasa iç ve dış sorunlarla ve hemen aynı gün başlayacak ‘yeni seçimler’ takvimiyle karşı karşıya kalacak. Nitekim şu ana kadar ortaya çıkan tablo, 24 Haziran için geçici, kırılgan ve gergin bir ‘pat’ durumuna işaret ediyor. Pazar günü sandıktan çıkacak/çıkartılacak sonuç ne olursa olsun ‘ikinci tur’ pazartesi sabahı başlayacak gibi görünüyor.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.