YAZARLAR

Suruç: Siyaset meydanındaki yalan

Ön otopsi raporu ve kamera görüntüleri, Suruç’ta iktidarın mızrağı çuvala sığdıramadığını ortaya koydu. Orada sadece canlar yitirilmedi, adalet ve hukuk imkanı bir kere daha gücü korumaya yönelik kurgucu akla yem edildi.

Güç zayıfa doğru akar. Görüntüsü şiddettir. Yol açtığı zulümdür. Mayalanmış hınç, denetimsizleşmiş şiddet yavru köpeğe balta olur iner. Çocuğa tokat, dipçik, kadına söz, tekme, mermi… Suyun yukarıdan aşağıya doğru akması gibi, şiddet zayıfa yönelir.

Bir yerde şiddet belirdiğinde meşru güç oraya meşruiyetinin koşulu olan normla müdahale etmeye mecburdur. Etmezse, “şiddeti doğuran şiddet”i körükler. Suç, sadece norm iş başındaysa vardır. Aksi halde önce hukuk dışı galebe çalmaya başlar, sonra hukuk öncesine tepe takla gidilir. Toplumsal salto mortale.

Suruç’ta bir şey oldu: Bir milletvekili ve adamları çarşı gezisindeyken silahlar patladı, insanlar öldü. Dört ölü var. Tüfek, tabanca, bıçak… çarşı sanki çarşı değil bir kara savaşında bir mevzi çatışması.

HUKUKİ OTORİTE VE SİYASİ OTORİTE

Ne bekleriz? “Durun” diyecek bir otorite. Başarabildiği ilk anda çatışmayı durduracak idari birimler. Polis. Aynı anda, en geç çatışma durduğu anda adli birimler de iş başında olmalıdır; savcı, adli kolluk… Derler ki, delil topluyoruz, duruma hakimiz. Görenlerle, bilenlerle konuşuyoruz, kamera görüntülerini topladık inceliyoruz, az sabredin…

Adli otoriteler çalışırken, siyasi otorite der ki adli birimler bizden ne istiyorsa sağlıyoruz, bir an önce ne nedir ortaya çıksın, suçlu kimse cezasını bulsun. Başka söz söylenmez, başka söylenen her söz şiddeti korumaya yönelir, istese de istemese de.

Maddi gerçeğin ortaya çıkması için gerekli sabrı göstermeyen, gerekli güveni vermeyen siyasi otorite, şiddetin kuralsız işleyişinden memnun demektir. Bir çıkarı vardır bu şiddetten.

Biz ne gördük?

Önce milletvekili konuştu, çatışmanın göbeğindeki kişi: Bunlar PKK, bize saldırdılar, alttan aldık, tekme tokata razı geldik, olmadı minvalinde.

MUHARREM İNCE SİLAH MI TAŞIDI?

Başbakan konuştu, sadece bir ölüm için baş sağlığı diledi. Cumhurbaşkanı konuştu, “PKK” dedi, “istihbarat” dedi. İçişleri Bakanı Konuştu, “Muharrem İnce” dedi, adını vermeden, “Demirtaş’ı kim ziyaret ettiyse sorumlu odur.” Mitinge katılanların HDP’li olduğunu bilen istihbarat mı bu? Nasıl bir istihbarat ki bu koca milletvekilinin o dükkânda silahla karşılanacağını bile bile hiçbir uyarıda bulunmuyor diye sorulması haksız mı? Demirtaş ne alaka peki? Muharrem İnce’ye silah verdi, Muharrem bey de gidip dükkâna mı koydu? Çatışma dükkânda başlamış, önünde sürmüş, sonra denildi ki hastane etrafında, içinde olmuş, hastanedeki kameralar sökülmüş, Muharrem İnce mi yapmış bütün bunları?

Dört kişi ölmüşken ve hukuki gerçek belli değilken sadece bir kişiye rahmet dileyen otorite, bazı yurttaşların öldürülmesini hoş görüyor olabilir mi? Ölümü rahmet gerektiren ve gerektirmeyen yurttaş ayrımı mı yürürlükte? Öyle olmasa daha yargının ağzından tek söz çıkmamışken, kim suçlu kim değil nasıl ilan edilir? Bir taraftan üç, bir taraftan bir ölü varken, sadece üç olan taraftan insanlar mı sorgulanır, tek tutuklu sadece oradan mı olur? Üstelik ölenlerin yakınları, “Linç ettiler” diyorken, çok çok önemli, hiçbir adli birimin kayıtsız kalamayacağı ayrıntılı tanıklıklar aktarıyorken, duyan nasıl olmaz?

OLUMLANAN ŞİDDET

Siyasi-idari birimlerin şiddeti bizden yana-bize karşı diye ayırdıklarına daha açık biçimde tanıklık edemezdik. Heybeliada’da HDP standına saldıranlar ve saldırıya karşı tepki veren iki CHP’li genci bıçaklayanlar, siyasi otoritenin şiddete yönelik bu ayrımını bilmeseler bu kadar cesur olurlar mıydı? Kaçabilirler miydi? Şimdiye kadar yakalanmazlar mıydı?

Resmi ve yarı resmi medyalar ne derse desin mızrak çuvala sığmadı, işte Suruç’ta yaşamını yitirenlerin yakınları konuşuyor, vahim şeyler söylüyorlar. Meslek örgütleri ve STK’lar gidip olan bitene ilişkin mesleki becerileriyle bilgi toplamaya çalışıyor, izin verilmiyor. İzin vermemek ne, Tahir Elçi’nin, Mehmet Emin Aktar’ın, Sezgin Tanrıkulu’nun yetiştiği Diyarbakır Barosu “terör örgütüne müzahir” ilan ediliyor. E hukuk işletmeyecekseniz, baroya da ihtiyacınız yoktur zaten. Kapatın gitsin. Sadece içişleri bakanlığı yeter bu memlekete.

İLK OTOPSİ RAPORUNDAKİ DEHŞET

Mızrak çuvala sığmadı: Kamera görüntüleri ve ön otopsi raporları geldi. Celal Şenyaşar’a altı farklı silahtan kurşun sıkılmış, hepsi bitişik atış.

Adil Şenyaşar’ın vücudunun 14 değişik bölgesinde delici-kesici aletlerle yaralar açılmış, 17 farklı silahtan mermiler isabet etmiş. Sadece iki mermi uzaktan gelmiş, 15 mermi bitişik atış. Linç ve infaz “PKK’li” ilan edilen mevtanın bedeninde açıkça görülüyor.

Baba, öldürülen iki kardeşin babası Hacı Esvet Şenyaşar’ın vücudunda yedi hayati bölgede delici-kesici aletlerle ölümcül yaralar açılmış, 23 farklı noktada da daha “hafif” yaralar varmış; sonuç: Beyin kanaması, iç kanama… Acılı kadınların attıkları çığlıklar doğrunun sesini duyurmaya çalışıyormuş anlıyoruz ki.

Böyle adli soruşturma mı olurmuş? Hakimler Savcılar Kurulu memnun mu olan bitenden? Görevdeki savcılar, hakimler memnun mu? Adalet Bakanlığı memnun mu? İçişlerini sormak gereksiz, o işi Muharrem İnce ile Selahattin Demirtaş’a yıkmanın retoriğiyle meşgul.

YALAN, GÜÇ VE SİYASET

Arap düşüncesinin önemli isimlerinden Ebu Bekir Razi, “yalan” ile “güç” ve “gücü koruma” arasında açıkça bağ kuran belki de ilk kişidir. “insan her yerde ve her durumda önde olmayı ve hükmetmeyi sevdiği için her zaman haber veren ve öğreten konumda olmayı ister.” Önde olma ve hükmetme için yapılanlar, olguları gizleyemediği gibi adaletin yokluğunu, kırıntılarının bile kalmadığını, göstermelik olarak bile artık ihtiyaç sayılmadığını bir daha soktu gözümüzün içine.

Çarşıda işlenmiş bir cinayetin adli usuller çerçevesinde aydınlatılmasındansa güçlü bir pozisyona yerleşme üzere “siyasi” malzemeye çevirme arzusu, şiddetin bir siyasi heyet lehine serbest bırakılmasından başka hangi sonuca yol açabilir?

Hannah Arendt “Siyasette Yalan” adlı Vietnam savaşına ilişkin gizli belgelerin ifşa olmasından sonra yazdığı makalesinde, siyasette yalanın tarihinin yazı kadar eski olduğunu söyler ve ona iki modern ek yapıldığını belirtir: Biri, reklamcılığın bir çeşidi olan halkla ilişkiler mantığından çıkan yalanlar. Siyasetin bir yarısı imaj yaratma ve diğer yarısı insanları bu imajlara inandırma sanatı. Manipülatif işlemler kümesi. İkincisi, sorun çözücüler dediği bir başka uzmanlık kümesinin işleridir. Bunların sıradan imaj üreticilerinden farkları, “sorun çözme” iddiasında oluşları, duygusallığı korkutucu derecede aşmalarıdır. İki grubun da özelliği, olguları bertaraf etmeye çalışmalarıdır. Arendt, şöyle der: “Buradaki can alıcı nokta, yalan siyasetinin neredeyse hiçbir zaman düşmanı hedef almaması (…) ve esasen yurtiçi tüketim için üretilmesi, yani ülke içi propagandaya ve aslen Kongre’yi kandırmaya yönelik olmasıydı.”

Arendt, uzaktaki bir savaşın Amerikan siyasetine etkisi bağlamında yalan üzerinde düşünüyordu. Saptamaları, iç politik ilişkilerin rekabet değil düşmanlık terimleriyle kurulduğu, maddi gerçeğe ulaşmaya dair tüm protokollerin zihinleri ele geçirmeye dair propagandif yöntemlere yem edildiği siyasal atmosferde olan biteni düşünmeye yarayacak kadar açık ve sade. Suruç olayında, gücü korumaya yönelik siyasal tekniklerin, maddi gerçeğe ulaşmaya yönelik adli usulleri nasıl yok saydığına bir daha tanıklık ettik. Tanıklık ettiğimiz bir şey daha var: şiddet tekelini elinde tutan meşru siyasi otorite, şiddetin kuralsızlaşmasına seyirci kalarak bindiği dalı kesiyor, iktidarı koruma uğruna toplumsal tahribatı hızlandırıyor.

NOTLAR

1-Kepçe operatörünün o fiilin faili olduğuna inanmak çok ama çok zor, dört bacak ve bir kuyruğun kepçe gibi bir kaba aletle kesildiğine inanmak çok ama çok zor. O yavrunun cüssesi iki kepçe dişi kadar zaten. Kepçelerin, iş makinelerinin hiçbir şey dinlemeden durmadan çalıştırılmasında tezahür eden bir başka şiddet de var elbette, o ayrı konu.

2-Suruç çarşı vakasına ilişkin “resmi” ve “resmiye ayak uyduran” haberlerdeki sorunları Yıldıray Oğur derledi. Oradaki anlatıma göre de “yalan” aynı güç gibi akmıştı. Oğur, “Cumhurbaşkanının muhtemelen yanlış bilgilendirildiğini” söylüyordu ama vali, daha olay sıcakken, ne PKK diyor, ne terör diyor, “iki ailenin çatışması” gibi kendince bir orta yol arıyordu. Anlaşılan cumhurbaşkanı valisini değil, siyasal kurguları seven başka kadrolarını dinlemeyi tercih etmiş.

3-Ebu Bekir Razi, Ruh Sağlığı, (Çeviri ve inceleme: Dr. Hüseyin Karaman), İz Yayıncılık.

4-Hannah Arendt, Siyasette Yalan, (Türkçesi: İmge Oranlı, Berfu Şeker), Sel Yayıncılık.