YAZARLAR

Ben halkım!!!

Doğmadığı günlere ait anıları olmak, yaşamadığı geleceği geçmişi kılmak... Eskiyi inkar ederken onu deneyimlenmemiş deneyimin kılıfında anlatmak... Geçmişin, gerçekte ne olduğu, kime ait olduğu önemli değil; ben halkım, ben herkesim; o halde geçmişiniz benim geçmişim, geleceğiniz benim geleceğim... Böyle giderse her şey olduğunu, mutlaklığını ilan edecek...

Seçimlere şunun şurasında on gün kaldı. Adaylar soluk soluğa o il senin bu il benim koşturup bağırmaktan kısılmış, çatallaşmış sesleriyle konuşuyorlar da konuşuyorlar. Bir vaat selinde boğulmak üzereyiz. Sayılamayacak kadar çok gelecek zamanlı cümlenin bir anda sarf edilmesinden midir nedir, en azından kendi adıma yaşadığım anın gerçekliğini kavrayamaz hale gelmek üzereyim. Süreci izlerken bunun sadece bana özgü olmadığını düşünmeme neden olan pek çok emare görüyorum. Örneğin politikacıların sözlerine maruz kalan her birimiz için yalnız bugünün değil, geçmişin de gerçekliğini yitirmiş olduğu pekala iddia edilebilir. Adile Naşit’in Uykudan Önce’sinin bir kuşak için anlamını bugünden tartışırken, ona şimdi, şimdiye ait bir gerçeklik atfetmek kaçınamayacağımız bir şey. Ama öylesine hararetle o anlamı yeniden düşünmek, kurgulamak, anlatmak derdine düşüyoruz ki sonuçta bütün o söz kalabalığında şimdiyi yitirdiğimizi fark etmiyoruz bile. Seçim sathı mahalli aşırılıklarla bezeli. Sözün gelecek zamanlısı da, geçmiş zamanlısı da mebzul miktarda. Her aday kendisinin, yalnızca kendisinin “yeni”yi temsil ettiğini ispat için “geçmiş”i yeniden kurguluyor. Onlara inanalım inanmayalım fark etmez, sözün aşırılığında hep birlikte şimdiyi geçmişe feda ediyoruz, bunun geleceğin fedası anlamına geldiğine körleşerek. İster yüceltelim ister yargılayalım, olay ile, deneyim ile, bellek ile bağını kopartarak geçmişi de kısır bir politik dilin nesnesine dönüştürüyoruz.

“Yeni”yi vaat ederek geleceğe hükmetmekle, “ilk” olmanın şehveti ile geçmişe saplanıp kalmanın arasında salınan politik vaazlar... İktidarın her şeyiyle inkar ettiği “eski Türkiye” ile gerçekleştirdiğini iddia ettiği “yeni Türkiye” ve vaat ettiği “yeninin eskiyi topyekun yok edeceği yeniden bile daha yeni Türkiye” arasına çektiği sınırları keskinleştirme gayreti şimdinin gerçekliğini, dayanılmaz ağırlığını örtüyor. “En”lerle vurgulanan bütün sıfatlar, en büyük, en yeni, en, en, en..... Eh bu kadar aşırılık, taşkınlara yol açıyor tabii. En büyük lider, “en”liğini ispata girişince, tıpkı sel sularıyla yatağından taşan bir ırmak gibi, tıpkı bedenin ağırlığından kurtulup özgürleşmiş bir ruh gibi kendini birden zamandan mekandan, gerçeğin kendisini çekiştiren ellerinden kurtulmuş buluveriyor. Kendini, sözünü, doğrusunu eğrisini zamana yayıyor, mekana yayıyor. Hem en uzak geçmiş hem bugün hem de gelecek olma iddiasının akıbeti bu işte... Doğmadığı günlere ait anıları olmak, yaşamadığı geleceği geçmişi kılmak... Eskiyi inkar ederken onu deneyimlenmemiş deneyimin kılıfında anlatmak... Geçmişin, gerçekte ne olduğu, kime ait olduğu önemli değil; ben halkım, ben herkesim; o halde geçmişiniz benim geçmişim, geleceğiniz benim geleceğim... Böyle giderse her şey olduğunu, mutlaklığını ilan edecek... Aşırılıklar, aşırıyı düşündürüyor ister istemez.

Bu seçimler, “en” olma iddiasındaki ile “en”leri hakikatin sorgusuna maruz bırakanlar arasında bir mücadele aynı zamanda. Bu da politikanın hakikat alanını kıskıvrak ele geçirme iddiası olduğunu iyice görünür hale getiriyor. Cumhurbaşkanlığı adaylarının miting konuşmalarında, sosyal medya mesajlarında, televizyonlar için hazırlanan reklamlarında hakikat alanının ele geçirilmesi mücadelesi apaçık görünüyor. Öyle ki, “yalan” bile kendini yargılayan hakikatin bakışından sıyırmış kendini, sakınmadan utanmadan çırılçıplak ortada. Artık kendini ele veren yalanı görüyoruz, gizlenmiyor, orada apaçık ortada. O halde bu yalanla hakikat arasında bir mücadele olmasa gerek. Hakikati ele geçirmek asıl mesele. Geçmişi, şimdiyi, geleceği ele geçirilmiş o hakikat alanında yeniden inşa etmek mesele. Geçmiş, şimdi, gelecek için aşina olduğumuz temsil düzeneğini alt üst eden yeni bir anlam dünyasının özneleri olmaya talip olmak bu. Ama bu mücadelenin zaferle sonuçlanması, bütün bu mücadelenin sürekliliğinin de garantisi olmak üzere imkansız. O ele gelmez, dile vurulamaz, zapt edilemez olanın, kiminin kurucu hiçlik, kiminin imkansız çekirdek, kiminin gerçek, kiminin kurucu hasımlık dediği şeyin sayesinde, bütün bu “en”ler iddia ettikleri kapsayıcılığa, belirleyiciliğe, hükmediciliğe kavuşamadan dağılıp gitmeye mahkum. O “en”ler, “en” olamayacağı için politika mümkün. O “en”lerin imkansızlığı, hakikat alanının tüketilemeyişi, asla bütünüyle ele geçirilemeyişi, 24 Haziran’da “bir despotun seçimle indirilemeyeceği” mitinin de yerle bir edilebilmesinin olanağı olacak.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.