YAZARLAR

Cannes'a davet

İçeri girerken güvenlik sürekli ayakkabılarımızı kontrol ediyor. Güvenlik ayakkabısı var mı diye. İçinden çelik teller geçiyormuş. ‘Ve Çeliğe Su Verildi’yi hatırlatıyorum ben ayakkabıya bakınca ama güvenlikler üstüne çıkıp, içine çöküp çökmediğine bakıyorlar.

Cannes’a davet edildim. Uzun zamandır beklediğim ve çok daha önceden beri istediğim bir şey. Festival için davet ama film festivali için değil. Ne festivali bilmiyorum. Amelelik için geldim ben. Bildiğiniz amelelik. Öyle festivalde çalışıyor filan da değiliz. Festivalin yapılacağı binaları inşa ediyoruz. Çelik direkleri indiriyoruz mesela kamyondan. İçeri taşıyıp, 10-15 kişi, hep beraber diyerek yukarı kaldırıyoruz, beş altı dilden deniyor bu. Sonra TIR'ı boşaltmaya devam ediyoruz. Yerleri temizliyor, duvar monteliyor ve boyuyoruz. Ne derlerse yani…

Ucuz iş gücüyüz işte her ülkeden gelen. Bize İspanyol ekip diyorlar, gerçi aramızda İspanyol yok. Bir Avusturalyalı, bir Ekvatorlu, bir İrlandalı, bir Katalan ve bir de Türkiyeli arkadaş var. Parası iyi bize göre, söylemeyeyim siz de gelmek istersiniz. Daha çok, iş kazasında ölürsek az para verecekleri için buradayız galiba. Hiç sormadım niye bizi tercih ediyorsunuz diye. Böyle ağır da olsa kafama göre 14 gün çalışmak daha iyi. İllegal işçiyiz, biz üçümüz. Neyimiz legal ki demiştim size geçenlerde. Diğerleri de yasal çalışmıyor. Neden bilmiyorum. Belki vergi vermek istemiyorlardır. Siz vermek istiyor musunuz sanki?

Çok zaman önceden beri Cannes’a davet edilmeyi bekliyordum aslında. Hani Yılmaz Güney’in 1982’de yumruğunu, sol yumruğunu sıkarak sahnede durduğu zamandan beri istediğim bir şey bu. Kenan varken olmuştu, bu yüzden daha keyifliydi. Kenan’ı hatırlıyorsunuz değil mi? Hani devlet başkanıydı bir zamanlar, ki Picasso’nun resmini görüp "Bunu ben bile yaparım" demişti hatırladığım ama sonra düzeltmişti başka bir resmi için "Bunu ben bile yapamam" diye –yoksa fıkra mıydı ikinci tarafı, emin değilim.- "Sevgili Urfalı hemşehrilerim, size hemşehrim diyorum çünkü buradan 1967 yılında otobüsle geçmiştim" filan diyordu. Böyle bir şeyler, tam hatırlamıyorum o zamanlar hep televizyona o çıkıyordu ama tek kanala çıkıyordu. Çünkü tek kanal vardı.

Bir kafa karışıklığı işi sanırım bu başkan olma işi. Ya çok yükseklere çıktıkları için, yani iktidarın üstüne oturduklarından, içleri geçiyor, başları dönüyor, saçmalıyorlar ya da her zaman saçmalıyorlar da o yüzden başkan oluyorlar, bilemiyorum. Bir amele ne bilebilir ki zaten? Yarın sabah 6’da iş başı. Bak onu biliyorum ve akşam 7’ye kadar, belki biraz daha uzar…

İçeri girerken güvenlik sürekli ayakkabılarımızı kontrol ediyor. Güvenlik ayakkabısı var mı diye. İçinden çelik teller geçiyormuş. ‘Ve Çeliğe Su Verildi’yi hatırlatıyorum ben ayakkabıya bakınca ama güvenlikler üstüne çıkıp, içine çöküp çökmediğine bakıyorlar. Tabii ki önemli ama herhalde bizim iyiliğimizi düşünmüyorlar, emirleri uyguluyorlardır. Yoksa tepene çöken bir lift dolu malzeme altında, ayakkabı var mı diye kontrol ediyor olmaları fazla romantik. –Bence Bolivya’da gümüş madeninde daha fazla güvenlik vardı. Madene inerken Meryem heykeline haç çıkarıyorduk. Madene sığsın diye olmalı, kısa boylu bir heykeldi. Fakat ben daha çok madenci tanrısı, ‘Tio’ya güveniyordum. Zaten seçmeli, hangisine inanıyorsan artık ya da garantiye almak için ikisine de inanmanın bir sakıncası yok. Tahta çarmıklara sarılmış bir iple, 50 metre kadar aşağıya inince insan fazla tanrıya inandım hesabı pek yapmıyor ama bana güven veren ‘Tio’ya koka yaprağı ve tütün bırakıyor olmamızdı. En azından elle tutulur bir şey bırakıyorduk. Ne bileyim ölürsek filan bir hak doğardı… Herhalde…

Cannes’ın meşhur festival binasıydı. Yatlar yanaşmıştı. Denizin yatsız tarafına oturup yemek yiyorduk. Plajda iki çok güzel kadın tamamen soyunmuş poz veriyorlardı. İki profesyonel fotoğrafçı, on kadar amatör telefonlu fotoğraflarını çekiyordu. Yarım açılmış halıya kafamızı dayayıp sırt üstü yatarak onları seyrediyorduk Bir yandan onları seyredip işçi muhabbeti yapıyordu herkes. Nereden marihuana bulabileceklerini konuştular mesela ve eve gitmek için 10 seferlik otobüs biletinin 12 Euro olduğunu ve güvenlik ayakkabısı fiyatlarını da. Sonra birisi otobüs abonmanı yerine yürümemizi, onun yerine casino’ya gitmemizi önerdi.

Bence de haklıydı. Bugüne kadar belediye otobüsüne binip para kazanan hiç görmedim.

Mola bitince kadınlar poz vermeyi bıraktılar ve belki yemek molası için hazırlanmış bir şeydi ve çünkü işçi sınıfı cennete gider…


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...