YAZARLAR

Salome ile Yudit ve Rubens’in Delila’sı

Rilke, Salome’ye yazdığı bir mektupta, kendisini, gündüz güneşini tam anlamı ile alabilmek için açan, ancak gece olunca kapanamayan bir çiçek (anemon) gibi hissettiğinden söz eder. Bu yersiz ve zamansız açıklığın kendisini nasıl parçaladığını anlatır. Bunu duyup ağlamayan var mıdır?

Yazı yazmak için oturup yarım bırakanlardanım. Her oturuşumda iki davetsiz misafirim olur: Platon ve Aristoteles. Konuşmadan, beni esir alırlar. Platon olanaklı olduğu ölçüde soyut olanda kalmamı, İdeal olanı vurgulamamı önerir: Veciz olanı, lakonik ifadeyi anlamayanla işin ne? diye sorarak baskı kurar. Aristoteles ise tüm bağlantıları göstermemde, bir dizge oluşturmamda ısrar eder; analitik ve mükemmeliyetçi yanımı esir alır. Onları anlamaya çalışıyor olmamdan dolayı, beni böylesine teklifsizce ele geçirmeyi kendilerine hak görmelerine içerlememle, yazma girişimim son bulur. Aslında yanımdan hiç ayrılmadıklarını bilirim de, bakmayın, şımarırım işte! Bugün kahvemi Platon’la içiyorum.

Felsefenin bu iki devinin çalışma alanları oldukça geniştir. Sanat söz konusu olduğunda ayak izleri sanat tarihinden takip edilebilir. Örneğin Platon, İdeal olanın imlendiği, soyut olanın vurgulandığı, öznesiz Doğu Sanatı gibidir. Özneye doğru bizi sürükleyecek bir ipucu dahi yoktur. Bütünselliğin kavranamadığı durumlarda bu ilkellik olarak algılanabilir. Oysa Sokrates’ten Aristoteles’e sıçrayamazsınız. Sezgi, bilgiyi, bilgi de kavramı izler dememiş miydi Hegel? Platon, Sokrates’i, Platon’u da Aristoteles. Doğu Sanatında konu her şey olabilir ama vurgu orada olmayana/olamayanadır. Tanrı’ya. Perspektif yoktur ve bunun bilinçli bir tutum bir tercih olduğu düşünülür. Perspektifin bulunmasıyla, Avrupa’da bireyselleşme sürecinin başladığından söz edilir. Perspektif, resim sanatına derinliğin vurgulanması; görülenin, bakış açısına göre değişmesi; nesnel olana göre temanın ortaya çıkışı gibi yenilikler getirir. Sanat giderek kavramsallaşır, kavramsal özün biçim olarak da başarıyla ortaya konulması önemsenir. Aristoteles felsefesindeki gibi, bireyselleşme ilkesi özdek olarak ortaya konulur: Giderek, resimden, ressamın kim olduğunu anlamak olanaklı olur.

Aristoteles ile Platon arası yolculuğun süreklilik kazanması anlamlandırma kapasitesini artırır. Anlama ve anlamlandırma kişinin kendisi ile olan ilişkisinden bağımsız değildir. Hatta kendini anlama çabasında olan kişi, felsefe kapısının aralığını daha geniş bulur. Anlam insana dışarıdan değil içeriden gelir. Bir sanat yapıtını anlamak, aslında, kendimizi anlamamız ile orantılı olarak derinleşir. Hatta, esere dışarıdan yüklediğimiz, kendi iç anlamımız, sanatçının kendi eseri ile ilgili anlayışını da aşabilir. Böyle olması gerekir, olmalıdır da çünkü sanat kadimdir, dirimlidir. Söz konusu dirimliliğin bir yansıması olarak, yaklaşık dört yüz yıl önce Rubens tarafından yapılan “Delila ve Şimson” isimli tablonun tinselliğinden söz edilebilir; bu yapıtın dile getirdiği kadın erkek ilişkisinden, ama önce herkesin kadınlarından söz etmeli: Salome ve Yudit’ten.

Salome ve Yudit, Delila gibi, Kitab-ı Mukaddes’te geçen, cinsellik vurgulu öykülerde yer alırlar. Hedeflerindeki erkeklerin, yaşamlarını yitirmeleri ortak kaderleridir. Bu kadınların hikâyeleri kimlerin tuvalinde canlanmamıştır ki! Titian, Giorgione, Solari, Caravaggio, Rubens, Reni, van Dyck, Gentileschi, Vasari ve daha niceleri. Hikâyelerin ayrıntılarına girmiyorum, gerekli bilgiye kolaylıkla ulaşılabilir, ayrıca bu konular birçok yazarın kaleme alıp yorumladığı konulardandır. Kutsal kitapta, Salome, Vaftizci Yahya (Salome and John the Baptise) ile; Yudit, Holofernes (Judith and Holofernes) ile; Delila ise Şimson (Delilah and Samson) ile olan birlikteliklerinde cinsiyetleri ve cinsellikleri ile taçlandırılmış, ucube Femme(s) Fatale(s) karakterlerdir. Sonuç olarak: uçuşan kellelerle dolu; günümüzde dahi, müstehzi bir gülümsemeye gark olan belirli bir anlayış için, neredeyse erotik ve erotik olduğu ölçüde; erkeğe ayağını denk almasını öğütleyen öykülerdir. Seks ile gelen tehlike! Kadının, işe en çok yaradığı yasak bölge!

Tanrı’nın sevgili kullarından, Hz. Yahya’nın kellesini alan Salome, yüzeyde olandır, derinliksizdir, maşa olarak kullanılabilendir. Yalan kavramının tam da kendisi olduğunu bile düşünemeyeceğimiz denli çiğ bir varoluştur. Annesi bir beden olarak anılır; ilişki kurduğu bedenin, diğerlerine göre konumu, ağır bir zina içinde olması, kızını maşa olarak kullanmasına neden olur. Hz. Yahya, zina konusunda onu uyarır; ancak, tıpkı kendisi ile yüzleşemeyen, cezayı, hakikati dile getirene kesen kıt anlayışımız gibi, o da hakikatin ortadan kaldırılmasını uygun görür ve bir plan yapar. Dayanağı bayağılık olan Yedi Tül Dansı ile kandırılan kral, koca, erkek, amca yani irade, sonunda alt doğaya râm edilir ve Hz. Yahya’nın başı kesilir. Salome’nin tiksindirici eyleminde şeytan yoktur, o bile masum kalmıştır! Bu haksızlığın anlatıldığı her resimde usta bir sessizlik hüküm sürer, anlatılacak ne vardır? Bir kesik baş, bir tepsi, hainler… Strobel’in, Prada’da sergilenen cıvıl cıvıl eserinde ise kesik baş önemsiz bir ayrıntı gibi durur. Birlik ve beraberliğin vurgulanmadığı kalabalık bir resimdir; birbirinden kopuk olan farklı pek çok ruh hâli gözlemlenir.

.

Yudit’in kurbanı ise daha ilkesel bir kelle alma törenine katılmıştır: Vatanın kurtarılması.

Ustaların resimlerinde, Yudit şaşkın ya da üzgün değil, genellikle eril bir bakışla resmedilmiştir. Nasıl baksın? Tabii ki Logos’un gözleri ile. Oysa Eros olma niyetiyle girmiştir çadıra, lâkin Holofernes’in şarabı kaçırması, Holofernes’ten bağımsız bir sonuç değildir, irâdîdir. Şarap olmasaydı Holofernes teslim alınabilir miydi? Bu soru önemsizdir ve vatansever Yudit bu bilinçle bakar etrafına.

Caravaggio - Judith Holofernes’in Başını Keserken

Ya kadın Yudit? Cinsel cazibesinin etki alanını, şarap ile paylaşmış olmanın huzursuzluğu; ayrıca, her ne kadar yüce bir amaç için gerçekleştirilmiş olsa da bir insanın kandırılması temasının etrafında gelişen bu olayın, içsel bir parçalanmışlığın sonucu olmasının getirdiği yabancılaşma duygusu ise hep hizmetçisine düşer. Bu farkında olmama hâli ile yüklü; âmirinin kim olduğunu bilmeden yaşamını sürdüren bir yeti gibi, hizmet ettiği amacı tanımayan, hizmetçinin bakışı hep şaşkındır. Özellikle Caravaggio’nun hizmetçisi.

Delilah ve Şimson’un öyküsünün çocuksu saflığını, okuyanlar hatırlar: Onlar bir görev üstlendiklerini bilen ama görevin ne olduğunu unutan iki yetişkin gibidirler. Rubens’in Samson and Delilah isimli eserinde, şu ünlü kelle alma ve kelle verme meselesi kemâle erer. Kelle alan acımasız femme fatale yoktur artık. Tablo oldukça ayrıntılıdır, buna rağmen bütünlük duygusu kaybolmaz. İlâhi hükmün yerine gelmesinden farklı bir şey olmamıştır; her şey yerli yerindedir; huzurlu bir yansıma vardır. Kapıda bekleyen Filistinli askerler saygılı ve ölçülüdür; Şimson’un saçını kesen adam zariftir; Rubens’in ışığı kadife gibidir; hizmetçi, hizmet ettiği amacı tanır, farkındalık kazanmıştır ve bu ona derin bir anlayış verir.

Rubens- Şimson ve Delila

Ah Delila! Keşke alamasaydın kellesini, değil mi? Onu birazdan götürüp, gözlerini oyacaklar; hayat, az önce sana zevk veren bedeni terk edecek. Sevdin onu, oyun olduğunu bile bile sevdin. Sırtına koyduğun elin, uyanmasın diye oynatamadığın bacağın, şefkatle öne eğilmiş başın ve kucağında ona sunduğun huzur… Nasıl da defalarca kandırdı seni! Sense tam aksine, açıkta kalan memelerin kadar çıplak bir ruhla sevdin onu. Niyetini hiç gizlemedin. Flört ettin, sorumluluğunu aldın. Kendini tanımayan Salomeler flört edip kaçar; ilkeldir güdüleri; av peşinde, hayvanın peşinde koşarlar. Üzülme! Şimson, sana bile bile teslim etti o güzel başını. Seninle birlikte olduktan sonra aynı kalabilir miydi hiç! Karanlıkta olduğu için artık görebiliyordu, bunu ona senden başka kim verebilirdi? Senin şefkatli kucağından, anlayışlı gözlerinden başka… O güçle, ebediyete giderken, seni tanıyıncaya kadar yarattığı tüm ötekileri, binlerce düşmanı da beraberinde götürdü kurtuluşa, onları kendinden ayrı bilmedi. Ah Delila bir bilsen!

Rilke, Salome’ye yazdığı bir mektupta, kendisini, gündüz güneşini tam anlamı ile alabilmek için açan, ancak gece olunca kapanamayan bir çiçek (anemon) gibi hissettiğinden söz eder. Bu yersiz ve zamansız açıklığın kendisini nasıl parçaladığını anlatır. Bunu duyup ağlamayan var mıdır?

Rubens’in Delila’sı da böyledir. Tutkuyla bağlananlar töze biçim verirler, ki daha sonra, onu, düşünürler düşünebilsin, sanatçılar duygularıyla birleştirebilsinler. Delila, önüne amaç olarak konulan Şimson’a tutkuyla bağlanmayacaktı da ne yapacaktı! Tutkulu insanın tercih hakkı olabilir mi? Tutkusuna bağlanan insan, her seferinde, bu bağın, kendisini yaşama bağlayan temel bağdan daha güçlü olduğunu deneyimler. Aşıklar o nedenle sessiz olurlar, mesele ölüm kalım meselesidir onlar için. Aşktan yana yakıla söz edenler ise kaçanlardır çoğunlukla, korkanlar. O nedenle âşık azdır, “gerçek âşık” demedim, hakikat Aşktır Zâten; öze duyulan iştiyaktır şiddetini belirleyen. Ölçüsü her daim Ölümdür, değişmez. Deneme, sınanırsın. Söylemedi deme, sonra babasına yalnızca bir gece yalvardığı için İsa’nın ne kadar şanslı olduğunu anlarsın. “Baba, bu kâseyi benden uzaklaştır.”


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.