
LGS Türkçe: Çocuklarla dalga mı geçiyorsunuz?
Okula eğitime/öğretime ilişkin son yazıyı TEOG kaldırıldığında yapılan açıklamalar üzerine yazmıştım. (Çok basit bir konu) Öncesinde -özellikle okul ve maarif meselesine epeyce vakit ayırdığım zamanlar- her yıl üniversiteye giriş sınavının sözel bölümünü gözden geçirmek de meşgalelerimden biriydi. Tam “bu konuyu kapattım artık” derken TEOG’un yerine geçen ve LGS kısaltılmış adıyla devreye giren yeni sınavın sözel sorularıyla karşılaşınca klavyenin başına geçmek farz oldu.
LGS’nin Türkçe bölümünden ilk soruyla başlayalım:
1. “Okuru olmayan bir ülkede dergi çıkartmak, suya yazı yazmak gibidir. Tutku olmasa ne kadar da imkansız bir iş. Bu, kitap eleştirisi üzerine çıkan bir dergiyse hele. .. Malum, özellikle genç okurların yönelimi daha çok edebiyat ve şiir dergilerine olurken eleştiri dergileri maalesef rafların arkasında kalıyor.”
Bu metinde altı çizili (siyah) sözlerle anlatılmak istenenler aşağıdakilerin hangisinde sırasıyla verilmiştir?
A) büyük çaba gerektirmek – satış amacı gütmemek
B) kalıcı olmaya çalışmak –ilgi çekmemek
C) boş yere uğraşmak – yeterince tercih edilmemek
D) Sıkıntılara göğüs germek – köklü bir geçmişe sahip olmak
(Doğru cevap C)
Açıkçası ben bu Türkçe 1 sorusunda takılıp kaldım! Soruyu formüle edenin ve anlayanların mutlaka bir bildikleri vardır, ama işin içinden ben gerçekten çıkamadım,..
Niçin doğru seçenek C de A, B, D değil?
“Özellikle genç okurların yönelimi”nin daha çok olduğu söylenen edebiyat ve şiir dergileri eleştiri yayınlamıyorlar mı acaba?
Vs. vs.
Kısacası, kimin aklından çıktığı bilinmeyen, neyin peşinde olduğu anlaşılmayan, “laf olsun heybe dolsun” kabilinden ne dediği ve neyi (hangi yeteneği) ölçtüğü belli olmayan bir soru ile karşı karşıyayız… Çocuklara yazık değil mi?
Sınavın 2. Türkçe sorusu da bir tuhaf… Soru: “Eğer yere uzanmış, hareketsiz, sessiz bir geyik yavrusu görürseniz endişelenmeniz gereken bir durum yoktur çünkü mutlaka annesi yakınlarda olmalı.”
Bu cümledeki anlatım bozukluğunu gidermek için aşağıdaki değişikliklerden hangisi yapılmalıdır?”
Cevap seçeneklerini sıralamadan “doğru cevabı” aktarayım:
A) “Yakınlarda olmalı’ sözü yerine ‘yakınlardadır’ kelimesi gelmeli:”
Doğru cevap niçin “A” seçeneği? Bana sorarsınız (!) doğru cevap “C”, yani “sessiz kelimesi cümleden atılmalı” olmalı. Haksız mıyım, çünkü “geyik yavrusu” zaten “yere uzanmış, hareketsiz” yatmaktadır….
Sorular gerçekten can sıkıcı nitelikte olduğu için, sırasıyla değil atlayarak devam ediyorum: 10. soru (bu kaçıncı defa) yine “Küçük Prens”le ilgili. 11. soru dünya şehirlerinden birkaçının “metro”ya ne zaman kavuştuklarını (hafiften) karşılaştırmalı olarak verip “Bu bilgilere göre metro hatlarının hizmete girme tarihleri aşağıdakilerin hangisinde doğru olarak verilmiştir?” gibi çok “anlamlı” bir sorunun cevabını arıyor…
Atladığım 5, 6, 7, 8. soruları hızla geçtim çünkü tamamı “Teknolojik cihazların hayatımızdaki yeri” olarak özetlenebilecek –tahmin ettiğiniz gibi- niteliksiz bir metinden türetilen sorulardı.
18. soru belli ki üzerinde bayağı düşünülerek kaleme alınmış: “Ben Ömer Halis Demir. Gözlerimde göremezsiniz korkuyu / Arkamdan söylesinler şu türküyü: / Gencecik yaşında düşmüştü şehit, / Cihan görmedi böyle bir yiğit / Ben Ömer Halisdemir, Bin canım daha olsa / Vatan sevgisi.
Bu dizelerde aşağıda duygulardan hangisine yer verilmemiştir?
A) Kahramanlık B) Merhamet C) Cesaret D) Vatan sevgisi.”
Sorunun doğru cevabı B seçeneği, yani merhamet…
Söylediğim gibi MEB bünyesinde bu soruları kimler hazırlıyorsa, “LGS’de 15 Temmuz da eksik olmasın” diye düşünerek bu işi de başarmışlar.
19. soru müellifi (yine) meçhul bir tuhaf metinden hareketle hazırlanmış. Sizi bilmem ama ben bu metni bayağı yadırgadım; siz ne dersiniz bilemem:
“1950’li yılların başında istasyon, bir mola yeri olmaktan ziyade hayatın aktığı yerdi bizim kasabada. Kasabanın gençleri istasyonda buluşur, kalabalıkta kendilerini unuttururdu. Filmlerdeki gibi, gençler ilk kez burada göz göze gelirdi. …”
Metini esas alan soru da şöyle bir şeydi: “Bu parça aşağıdaki metin türlerinin hangisinden alınmıştır?”
Doğru cevap C, yani “Anı” seçeneğiymiş…
19. soruya ilişkin düşüncem şöyle: 1950’li yılların başında -bir “kasabada” hem de- istasyonda gençlerin buluşması, göz göze gelmesi filan nasıl bir “anı”nın ürünü olabilir ki? Gençleri yanıltmayalım lütfen!
LGS Türkçe bahsini, 20. yani son soruyu gözden geçirerek noktalayayım:
Soru şöyle başlıyor: “Başınız ağrıyorsa ‘kendinizi hangi konuda yargılıyorsunuz, uğraşıp baş edemediğiniz düşünceleriniz nelerdir?’ sorularının cevabını bulmalısınız. Baş ağrılarının çoğu kendini acımasızca eleştirme, özgüven kayıpları ve kişinin yaptığı her şeyi değersiz görmesiyle ilgilidir….”
Soru bu doğrultuda devam ediyor…
Bu soruyu hatırlatmamın nedeni LGS adı verilen bu “sınav”ın çocuklara/gençlere iler tutar tarafı olmayan, tamamen “kafadan atma” malumat aktardığını da hatırlatmaktı. “Baş ağrıları”nın “özgüven eksikliği”nden kaynaklandığını kim söylemiş?
Benim önerim, “veliler”in gecikmeden çocuklarla dalga geçercesine hazırlanan bu sorulara itiraz etmeleri ve MEB’i ciddiyete davet etmeleridir.
LGS soruları bitmedi, sırada “İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük” ve “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” soru ve cevapları da var.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Hep aynı türkü ve Politik Ekoloji'nin yokluğu
İktidar partisini anladık, yeminli bir kalkınmacı fikriyat ve faaliyet karşısındayız… Pek ya diğer “muhalifler”? HDP’yi hakkını yememek için kenarda (biraz!) tutuyorum, çünkü konumuz hakkında konuşmamazlık etmedi. İyi Parti’yi geçiyorum, çünkü başkanın ruh halini zaten yakinen tanıyor ve biliyoruz. Peki ya CHP? Politik Ekoloji söz konusu olduğunda sadece “mazot parası” ile yetinebilmek mümkün müdür?
Etimolojik tespit: 'Cumhur İttifakı' eşittir 'Millet İttifakı'
Aferin “Millet İttifakı”nı akıl edenlere; özellikle yakın dönemde içimiz dışımız “milli/milliyetçilik” olmuşken nereden çıktı bu ittifak adı? Nasıl bir ad mı bulunmalıydı; tabii ki telaffuz edildiğinde mesela “Demokrasi”, mesela “Adalet”, mesela “Barış” (…) gibi seçmenlerin ufukta görmek istediği içi dolu kavramları seçebilmek çok mu zordu?
'Gaz kullanımına ilişkin bu isteksizliği anlamıyorum'
“Esat’ın Suriyesi”ne -kimyasal silah bulunduruyor diye (bence de bulunduruyordur)- bomba yağdıran ABD, Fransa, İngiltere gibi ülkeler kendi pis tarihsel geçmişlerinden acaba hangi kimyasalı kullanarak temizlenebilirler?
‘Adalet Tanrıçası’ onasa da İlhan Çomak’ı unutmamalıyız
İlhan Çomak örneğinde karşılaştığımız gibi dosyasında silahla/şiddetle ilgili bilgi yer almayan, elde sadece ağır işkence sonucu alınan bir ifade tutanağı olan 21 yaşındaki bir genç nasıl olur da “Devletin hakimiyeti altındaki topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemlerde bulunmak”la suçlanır ve suçlanmakla kalmayıp hüküm giyer? Gerçekten –ama gerçekten- anlaşılır gibi değil…
'Lokum' meselesi…
Gençlerin “Lokumların yere dökülmesi” esnasında “İşbirlikçi ÖSO” şeklinde seslerini yükseltmeleri neden-niçin tutuklanmayı gerektiren bir suç oluyor? Bunun “TSK ve birlikte hareket eden ‘Suriye asker unsurlarının’ aleyhine olduğu” gibi bir tespit ve devamında suçlama ve tutuklamanın salim kafayla anlaşılır bir yanı var mıdır?
Karara 'Türk yargıç'ın muhalefeti
Karara imza atan yargıçlar yetki dağılımı ilkesinde Sözleşme’nin taraflarca üst norm olarak kabul edilmesi gerektiğini tekrarlasalar da, “Türk yargıç” hâlâ “Sözleşme, ulusal hukuklara göre ikinci dereceden bir karaktere sahiptir, (Sözleşme’nin) temel normları hiçbir zaman iç hukukun kurallarının yerine geçmeyi hedeflememektedir” tezini savunmaktadır. “Türk yargıç”ın önündeki dosyada “tahammül edemediği” bir başka husus da, başvurucuların “içerdeki” karar mercilerini atlayıp AİHM’nin kapısını çalmalarıdır…
Türkiye Strasbourg’da kendini nasıl savundu?
Ergin Ergün adını internetten aratınca enteresan bilgilerle karşılaştım. Alpay-Altan kararına tek muhalefet şerhi yazan “yargıç”ın adı, meğer 2010 yılında da bir AİHM dosyasına karışmış. Özetleyecek olursak: Hrant Dink için AİHM’ye “dostane” çözüm başvurusu yapmaya hazırlanan bakanlıklar arasında iletilen dosyaya ilişkin bir çatışma çıkmış.
'Başparmak'tan 'Bozkurt'a
Erbakan’ın başını çektiği bir siyasi gelenek, parti söz konusu olduğunda “hayvan” figürlerinden uzak durmuştur… Çok anlaşılır bir tutum bu bence. Amblem olarak “anahtar”dan başlayıp Hilal ve Başak’a uzanan bir amblem seçiciliği muhakkak ki tutarlı bir seçimdir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı’nın “kurtbaşı” denemesi bu açıdan içinden çıktığı gelenekle de uyuşmamaktadır.
Bu habere de iltifat edilmiyorsa ne demeli artık!
AİHM, Alpay ve Altan’ın AYM kararı doğrultusunda salıverilmesine karar verince memleketteki hava raporu nasıl olur? AİHM’den, şimdiden hazır olduğu söylenen karar önümüze gelince, merkez medyadaki “gazeteler” okurlarına ne diyecek, gazetelerine eşlik eden televizyon kanalları izleyicilerine ne anlatacak?
ÖİB da 'Cumhur İttifakı'nın karşısındadır' diyebilir miyiz?
“Yerli” ve “milli”nin eşanlamlı olarak kullanılmaya başlandığı şu kasvetli günlerde, Turhal Şeker Fabrikası hikâyesinin nereden çıktığını tahmin ediyorsunuzdur muhakkak. Tabii ki, “özel sektör”ün bugüne kadar devletin işlettiği 14 şeker fabrikasına göz dikmesi vesilesiyle…
Kıbrıs'ın 'gaz meselesi' ve TSK’nın sözleşmeli er ve erbaşları
Milletin cepheye sürülebilmesi, tabii ki, yine bir ulus-devlet icadı olan ‘zorunlu askerlik’ sayesinde gerçekleşmişti. Sosyolog Pierre Birnbaum, ‘milletin devletleştirilmesi’ olarak adlandırdığı bu dönemi Fransız Devrimi ile başlatıyor. Devrim’in 1793’de ihtiyacı olan 300 bin askeri toplayabilmesi için ilan ettiği seferberlik, günümüze kadar gelen ‘her yurttaş bir askerdir’ anlayışının doğum tarihidir. Yurttaşlar artık savaş alanında eşitlenmiştir.
Gerçekten 'olağanüstü' bir hal!
Memleketin mahkemesi, AYM’si, İçişleri Bakanlığı, ilgili sağlık birimleri bir araya gelip Celal Şeker’i öte dünyaya göndermeyi başarmışlar sonunda… Dedim ya şöyle böyle değil, gerçekten “olağanüstü” bir hal… İnsan kalemi eline alınca az biraz da olsa muhakeme yetisini çalıştırmaz mı? Biraz daha ileri gidip “İyi ama Celal Şeker de bu derece hastalanmasıydı” demelerine az kalmış…
Yerinde bir soru: ‘Başkomutan kim?’
Herşeyden önce “savaş hali” durumunda karar verecek olan yetkili kurum tartışmasız biçimde Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Fakat siz şu işe bakın ki Türkiye savaşa girmiş ama TBMM’nin neredeyse umurunda değil…
‘İki adım geri bir adım ileri’ derken bu durağa vardık
Konumuz tabii ki iki tutuklu meslektaşımızın AYM’ye başvurusu, başvurunun olumlu bir kararla sonuçlanması ve hemen ardından iki ağır ceza mahkemesinin bu kararı tanımaya yaklaşmamasıdır. Yani kısaca, AYM’nin “iki geri” adımdan sonra attığı “bir ileri” adıma ilişkindir.
Bu işin içinden nasıl çıkılacak?
Ortada tek seçenek kalıyor: CHP’nin birinci turda aday göstermeyip Gül’ü desteklemesi. “Dalga mı geçiyorsun? Olacak iş mi bu” diyenleri duyar gibiyim. Ne yazık ki tek yol bu. Ama bilinmez, CHP belki de kendi adayının ikinci turda öne çıkamayacağını düşünerek böyle “tarihi” bir tercihte bulunabilir… O zaman iş tabii ki kolay: Gül’ün Ak Parti’den devraldığı seçmenler, CHP’nin seçmenleri, HDP’nin seçmenleri ile (herhalde “İYİ” de işe katılarak) bu süreci başarıyla tamamlaması niçin mümkün olmasın?
Demirtaş kararı: Anayasa Mahkemesi ‘PKK tarihi’ni iyi çalışmış
Karar neredeyse “PKK’nın tarihi” başlığı altında kitap haline getirip piyasaya sürülebilecek nitelikte. Abartmıyorum açıp bakabilirsiniz; karar metninin neredeyse yarısı bu konuya hasredilmiş bulunuyor. Kim bilir kaç dosyadan derlenen bu “tarih”in mahkemeye yapılan başvuruyla ne ilgisi var derseniz haklısınız çünkü gerçekten bence de ciddi hiçbir ilgisi yok
Sivil halkın 'silahlanması' hiçbir devlete, lidere hayır getirmemiştir
Türkiye insanların can güvenliğinin kalmadığı bir ülkeye dönüşmüştür. Silah bulundurma ve taşıma konusunda sergilenen bu son derece sorumsuz tutum, “silahlı çatışma”yı her fırsatta altını çizerek öne çıkaran devlet erkânının maalesef dikkatini ve ilgisini hiç mi hiç çekmemektedir. Hemen herkesin ‘silahlandığı” bir toplumun kimseye yâr olamayacağı vakit gecikmeden anlaşılmalıdır.
Şaka gibi: 'Üçer kez ağırlaştırılmış müebbet...'
Dile kolay 142 yıl! Ortalama yaşama süresinin 70’lere yeni ulaştığı bir ülkede halen ellili yaşlarına yaklaşan Demirtaş’a 142 yıl hapis cezası kesmek! Harika bir hesap doğrusu… Acaba diyorum, savcıların istediği bu cezaların bir ömürden arta kalanları “öte dünya” için mi karar defterine yazılıyor… Bana sorarsınız, iddia makamlarının bu şekilde çıkardıkları hesap her şeyden önce akla, mantığa, sağduyuya aykırıdır.
Gökhan Kılıç’ı da unutturmayalım…
Askerlik boyunca kötü muameleye maruz kalıp, dayak yiyen erkekler askerlik bitip evlerine dönünce nasıl bir ruh hali içindedirler ve kendilerini nasıl toparlayacaklardır? Bana sorarsanız, “zorunlu askerlik” aile içi şiddetin de önemli nedenlerinden biridir.
Tekrar tartışalım: ‘Esas’tan mı ‘Şekil'den mi?
TBMM’den milletvekili dokunulmazlığını tuzla buz eden Anayasa değişikliği sayesinde esas ve şekil üzerine tartışmayı yeniden yapmamız gerekiyor. Sorulması gereken soru şu: Cumhuriyet anayasasının demokrasiyi tanımayan bir zihniyet tarafından ağır şekilde tahrip edilmesini “esasa” girerek engelleyebilen bir AYM’ye de ihtiyacımız yok mu?
Fazla 'şekilci' bir AYM doğrusu…
Meclis’in yeterli çoğunluğunun dokunulmazlıkla ilgili 83'üncü maddesini kuşa çevirip gecikmeden (ertesi gün!) milletvekili toplama harekâtına girişmesini, “yasama dokunulmazlığına istisna getirildiği ve dokunulmazlığın kaldırıldığı durumlarda” şeklinde yorumlayan bu mahkeme, aynı Meclis çoğunluğunun günün birinde “Bu AYM’ye de ne gerek var?” diyerek kapısını kilitleyebileceğini hiç mi düşünmez?
'Ne gazetelerde ne de radyoda'
“Ölüm ilanı” deyip geçmeyin, tutarı öyle böyle değil… Üşenmeyip sordum. Türkiye’nin tamamında çeyrek sayfa bir ölüm ilanının ederi 48 bin TL. Demek ki altı tam sayfa ölüm ilanının ederi kabaca 1 milyon 200 bin TL. Bu tür bir ilanın sadece bir gazeteyle sınırlı kalamayacağını da hesap edersek, önümüze çıkacak miktarı varın siz hesaplayın… Gazetelere ödenen bu kadar yüklü (ve anlamsız) parayla neler yapılmaz?
Medyanın savcısı ve hâkimi olduğu bir tutuklama daha
“Malum medya” cezayı zaten peşinen kesmişti. Kendinin “gazete” olduğunu sanan bir yayın Kavala’yı bakın nasıl tasvir ediyordu: “PKK/PYD’nin finansörü” / “İş adamı Osman Kavala, kurduğu sözde dernek ve vakıflar üzerinden sosyal destek adı altında eli kanlı terör örgütü PKK/PYD’yi fonluyor" / "Kavala’nın son 2 yılda terör örgütüne yaptığı maddi desteğin 1.5 milyar doları bulduğu belirlendi”... Nedir bu hak/hukuk tanımayan, haklarında tek bir işlem yapılmadığı gibi sırtı öyle ya da böyle sıvazlanan kampanya?
Bir kez daha hatırlayalım: 'Cumhuriyet alkışla olmaz'
Vazgeçelim artık şu uydurma “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” isminden... “Devleti” araya, sona sokmadan “Türkiye Cumhuriyeti” diyerek işi bitirmek çok mu zor? “Sadece cumhuriyet ile olmaz, devletsiz asla olmaz!” diyorsanız o başka; o zaman cumhuriyet ile yetinmeyen bir devlet arayışındasınız demektir ki….
Diyelim ki ‘cumhurbaşkanı' olmaya niyetlendiniz
“Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğretim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeteneğine sahip Türk vatandaşları arasından halk tarafından seçilir.” Demek ki -buraya kadar- söz konusu “niteliklere” sahipseniz, kendinizi “Külliye”nin yeni kiracısı olarak hayal edebilirsiniz. Ancak acele etmeyin. “aday gösterilebilmeniz” için birkaç koşulu daha yerine getirmeniz gerekiyor.
Savaşa girdik TEOG’u unuttuk
MEB’in öğrencilerle ilgili şu gerçeğin de farkında olmadığı anlaşılıyor: Bu ülkede orta öğretimdeki öğrenciler (ne yazık ki) “yazmayı” unutmuştur. Öğrenciler artık yalnızca mobil telefonlarla iletişim kurmaktadır. Ellerine kağıt kalem alıp bir zamanların “kompozisyon” sınavında sergiledikleri yeteneklerini bile maalesef (hep bu MEB yüzünden tabii ki) kaybetmiştir.
Fazla 'iddialı' iddianameler
İnsan sormadan edemiyor: İddianame peş peşe iki kez (“sözde barış bildirisi”, “sözde özyönetim”) “sözde” nitelemesi geldiğine göre yani olup bitenin “sözde” olduğunda ısrar edildiğine göre, göz atmakta olduğumuz “iddianame” de bu nitelemeyi /sıfatı ister istemez kabulleniyor gibi olmuyor mu? Yanılıyor muyum? Bu durumda “sözde özyönetim” ve “sözde bildiri” “sözde” olarak adlandırılıyorsa, ortada suç oluşturan “gerçek” bir gelişmenin olmadığı sonucuna varmıyor muyuz?
Hemşehriler birer 'piyon' mudur?
Topbaş’ı üç dönemdir koltuğunda oturtan İstanbul hemşehrileridir. Yani özetle, seçilmiş bir belediye başkanı kanunda belirtilmiş “görevden alma” müeyyideleri dışında yerinden edilemez. “Niçin edilmesin, ne mahzuru var?” diyorsanız “Bizim belediye seçimlerinde oy vermemize bakmayın, bu bir oyundan ibaret!” kanaatini taşıyorsunuz demektir.
'Politik münavebe'siz bir demokrasi mümkün değil
'Politik münavebe' gibi demokrasilerde olmazsa olmaz kabul edilen bir ilke bu ülkenin tabiatına aykırıdır. Ya hep birlikte ve her zaman Ak Parti ile kalacağız, ya da geleceğe ilişkin en kötü senaryolardan beğen beğendiğini…
Şu şarkı da var: 'Kimseye etmem şikâyet…'
“Bir gece”, “ansızın”, “gelebilirim”. Gelenin niçin “gece” ve niçin “ansızın” geldiği tabii ki sorunludur. Ancak ben bugüne kadar bu “sorun”a dikkat çekip hakkında iki çift laf eden kimseye rastlamadım. Konuya ilişkin ilk akla gelebilecek şu masum sorular bile sorulmamıştır: “Niçin gece”? “Niçin ansızın”, “Gelen kimdir?”
Hep birlikte: 'Savaşa hayır!'
Bu ülkede “siyaset”in, yani gerçek anlamda bir “toplumsallığın” kök salmaya yeni yeni başladığını söylemek yanlış olmasa gerek. Bu durumda yine geldik o ünlü soruya: “Ne yapmalı?”
'Çok basit bir konu'
TEOG tabi ki kalksın ama okulları bu hale getiren eğitim sistemi de kalksın. Liselerde aslında bir dönem hiç de fena olmayan "nitelikli öğretimin" köküne kibrit suyu döken asıl suçlu bu “merkezi sınav sistemi”dir
'Faşizmin fotoğrafı' desek yanlış mı olur?
Cenaze töreninin ertesi günü (mesela) Hürriyet gazetesinin olup bitene ilişkin haberi birinci sayfasının eteğine (iki sütuna 5 santim) iliştirilmiş şu cümleden ibaretti: “Tuğluk’un annesinin cenazesinde gerginlik”. Ne denir bu ve çok sayıda benzeriyle karşılaştığımız habercilik türüne siz karar verin. “Utanmazlık” diyerek kapıyı açsam gerisini siz getirir misiniz? Fikret Bila’nın ne kadar isabetli bir seçim olduğunu artık kimse inkâr edemez herhalde?
Sayfalarca süren bir “Yargı” resitali!
Yargıtay Başkanı toplamı 34 sayfa tutan bir konuşma yapmış. Bu konuşmanın bu kadar uzun ve sıkıcı olmasının sebebi yargının yol haritasını çok ağır bir şekilde kaybetmiş olmasıdır.
Güven vermeyen bir 'yüksek mahkeme'
Nereden de çıktı şimdi bu “Yargıtay” meselesi? Tahmin ettiğiniz gibi Yargıtay Başkanı’nın geçenlerde “2017-2018 Adli Yılı Açılış Töreni”nde yaptığı konuşmanın tamamını –boş bulunup!- satır satır okumuş olmamdan. Ben böyle bir şeye şahit olmamıştım. Bir Yargıtay Başkanı kürsüden tamamını (34 sayfa) okuduğu (“kuvvetler ayrımı” bahsinin atlandığını söyleyenleri unutmadan) böyle bir metni nasıl kaleme almış olabilir anlayabilmiş değilim.
Türkiyeli göçmenlere hâlâ 'Alamancı' olarak bakmak
Bugünün dünyasında 800 bine yakın Türkiye göçmeni Alman vatandaşının sandık başındaki politik tercihinin uzaktan yönlendirilebileceğini düşünebilmek nasıl bir hayal dünyasının ürünüdür dersiniz? “Alamancı” dönemi çok, hem de çooook geride kalmadı mı?
Vejetaryenler hele de veganlar…
Bu "kurban" meselesine başta "psikanaliz" olmak üzere, "insan"ı bize farklı yönleriyle tanıtan farklı disiplinler yoluyla yaklaşmayı biz de denemeliydik. "Biz de" diyorum, çünkü biliyorsunuz bu yol başka kültür çevrelerinde çoktan açılmış durumdadır. Daha eskileri anmasak bile yüzyılımızda Chagall bu konuyu ünlü bir tablosunda resmetmemiş miydi? Kierkegaard başta olmak üzere birçok filozof bu “kurban” olayı üzerinde düşünmemiş miydi? “Psikanaliz” söz konusu olduğunda “Kolunu tutan melek arzu yasasının 'hayır'”ını temsil ediyordu” diye söze başlayan bir Lacan yok muydu?
Üç açıklamanın üçü de yanlış ve yersiz
Şimdi açalım önümüze Avrupa’daki devlet başkanlarını sıralayan (2017 model) listeyi. Alfabetik olarak Albanie’den (Arnavutluk) başlayan ve Moldavya ile sona eren bu listede cumhuriyet rejimi ile yönetilen bütün Avrupa ülkelerinin devlet başkanlarının sıfatı –tabii ki- “Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı”.
Hayatta en hakiki mürşit ilim midir?
İnsanın “Nereden geliyorum?”, “Kimim?”, “Nereye gidiyorum?”, “Evrenin anlamı” vb. sorularının cevabını bulmak yolundaki çabası onu bugüne kadar kim bilir kaç mite, kaç dine yöneltti? Evrim Kuramı'nın tabii ki ortaöğretim müfredatında yer alması gerekir. Bu kuramın yerini üç kitaplı dinin sözünü ettiği Adem ve Havva’dan türemiş bir insanlık soyu anlayışına terk etmesine bilgiyi esas alan modern bir eğitim anlayışı adına tabii ki karşı çıkılacak. Ama bütün bunlar, “bilim”i ve dolayısıyla “bilimsel doğrular”ı insanlığın tek çobanı yapmaya uğraşmak olacak iş olmadığı gibi gülünçtür de.
Söyle çocuğum (….) kime derler?
Sen kalk düne kadar yürürlükte olan ve ayıbı çoktan ortaya çıkmış KPSS’nin yerine onu aratacak cinsten yeni bir yöntemi yürürlüğe koy… Yani bundan böyle cevap anahtarını çalanlar değil, kendilerini seçici kurul üyelerinin aklından geçen sorulara hazırlayanlar başarılı olacak.
Tabii ki önce resmî sonra dini…
Resmi nikâhı dini nikâhı üstlenebilecek müftülüklere teslim etmek tabii ki yanlış bir uygulama. Tamam onlar da “devlet memuru” ama böyle bir yetkiyle donatılmaları için ortada en ufak bir makul sebep yok. Onlara düşen “dini nikâh” kıyma yetkisini de, önlerine gelen çiftin resmi nikâh belgesini gördükten sonra kullanabilmeleri sağlanmalı.
Çok parçalı bir yazı
“Ekonomi Bakanı” koltuğuna sahip Zeybekçi’nin işin normalinde “Ekonomide tek yetkili” olmasa da hiç değilse “Ekonomide ikinci yetkili” filan gibi bir sıfatla anılması gerekmez mi? Ama dikkat ediyorum, “ekonomi” faslı ciddi olarak açılınca, sanki o “Ekonomi Bakanı” değilmiş gibi davranılıyor.? Kamuoyu 2004’de Denizli Belediye Başkanı seçilen ve sonrasında siyasi hayatında hızla yükselerek “Ekonomi Bakanlığı” mührünü ele geçiren bu kişiyi illâki ekonomi dışı açıklamaları ile mi hatırlayacak?
'Yüzde 26': Politik hafızanın hepten dumura uğraması
“Milli İrade” merkezli söylevlerden illallah getiren toplum bunun yerine “Yerli ve Milli” Asena iradesini koyacak değil herhalde? Peki ya koyarsa?
Ali, Elif, Ceren, Erkan, Ayşe, Pelin…
Şu hale bakın; eloğlu yüksek öğretim kapısındaki gençlerden Sofokles’in “Oidipus”u ile insanlığın düşünce dünyasına giren –haliyle evrensel- bir kavramın Pasolini’nin yapıtlarındaki haliyle karşılaştırmalarını isterken, bizim LYS’nin aklı fikri ülkenin gençlerine Bilge Kağan'ın hangi sözünün -yakından uzaktan ilişkisi olmayan- “sosyal devlet”i ifade ettiği seçeneğini keşfettirmek ile meşgul…
Kıbrıs’ta neler oluyor?
Türkiye’nin AB üyeliğinin sağlanması arzusunun öne çıktığı, dolayısıyla Kıbrıs sorunun çözümü için “garanti” ve “asker bulundurma” şartlarının ipinin -bayağı- gevşetildiği bir politikadan on yıl kadar sonra nereye vardık? Unutmayın: Bu değişim / dönüşüm farklı hükümetlerin dönemlerinde olmuyor; o zaman da AK Parti iktidar, bugün de!
Bitmeyen 'yemin krizi'nin yeni hali
Zana’nın, yakın tarihte Baykal’ın “olmadı” uyarısıyla kabul görmeyen yemininde “Türk milleti” yerine “Türkiye milleti” ifadesini kullanmış olması son derece yerindedir. Kimse korkmasın –özellikle de Necip Fazıl’la yatıp kalkan TBMM Başkanı- “Türkiye milleti” demekle “Türkler”in başına bir şey gelmez…
Türkiye 'büyük devlet' olmak istiyor
Madem ki “Türkiye bir hukuk devletidir”, madem ki konu “Şu anda zaten yargıdadır” ve “Yargı onlarla ilgili ne karar verirse o karar bizim başımız gözümüz üstündedir”, o zaman bir önceki cümlede “Söylediğiniz kişi bir teröristtir…” yargısına nasıl varılmıştır? Hep söylendiği gibi yani: Bir devlet (hele de “Büyük devlet”) büyüğü hangi cenahtan, hangi etikten, hangi hayal gücünden esinlenmiş olsa da ülkesini yabancı diyarlarda “mahcup etmemelidir”.
Gürses ve Zeyrek / Kime inanalım?
Yine köprü-tünel meselesi ama bu kez ana sayfanın manşetinden. Gürses’in yazısından muhakkak ki haberdar olan Deniz Zeyrek, Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ı bularak söz konusu yazıyı tekzip eden bir röportaja imza atmış. Röportajın iç sayfadaki devamına atılan başlık da enteresan: “İşte köprü hesabı”.Yani bir bakıma, Gürses’in üç gün önce aynı gazetede yayımlanan “hesabı”nı yalanlayan yeni bir hesap!
'Bizim için Türkler toplumumuzun bir parçasıdır'
Allah'ın her günü her yerde, her saatte, her TV ekranında (her seferinde neredeyse aynı şeyler olmak üzere) konuşuyorsunuz zaten. Bu konuşmalarınızdan Almanya’daki Türklerin de haberdar olmamış, bilgilenmemiş olmamaları mümkün mü?
Yakın tarih ve bugüne ilişkin notlar
Macaristan Başbakanı Orban’ın ne olup olmadığını ben de birçoğunuz gibi uzaktan tanıyorum. “Kucaklaşma” sahneleri tamam, “hepimiz Atilla’nın torunlarıyız” şakalaşmaları tamam, ancak bu Orban kimdir neyin nesidir, AB’nin bu yabancı düşmanı hakkında değerlendirmesi nedir, tek bir haber ve yorum yok…
Yine 'gizli tanıklar' ve Ahmet Altan’ın yerinde savunması
Ahmet Altan’ın savunmasını (tam metin) okumayan kalmasın derim. Öğretici ve sırasında (“gizli tanık” hikayelerinde olduğu gibi) “eğlendirici” bir savunma. Ama tabii ki şu gerçeği unutmadan: “Türk Adalet Sistemi” önünüze koyduğunuz savunmanın yazarını müebbet hapis cezasına mahkûm etmenin telaşı içinde.
Macron’un 'hegemonik majoritesi' size de tanıdık gelmiyor mu?
Macron’un “yürüyüşü” bana Türkiye’deki 2002 seçim sonuçlarını hatırlatıyor. Yani, Ak Parti’nin yüzde 34,42 oy oranı ile 365 milletvekili çıkararak hegemonik çoğunluğa ulaşmasını. Hatırlıyorsunuz, bu seçimde Meclis’e temsilci gönderebilen ikinci parti CHP yüzde 19.39 oy oranıyla 178 milletvekili koltuğu kazanmıştı. Diğerleri barajı geçemedikleri için Meclis dışında kalmıştı.
Deprem tehlikesine karşı dikkat!
Şehircilik Bakanı’nın verdiği rakama göre şehrin 7.7 bir depremle altının üstüne geldiği bir ortamda, bugün dahi bir “cehennemi” andıran İstanbul’da milletin birbirinin elinden ekmeğini almaya çalışacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Araçlarla işgal edilmiş böyle bir şehirde başta güvenlik olmak üzere gerekli hiçbir düzenlemeyi yapabilmek, depremzedelerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek imkansızdır. Yani özet olarak tabii ki “Sıkıyönetim”…
CHP’nin Katar’la imtihanı ve bir 'anayasa hukukçusu'
Benim bu yazıda gözden geçireceğim iki güzel metine gelince: Bunların ilki Nergis Demirkaya’nın “CHP’de Katar bölünmesi” başlıklı haber/yorumu, diğeri ise Özlem Akarsu Çelik’in Burhan Kuzu ile röportajı.
Sıkıcı ve dolayısıyla öğretici olmayan bir 'Rapor'
Rapor’un başlangıcında şöyle bir değerlendirme yer alıyor: “15 Temmuz 2016 tarihinde darbe teşebbüsünün başlamasının ardından, tüm Teşkilat ivedilikle teyakkuz durumuna geçirilmiştir.” Siz ne dersiniz bilemem ama ben bu satırları okuyunca şöyle mırıldandım: Herhalde yani! “İvedilikle teyakkuz durumuna geçirilmek” devletin istihbarat kurumu için özellikle altı çizilmesi gerekli bir meziyet midir?
‘Komisyon'a ulaşan raporların hâl-i pür melâli
Askeriyeden, yargıya, eğitim ağından iş dünyasının önemli bir bölümüne, medyadan polis teşkilatına vs. yerleşmiş, içine yerleştiği bu kurumlarda hegemonyasını kurmuş bir yapı/güç (her ne ise) “Darbe” yaparak daha neyi, hangi kurumu ele geçirmeyi amaçlamış olabilir? O zaten “sessiz darbe”sini tamamlamış olarak Devlet’i çoktan ele geçirmemiş mi?
Referandum arifesinde 'Doğmamış çocuğa don biçmek'
“FETÖ sanıkları” konvoyu iki yandan seçilmiş kuvvetle muhtemel göstericilerce kuşatılmış. Göstericilerin bazılarının yanlarında getirdikleri “idam ilmiği”ni sanıkların üzerine attığını gözlüyoruz… Tabii ki “idam isteriz!” tezahüratı eksik değil.