YAZARLAR

YÖK Başkanına müzik dersi

Marmara Üniversitesinin Müzik Bölümünü kapatıyorsunuz. Gerekçeniz öylesine ucuz ki! Bizler hep aptalız, değil mi Sayın Başkan? Bir insan niçin yaşamın, sevincin, ruhsal terapi olanağının, evrensel dilin, rahmetin böylesine karşısında olur?

Tevatürden edindiğim bilgiye göre, bundan bir süre önce ülkemize gelen bir Alman mimar, Mimar Sinan’ın eserlerini inceledikten sonra “Mimarinin şahikasına imza atan bu sanatçının, içinde yetiştiği kültürün müziğini dinlemek istiyorum” deyince kendisine halk müziğimiz, sanat müziğimiz, popüler şarkılarımız dinletilir. Gelgelelim Alman mimar bir türlü ikna olmaz ve “bu değil, bu da olamaz” diye tutturur. En sonunda, Dede Efendi ve Itrî dinletildiğinde mutmain olur ve “işte bu!” der. Tinselliğin mimaride ulaştığı zirvenin, müzikte karşılığının olması gerektiğini bilir.

Bilimin temeli matematiktir. Matematik, aritmetik ve geometri ikilisine yaslanır. Aritmetik (ölçüm bilgisi) zaman, geometri (geo: yer) ise mekân ile ilişkilidir. Bir zaman ve mekân birliği olarak insan aklının temelinde bu gerçek yatar. Geometri, nesnelerini belirli bir düzen içinde kavrar. Belirli bir düzen içinde kavradığını, kısacası aklederek ulaştığı kuvvetler dengesini, teorisini çizim olarak kendi önüne koyar. Bunun için aritmetik de gerekir, ritm ile birlik içinde olduğunda, tevhide geldiğinde ortaya matematik çıkar. Yoksa, düzensiz, dengesiz ritim kakafonidir. İşte ‘akıl görür’deki akıl, bu akıldır; bu birliktir. Soyut ritmin geometri ile somutlaşması olan matematik bilgeliği, ezberlediğimiz fiyakalı formülleri çözmekten daha derin bir iştir. O kadar derin ki; Atatürk’ün, Cumhuriyetin ilânınından sonra bir geometri kitabı yazarak, bugün kullandığımız üçgen, beşgen ve benzeri sözcükleri dilimize kazandırmak istemesindeki, bu coğrafyada en çok ihtiyaç duyulan yeti olan akla yatırım yapmasındaki hikmet, bugün bile ne seküler ne de dinci çevrede hakkıyla anlaşılmış değildir.

Müziğin temeli olan harmoninin kozmosta da var olduğunun, ritmin evrensel olduğunun keşfi önemli bir keşiftir. Ses perdesi ile tel uzunluğu arasındaki ilişkiyi bulan; müzik notalarının matematiksel temelini gösterip, bundan hareketle günümüzde hâlen geçerli Astronomi bilgisine ulaşan ilk kişi Pisagor’dur. Ses perdesi ile tel uzunluğu arasındaki ilişki hareket, hareket ise ritm kaynaklı harmonidir. Alman mimarın, ses alanında da mimari eş deyişle nitelikli müzik aramasındaki eminliğin nedeni işte bu evrensellikti.

Marmara Üniversitesinin Müzik Bölümünü kapatıyorsunuz. Gerekçeniz öylesine ucuz ki! Bizler hep aptalız, değil mi Sayın Başkan? Bir insan niçin yaşamın, sevincin, ruhsal terapi olanağının, evrensel dilin, rahmetin böylesine karşısında olur? Nörolog Oliver Sacks, “Müzikofili-Müzik ve Beyin Öyküleri” isimli kitabında, insanların geçirdikleri kazalar ve hastalıklar nedeni ile müzik ile olan ilişkilerinin değişmesini anlatıyor. Müzikofili ve müzikofobi hemen her durumda bir beyin dejenerasyonu veya demans ile ilişkilendiriliyor. Diğer tüm hafıza kayıtlarının silindiği durumlarda bile geriye kalanın tek hafıza türünün ritim ve melodi hafızası olması ritmin ontolojik yönüne işaret eder.

Kanımca, bir de nefs-i emmare müslümanlığına has müzikofobi var. Cûş ettiren, vecde getiren; uyumun doruğunu, ritmin, soyutun taçlanmış hâlini duyumsatan müziğin; somut ritmik bir eylem olan seksi hatırlatması kaynaklı müzik nefreti. Bektâşi babasına sormuşlar: “Efendim, sohbetlerinizde bu kadar küfürlü konuşmanız hoş bir şey mi?” Baba yanıtlamış: “İnsanın aklı geldiği yere dönmekle meşguldür, gelenlere niyetlerini hatırlatmış oluyoruz.” Bedensel olanla bağlantısı kalmamış Saltık Aklın, beden bağımlılığından kurtulamamış emmare düzeyindeki nefs ile olan ilişkisinin muhteşem bir anlatımı.

Sabahın ilk ışıklarına kadar dans edebilen gençlik, yalnızca basit bir ritim peşindedir. Üst düzey bir akıl için fakir olmasına rağmen, genellikle tek ritm ile dans edilebilen müzikler arasında rağbet gören türler tekno, trans, psytrans, edm vb’dir. Aslında, zikir yapılırken kişiyi trans hâline sokan, vecde getiren de işte bu tür ritimlerdir. Emmare nefsin sevdiceği olan zihni atlatmak, işlevsiz kılmak için; biricik, masrafsız ve her yerde bulunabilen bir ilâç.

Sayın Saraç, zikir yapan gençlerimiz ile tekno eşliğinde dans eden gençlerimizi yanyana getirecek bir kamp düzenlesek? Meselâ diyorum, zikirciler teknoculara, teknocular da zikircilere katılsın sırasıyla. Onlar aralarında çok güzel anlaşırlar, birbirlerini anlarlar yeter ki karışmayalım. Olanaksız bir şey iddia etmiyorum! Gezi olaylarında, yağmurda namaz kılan gençlerimize şemsiye tutarken fotoğraflanan gençler, işte bu iki gruptu. Hem sonra, basına yansıyan ve durmaksızın dalga geçilen zikrin; emmare nefsin yansımalarıyla iğfal edilmemiş hakiki anlamını, teknocu dans ile ters düşmeyen vechini, insanın ritmik doğasını yadsımadan anlatabilmenin zamanı gelmedi mi? Garip bir ülke burası, seküler bir kadın olarak dinimizi savunmak bana kalıyor!

Ağızlarınıza hiç yakışmayan, eylem-söylem uyumsuzluğu ile içini boşalttığınız tevhid, Allah’ın tevhidi müzikte yok mudur? Senfoni dinlemiyorsunuz, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı hiç dinlememişsiniz. Oysa, müzikte tevhidin senfoni demek olduğunu öğrendiğimde ne çok heyecanlanmış, büyük bir ciddiyetle senfoni dinlemeye çalışmıştım. O mükemmel tını, orkestradaki farklı müzik aletleri farklı notalar çaldıkları, böylece çok sesli müziği icra etmek suretiyle tevhide geldikleri için çıkmıyor mu? Çok sesliliğin yaygın olduğu ülkelerin demokrasilerinin güçlü olması bir tesadüf mü?

Aklın yükselememişliği, engellenmişliği, tek seslilik kendini dansta da gösterir. Emmare Müslümanlığının yaygın olduğu topraklarda dansöz oynatılır. Kendi başınalığında bir sanat icrası olan bu dansın, partnersiz yapılması; dansa eşlik eden yegâne eylemin, açlığı aşikâr bakışlar olması üzücüdür. Çok sesliliğin dansı valstir, tangodur… Soyuta çıkamayan akla ise, sadece cinselliği çağrıştırır, günahtır! İbn Battuta’nın, Âhiler için dile getirdiği “ef’ali cemile” tanımına, kadınlı erkekli yapılmasına rağmen cinsellik içermeyen dansın dahil olmadığını iddia edebilir miyiz? Bunun bir işret meclisi olmadığını kendisi de not etmiştir. Dünyayı dolaşan bu seyyah, dünyanın başka bir yerinde böyle bir düzen görmediğinden dem vurmuştur. Bu topraklarda, çok değil yedi yüz yıl önce.

Akıl yükseldikçe sözlü müziği sıkıcı bulmaya başlar. Bizler en çok arabesk dinliyoruz sanırım. Arabesk dinlemesek, senfonileri, çok sesli müziği sever görünsek de söylemimiz arabesk. Kimse diğerini suçlamasın, söylemimiz hep şikayet. Dikkat ediyor musunuz, ne zaman bir araya gelsek hep şikayet ediyoruz, suçlu hep başkaları. Bu çocukluğun nedeni eylemimizin hep taraflı, tek renkli, tek notalı, tek çalgılı olması.

Sayın Başkan, istirham ediyorum, bugün bir ara Sultan V. Murad’ın bestelediği E Flat Valsi dinleyin. Bestelediği vals, kadril, polka türünde müziğe doyduğunuzda, yine aynı sultanın bestelediği Uzzâl peşreve bir kulak verin. Gözünüzü kaçırmayın, son halife Abdülmecid’in, şehzade iken resmettiği çıplaklara bir bakın. Sanatı, rengi, farklılığı hissedin.

Dinlediniz mi? Baktınız mı? Sıkı durun, şimdi size son zamanlarda duyduğum en çarpıcı cümleyi aktaracağım; hazırlamıştım, aslında bu haftaki yazım bununla ilgili olacaktı ama sağ olun izin vermiyorsunuz normalleşmeye; her gün ayrı bir olay! Neyse, cümle şu:

“Din, kadın imgesinden kurtulmak için ödediğin bir vergi değildir, çünkü bu imgeden kaçılmaz. Dini, insanın öbür dünyadaki hayatının yerine koymak için kullananlara yazıklar olsun. Din, bir ikâme değildir, insanın her eylemine eklemlenen nihai bir başarıdır. Ancak hayatını dolu dolu yaşadığın zaman dine ulaşırsın ve ancak o zaman kutsanırsın.”

Yaşamdan korkmasak, dolu dolu yaşasak ve şöyle desek:

Din, kadın imgesinden kurtulmak için ödediğin bir vergi değildir.

Din, kadın imgesinden kurtulmak için ödediğin bir vergi değildir.

Din, kadın imgesinden kurtulmak için ödediğin bir vergi değildir…

Ve hiç unutmasak!


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.