YAZARLAR

Platon’dan Lacan’a arzular, tutkular

İster agorada, ister tiyatroda, isterse de analizde söylenmiş olsun, söz her zaman bir yanıt çağrısında bulunur. Bu çağrıyı ne kadar güçlü bir biçimde deneyimliyorsak sözün işleyişini o kadar az bildiğimiz anlamına da gelir bu. Sözel akışlarda kendisini duyuran ilk şey boşluktur ve bu da bizleri bu boşluğu doldurmak için sözün ötesindeki bir gerçekliğin arayışına iter. Bu da öznenin neyi söylemediğini bulmak üzere onun davranışlarını analiz etmeye götürür.

Antik Yunan’da sözün ve sözün sahibi olan bedenin dolaşım yeri agoraydı. “Agora sözün (isegoria), yasanın (isonomia) ve gücün (isokratia) serbestçe dolaşıma çıktığı, değiş tokuş edildiği, kendini büyük bir çeşitlilik ve aynı zamanda bu çeşitlilik içinde büyük eşitsizliklerin yan yana gelişiyle gösteren bir alandı” diye tarif ediyor Mehmet Ali Ağaoğulları. Fakat sözün tek mekânı agora değildir; bir mekân daha vardır: Tiyatro. Tiyatronun ürettiği söz uzamı ile agoranın ürettiği söz uzamı arasındaki köklü fark, felsefe ile tiyatro arasındaki düşmanlığı da açıklar niteliktedir. Richard Sennett Ten ve Taş’ta bu farkı şu biçimde açıklıyor:

“Atina, bedenleri, her biri kalabalığa ayrı bir konuşma dili deneyimi veren iki tür mekânda bir araya getiriyordu. Agorada birçok faaliyet aynı anda yapılıyor, insanlar aynı anda hareket edip farklı şeyler hakkında küçük rabıtalar kurarak konuşuyorlardı. Tek tek seslerden hiçbiri bütüne hâkim olmuyordu genellikle. Antik kentin tiyatrolarında ise insanlar sessizce oturup tek, devamlı bir sesi dinliyorlardı. Bu mekanların ikisi de dili tehlikeye atıyordu. Agoranın eşzamanlı ve sürekli değişen faaliyetleri içinde seslerin uğultusu, sözcükleri kolayca dört bir yana saçıyor, hareketli bedenler kitlesi, devamlı anlamın ancak belli parçalarını deneyimleyebiliyordu. Tiyatroda ise tekil ses, belagat teknikleri sayesinde kendini bir sanat eseri şeklinde biçimliyordu; insanların sesleri dinlediği yerler öyle düzenlenmişti ki seyirciler çoğunlukla belagate kurban düşüyor, onun akışıyla felç oluyorlar ve küçültülüyorlardı.”

Tiyatrodan agoraya bir nakil gerçekleşecek ve bu naklin taşıyıcısı sofistler olacaktır. Sofist sözün içsel mantığı tiyatroda kurulacak, fakat bu söz kendisini agorada ortaya koyacaktır. Ekklesia’yı dalgalı denizdeki bir tekne gibi bir o yana bir bu yana sallayan şey de belagatin bu biricikleştirici gücü olacaktır.

Bu güce demagoji (demagogia) diyordu Yunanlılar, demokrasinin (demos-kratos) ‘demos’uyla bitiştirdikleri bir sözcük aracılığıyla bir bileşik sözcük türeterek. Demagoji, yani demos’un, yani halkın duygu ve tutkularını kabartmak, halkın kendi tutkularının temsilini bir demagogda görmesi, tutkuların dünyasının siyaset alanını ele geçirmesi… Buna Protagoras’ın gerçekliği göreli hale getirip bireysel bilgiyi öne sürmesi ve ardından da Gorgias’ın hem gerçekliği hem de bilgiyi toptan reddetmesi eşlik eder. Bu türlü bir mantıktan geriye, geri kalan her şeyin ölçüsü olarak insanın kendisi kalır elbette. Bunun siyasal adı tiranlıktır ya da modern bir sözcükle diktatörlük. Bir insanın geri kalan herkesin ölçüsü olarak belirmesi… İçinden diktatörlüğün çıkabileceği tek siyasal sahne demokrasi sahnesidir. Platon da çok kereler zannedildiği gibi demokrasiye değil, demokrasi içindeki tiranlaşma eğilimine mesafelidir ve bunun söylemsel zeminini çok berrak bir biçimde gördüğü için mesafelenir. Ona göre siyasal alanda ve siyasal bir söz üretirken başkalarının duygu ve tutkularına seslenen herkes demagogdur ve kendi içinde bir tiranlaşma ya da dilerseniz biricikleşme arzusunu taşımaktadır. O halde sözlerine kendisinin arzu ve tutkuları damgasını vurmuştur (bu türlü bir söze zemin hazırlayan da aslında demos’un çift anlamlılığıdır. Demos bir yandan aristokratlarla gerilim halindeki köylü kökenli bir sınıfa işaret ederken bir yandan da siyasal alanın temel meşruiyet kaynağı olan halka işaret etmektedir). İşte Platon bu duygulanımların ve tutkuların bilgiyi ve siyaseti iptal ettiği görüşündedir.

Bu türlü bir arzu mekanizması tam da başarısızlığa mahkûm olduğu için gerçekleşir bu türlü bir iptal. Ne türde bir başarısızlık? Ne türlü bir iptal? Zaman zaman yirminci yüzyılın Platon’u olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamadığım Lacan’a başvurarak bu soruları yanıtlayabilirmişim gibime geliyor. İster agorada, ister tiyatroda, isterse de analizde söylenmiş olsun, söz her zaman bir yanıt çağrısında bulunur. Bu çağrıyı ne kadar güçlü bir biçimde deneyimliyorsak sözün işleyişini o kadar az bildiğimiz anlamına da gelir bu. Sözel akışlarda kendisini duyuran ilk şey boşluktur ve bu da bizleri bu boşluğu doldurmak için sözün ötesindeki bir gerçekliğin arayışına iter. Bu da öznenin neyi söylemediğini bulmak üzere onun davranışlarını analiz etmeye götürür. Öznenin söylemediği şeyi itiraf ettirmek için bile olsa konuşmak gerekmektedir. Bu da sözü itiraf peşindeki bir savcının sözüne dönüştürür. Kuşkucudur, sürekli onay arar. Çünkü onun sözü, Lacan’ın ifadesiyle, bizzat kendi hiçliğinin yankısıyla yüz yüze geldiğinde ortaya çıkan kendi sessizliğinin başarısızlığına verdiği yanıttan ibarettir. Bir başarısızlığa bir yanıt olarak geliştirilmiş sözün de başarılı olacağının garantisi yoktur elbette. Çünkü çağrı en başından beri boşluğun, ötekinin ayartılması yönünde bir girişimin belirsiz boşluğunun çağrısıdır ve özne, narsisizminin anıtını bu boşluğun üzerine diker. Öznenin söylemine içkin bir ketleme söz konusudur ve bu nedenle de özne, imgesel içindeki bir inşa, kendi kendisinin bir inşasıdır.

Bu, öznenin arzularından birinin ketlenmesi değil, içerisinde öznenin arzusunun yabancılaştığı bir nesnenin ketlenmesidir ve bu nesne gelişmiş bir hal aldıkça özne de kendi jouissance’ına o kadar yabancılaşmaktadır. Burada ketlenmiş bulunan arzu hiçbir biçimde tatmin edilebilir değildir; çünkü imgesel niteliklidir ve buradaki imgenin mükemmel bir benzeri temin edilse bile bu, ötekinin jouissance’ı olacaktır. Bu nedenle bu türde bir söyleme uygun bir karşılık yoktur.

Lacan’ın imgesel, simgesel ve gerçek biçiminde üç temel kavramı var. Bunlardan gerçek, simgeselleştirmeye direnen şeydir; öznelliğin ve simgesel düzenin çekirdeğindeki travmatik tözdür. Bu nedenle de gerçek, ölüm dürtüsüyle ve insan varoluşunun nihai ve hakkında konuşulamaz sınırı olarak jouissance ile birleşmiştir. Jouissance arzunun karşıtıdır -arzumuzun başarısızlığı nedeniyle deneyimlediğimiz hayal kırıklığıdır- ve özne, kendisini, bu imkânsız senaryo içinde, fantezi ve objet petit a aracılığıyla ayakta tutar. Sözün başarısızlığa uğradığı yerde jouissance ortaya çıkar. Beden dile boyun eğer. “Biz konuşan varlıklarız” diyor Nasio, “Biz sadece konuşan varlıklar değiliz; biz dilin yerleştiği varlıklarız. Sadece bu da değil; dil tarafından kat edilen, bizden önce gelen, bizi altüst eden, bizi yakalayan bir sözün taşıyıcılarıyız. Dil bize yerleşir ve dilin etkisine maruz kalırız. Fakat ne zaman ki dil ya da daha kesin olarak bir gösteren, benim dışımda, haberim olmaksızın söylenen bir söylenen biçimini alır, o zaman ilave bir öğe gelir: Bedenin etkilenmesi.” Öznenin dille ilişkisine dair psikanalitik anlayış, öyleyse değerini ve tüm gücünü, sadece öznenin ne söylediğini bilmeksizin söylemesinde değil, ama özellikle de öznenin söz tarafından ters düz edilmesi esnasında, bedenin söz tarafından yakalandığını düşünüyor olmamız kesin koşulunda bulur. Elbette burada söz konusu olan, zevk olarak bedendir.

Yabancılaşmış ben, bizzat kendi işleyişini tanımakta başarısız olur. Böylelikle ikili bir yanlış tanıma gerçekleşir: Ben, yalnızca, kendisini ötekinin yerinde bulmakla (ilk yabancılaşma) kalmaz, ayrıca özneye, aldatıcı bir birlik izlenimi verir (ikinci yabancılaşma). Lacan’a göre, benim kendim olduğumu ve ötekinin de öteki olduğunu kabul etmemize neden olan şey Ben’dir. Bireyin sürgit uçurumunun, kendi kendisiyle uyumsuzluğunun tesis olduğu uğraktır bu. Freud’da her şeye karşın topografik bir konumda bulunan “ben” (ego) de, Lacan tarafından bu uçurumun tam ortasına yerleştirilir. Ben artık durdurulması imkânsız bir öznel süreci sürekli dondurmak isteyendir. İşte Gorgias’ın söyleminde beliren ve her şeyin ölçüsü kılınan insan da bu ‘ben’den başkası değildir. Ve bu ‘ben’, kendisini her şeyin ölçüsü olarak öne sürdüğü sürece daima kendi arzusunun başarısızlığıyla yüz yüze gelmeye mahkûmdur. Asla kendinden, daha doğrusu iddiasından tam olarak emin olamaz. Bu başarısızlık karşısında geliştirilen yanıtın, tam da bu başarısızlığı açığa çıkaran, bir tür tereddüt ve salınım yaratan figürlere yönelik şiddet olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım.