YAZARLAR

Ekonomik kriz 'tehdidi' ile seçim kazanılabilir mi?

Hükümetin elindeki “istikrarı koruma” kozu, AKP’nin alternatifsiz olduğu durumlarda seçmenler tarafından “satın alınırken” –ironik bir şekilde- yeni getirilen seçim sistemiyle birlikte alternatiflerin de olabileceği olasılığının artmasıyla bu koz etkisini yitirebilir.

İLETİŞİM KAZASI MI?

Geçtiğimiz hafta, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Londra seyahati sırasında bir röportajında “Faiz Sebep, Enflasyon Netice” (kısaca FSEN teorisi demeyi tercih ediyorum) teorisini dile getirmesi, uluslararası finans basınını ve yatırımcıları “şok” etti. Merkez Bankası’nın son dönemde TL’deki hızlı değersizleşmeye müdahale etmemesinin gölgesinde gerçekleşen bu röportaj farklı şekilde değerlendirildi. Örneğin Kadri Gürsel bu olayı “ciddi bir iletişim kazası” olarak niteledi. Erdoğan’ın açıklamalarını bir iletişim kazası olarak nitelemenin neden eksik olduğunu aşağıda açıklamaya çalışacağım.

BİLİNÇLİ STRATEJİ Mİ?

Diğer yandan Merkez Bankası eski başkanlarından Durmuş Yılmaz, Kadri Gürsel’in aksine, Erdoğan yönetiminin bilinçli bir strateji olarak ekonominin kötüleşmesine izin verdiğini savunarak, alıcısı çok daha geniş olan bir iddia ortaya attı. Yılmaz’a göre Erdoğan yönetimi, TL’deki hızlı değersizleşmeye izin vererek tıptı 7 Haziran ile 1 Kasım 2015 seçimleri arasında olduğu gibi topluma korku salarak “istikrar önemlidir” algısını yaratmak istiyor olabilir. Yılmaz’a göre, “aynen 7 Haziran-1 Kasım arasındaki olaylarda, oylar nasıl konsolide edildiyse bugün de bu tür söylemlerle, döviz kurlarındaki sıkıntılarla ve onun yarattığı işsizlik vs hepsi, öyle zannediyorum aynı yöntem uygulanarak bir siyasi proje uygulanıyor döviz kuru üzerinden”.

Son olarak, aynı konu üzerine yaptığı değerlendirmede Fatih Yaşlı da, Yılmaz gibi, Erdoğan’ın İngiltere konuşmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyor. Yaşlı, “’Reis’ neden döviz kurunun yükseleceğini ve bunun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerini bile bile böyle konuşmaya devam ediyor?” sorusunun farklı yanıtları olabileceğini belirterek şu seçeneğin de ihtimaller dahilinde olduğuna işaret ediyor: Erdoğan yönetimi, “Türkiye’nin kaderiyle benim kaderim ortak, ben gidersem Türkiye de gider” tarzı bir mesaj vermeye çalışmakta, seçime bir tür ‘ekonomik şiddet’le gitmeye ve toplumu bunun üzerinden terbiye etmeye, rehin almaya çalışmaktadır.”

BORÇLULUK+GÜVENCESİZLİK VE SİYASAL DAVRANIŞ 

Biraz daha geniş bir perspektiften bakalım. 2000’li yıllarda uygulanan Neoliberal Popülist (NP) modelin iki kritik bileşeni, bireysel borçlanmanın artması ve çalışanların güvencesizleştirilmeleri idi. Daha önceki bir yazıda, bu modelin özellikle alt sınıfların siyasal davranışına olası etkileri üzerine şunları yazmıştım:

“Güvencesizlik ortamında artan borçlanma, kişileri ekonomik gidişata çok daha duyarlı hale getirmekte ve deyim yerindeyse ekonomik ve “siyasi istikrar talebini” artırmaktadır. Dolayısıyla mevcudun muhafazası isteği, işlerin bozulmaması talebi ve iktidar değişikliği gibi belirsizliklerin olmaması düşüncesi, artan bireysel borçlanmanın yansımaları olarak görülebilir. Yani borçlanma arttıkça, insanların bireysel gelecekleri giderek daha fazla piyasaya bağlanıyor. Bu “aman işler bozulmasın” ruh halinin siyasete yansımasını tahmin etmek güç değil. Bu ruh halinin yaygınlaşması, hâlihazırda iktidarda olanların işine gelen bir durum.”

Ancak bu genel tespitin istisnaları olabilir. Yine aynı yazıda, 16 Nisan referandumu ile ilgili DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nın kendi üyeleri ile yaptığı bir çalışmada yukarıdaki genel tespitin aksine, “hayır” oyunun daha borçlular arasında daha yüksek olduğu görülmüştü. Buradaki anahtar değişken, çalışanların örgütlü olup olmamaları olarak yorumlanabilir.

Bu tartışmayı 24 Haziran seçimleri bağlamına taşıdığımızda şunu söyleyebiliriz: Hükümetin elindeki “istikrarı koruma” kozu, AKP’nin alternatifsiz olduğu durumlarda seçmenler tarafından “satın alınırken” –ironik bir şekilde- yeni getirilen seçim sistemiyle birlikte alternatiflerin de olabileceği olasılığının artmasıyla bu koz etkisini yitirebilir.

'İSTİKRAR KOZU' ZAYIFLARKEN

Yukarıdaki tartışmaya dönersek, Yılmaz’ın son dönemdeki ekonomik kötüleşmenin, AKP tarafından bilerek ve isteyerek, suni olarak, halkı korkutmak için oluşturulduğu iddiasına iki nedenle katılmıyorum. İlki bu görüş, iktidara olduğundan daha büyük bir kudret atfetmiş oluyor. Hiçbir hükümet böylesine riskli bir deney yapamaz. Hele az önce işaret ettim gibi, “siyasi istikrarı koruma” kozu iktidar için bu sefer işlemeyecekse, böyle bir deney iktidardan düşmeleri ile sonuçlanabilir.

İkincisi, Yılmaz’ın iddiasının temelinde, ekonomideki mevcut sorunların nedeni olarak yöneticilerin aldığı "yanlış kararların" olduğu düşüncesi yatıyor. Eğer sorun bu kadar basitse, çözüm de yanlış kararların “doğuları” ile değiştirilmesinden ibaret olacaktır. Yani somut olarak, bu yaklaşıma göre faiz artırınca sorunlar çözülecek! Bu da, en az “iletişim kazası” argümanı kadar eksik; birikim rejiminin krizini, Türkiye ekonomisinin dolar-faiz kıskacına girdiğini görmeyen bir açıklama.

BİRİKİM REJİMİNİN KRİZİ

Erdoğan’ın FSEN teorisini yatırımcıların önünde dile getirmesi, konuya biraz daha yakından baktığımızda, esasında şaşkınlık yaratmamalı. Bunun temel nedeni, AKP hükümetlerinin uyguladığı neoliberal popülizm modelinin düşük faize dayanmasıdır. Erdoğan, FSEN teorisini ilk kez dile getirmiyor, aksine iktidarının bizzat düşük faize dayandığını biliyor ve bunu korumak istiyor. Ancak karşı karşıya olduğumuz basitçe bir kredi çevrimi sonu değil de, neolibeal popülizmin krizi ise, ekonomi yönetiminin yapabilecekleri zaten sınırlı.

Daha da somutlaştırmak gerekirse, Erdoğan yönetimi için hem seçimlerde yüzde 50+1 almak hem faiz artışı yapmamak hem de TL’nin değersizleşmesini önlemek aynı anda mümkün değil. Bir başka ifadeyle, birikim rejiminin krizi ekonomi politikasını kilitlenmiştir. Bu yazı yazılırken ABD doları TL karşısında 4.55 düzeyindeydi ve Merkez Bankası büyük olasılıkla müdahale etmek zorunda kalarak faiz artışı yapacaktır ancak bu, kilidi açmaya yeterli olmayacak. 24 Haziran sonrasında da bu durum sürecektir.

Bunun iki nedeni var. İlki, NP modeli, sadece düşük faize değil, düşük faiz ile değerli TL’nin aynı anda olabildiği özgün koşullara dayanıyordu. Bu sayede, 2001’den beri, finansal kapsayıcılığı artırmak ya da yoksulları da borç ilişkisine dahil etmek için faizlerin düşürülmesi zorunluluğu, TL’nin değersizleşmesi baskısı ile karşılaşmıyordu. Bunun nedeni uluslararası konjonktürün elverişli olmasıydı.

Dolayısıyla, ekonomi yönetiminin son dönemde bocalamasının ve bir “kontrol kaybı” görüntüsünün oluşmasının nedeni, ne bir iletişim kazası ne de ekonominin bilinçli olarak kötüleştirilmesi ile açıklanabilir. Bunların ötesinde, yaşadığımız yönetimin elindeki seçeneklerin daralması, bugüne kadar işleyen iktidar mekaniğinin ilk kez işlemiyor hale gelmesidir.

Haftaya, NP modelinin krizi ile oluşan alternatifleri ve olasılıkları tartışmaya devam edeceğim.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.